28 Mayıs 2006 Pazar

| Çocuklarıma özgür bir dünya bırakmak, onları esrardan korumaktan daha az önemli değil!

İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün 155 Polis İmdat Servisi’ne gelen bir ihbar üzerine harekete geçen Emniyet yetkilileri, 14 Aralık 2005 tarihinde, http://sozluk.sourstimes.org adresinde ‘esrar’ kelimesi arandığında uyuşturucu maddeleri özendirici bilgilerin olduğunu tespit ediyor. Bunun üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü, siteye erişimin engellenmesi için İstanbul 3. Sulh Ceza Mahkemesi’ne müracaat ediyor. Mahkeme Emniyet’in bu talebini uygun görüyor ve böylece, 6 Ocak 2006 tarih ve 2006/25 müteferrik sayılı karar ile ‘Ekşi Sözlük’e erişim engelleniyor. Ancak bu kararın infazı Türk Telekom tarafından gerçekleştiril(ebil)diği için bundan yalnızca ADSL kullanıcıları etkileniyor.

Durumun öğrenilmesi üzerine, görebildiğim kadarıyla Siyah Kahve, Orta Kantin, Cankatizm, Elma Sözlük, Blog Kardeşliği, Düşle, Medya Eteği, Anafikir, Entelektuel, Alti Üstü Tasarım, Derin Sular, Eylülce, İktisatçı Gözüyle, Zeynep Özata gibi blog ve siteler tarafından gerekli tepkiler veriliyor. Ben de katılıyorum ve iki şeyin birbirine karıştırılmamasını diliyorum; Ekşi Sözlük’ü benimseyip benimsememek ayrı, hukuksuz bir durum karşısında vereceğiniz tepki ayrı bir konudur ve bunun Ekşi Sözlük’le ilgisi yoktur.

1.
Bu kararın yasalara uygun olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, bana hukuki görünmediğini söyleyebilirim.
2.
Ekşi Sözlük’ün belki de hayatımda hiç bakmayacağım bir maddesine, “esrar” maddesine göz attım. Bildiğimiz “Ekşi Sözlük” işte!
3.
Selim Yörük’ün dediği gibi, esrar konusu İstanbul Enmniyet Müdürlüğü Narkotik Şubesi’nin sitesinde daha ciddi ve enine boyuna inceleniyor. Özendirir mi? Bilmem!
4.
Konvansiyonel periyodik yayınlara verilen cezalar genelde toplatma veya belli bir süre için yayınına ara verme biçiminde oluyor. Tümden kapatma sanırım epeyce zor. Oysa Ekşi Sözlük için alınan bu karar, eğer gerçekten infaz edilebilme imkanı olsa doğrudan idam kararı hükmünde değil mi?
5.
Bu durumun en azından hukuktaki suç ve cezanın birbirine denk olması ilkesine uymadığını söyleyebiliriz. Oysa pekala, maddenin kaldırılması veya (varsa) zararlı içeriğin silinmesi yönünde kararlar da alınabilirdi.
6.
Eğer verilen ceza hukuki ise, bunun infazı konusunda herhalde tek söz geçirilebilen kurum Türk Telekom. Gerçekten infaz imkanı olmayan bir karar, kararı veren mahkeme ve emniyet birimleri için en azından bir itibar zedelenmesine yol açmaz mı? Yoksa bu karar, yalnızca etrafa gözdağı vermek amacıyla mı verilmiştir?
7.
Başta da söylediğim gibi, bu kararın Ekşi Sözlük’le ilgisi bu kadardır, daha önemlisi bunun yaygınlaşma eğiliminin taşıyıp taşımaması, her önüne gelenin bir site ya da bloğu ihbar edip herhangi bir yerel mahkemenin “Erişimini engelleyin!” diye karar verip vermeyeceği, en özgür platformlar olarak gördüğüm blogların başına içeriğindeki minik bir yorum nedeniyle bile böyle bir kazanın gelip gelmeyeceği konularında bir güvencemiz var mı? Yani bugün ekşisine, yarın tatlısına tuzlusuna...
8.
Bırakın esrar gibi bir uyuşturucuyu, çok kötü bir sigara tiryakisi olmama rağmen sigara ve alkol gibi maddelerin de özendirilmesine karşıyım. Ama çocuklarımıza bizim yaşadığımızdan daha güzel bir dünya bırakmak, bu gibi zararlılardan uzak tutmak yanında onların hak ve özgürlüklerini güvence altına almakla da mümkün olabilir ancak. Ne kötülüğe teslim olmalı ne de özgürlükleri karartmalıyız. Bunun yolu bulunabilir mi? Ararsak belki, aramazsak asla!

O zaman Mehmet Doğan’ı dinleyelim, 1 Haziran’da bloglarımızın ışıklarını söndürelim. Sürekli aydınlık için...

26 Mayıs 2006 Cuma

| “Bilmek” değil, yapa“bilmek” kazandırır

Geçen gün bir arkadaşım Cem Boyner’den bir söz aktardı: “Bilmek değil, yapabilmek kazandırır.” Söz doğru, ama doğrunun yarısını aktarıyor. Tamamlamak için ben devam edeyim: “Yapmak için de bilmek gerekir.” Her “bilen” yapamaz, ama “yapan”lar, “bilen”lerdir.


Maden ocağının zifiri karanlığında mücevheri çıkarabilmek için kazma kürek yetmez, önce “kafa lambası”nı takacaksın.

Zaten kutlanası işlerini o da öyle yapmıyor mu? Boyner yani...

24 Mayıs 2006 Çarşamba

| Rekabetin bittiği an, bu andır.

Adam (bu adam, rakibiniz oluyor) fiyat kırdı, siz de kırdınız. Adam, ISO güvence belgesi falan aldı, tabii ki siz de! Adam, üretim hatlarını yeniledi, siz de hemen yeni hatların siparişlerini verdiniz. Adam penetrasyonunu artırınca siz de armut toplamadınız elbet!

Siz ürün kalitesini artırdınız, adam da! Siz, ambalajınızı yenilediniz, adam da boş durmadı. Siz ürüne ütü bağladınız, adam saç kurutma makinesi... Siz terazi, adam tava... Siz vadeleri uzattınız, adam biraz daha uzattı. Siz yine uzattınız, adam da! Siz yine...

Rekabetin donduğu an, bu andır.

Siz, içten bir gülücük gönderdiniz herkese... Adam... Adam, sırıttı!

Rekabetin bittiği an, bu andır.

23 Mayıs 2006 Salı

| Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?

Amerika’da 2005 yılının en iyi iş kitabı seçilen A Whole New Mind kitabının yazarı Daniel Pink konferans vermek üzere 25 Mayıs’ta Türkiye’ye geliyor(muş).

The New York Times, Harvard Business Review ve Fast Company gibi birçok önemli yayına iş ve politika konularında çeşitli yazılar yazan Daniel Pink, A Whole New Mind’ın dışında Free Agent Nation adlı daha önce çok satanlar arasında yer alan başka bir kitabın da yazarı. Birçok şirket, kurum ve üniversite için ekonomik dönüşüm ve iş stratejileri konusunda dersler veren Pink, daha önce Beyaz Saray için konuşma metni yazarlığı da yapmış.

Konuyla ilgili gelişmeyi yeni keşfettiğim bir pazarlama bloğundan, R. Murat Yılmaz’ın Pazarlama Yönetimi’nden aktarıyorum.

Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada, ticaretin kuralları, şeklilleri ve işlevleri değişiyor. Literatüre göre bu konunun gurularının başında Daniel Pink geliyor.

Daniel Pink’in en önemli tezi kısaca şöyle. Gittikçe daha çok miktarda beyaz yaka işi ya Asya’da yapılacak ya da yazılımlar tarafından üstlenilecek. Bu, Avrupa ve Kuzey Avrupa iş dünyasının foksiyonellik ve fiyat üzerinden daha az rekabet edeceği -çünkü bunlar rakipler tarafından da çok kolay bir şekilde karşılanabilecek- ve buralarda rekabetin daha ziyade tasarım, öykü, empati ve anlama odaklanacağı anlamına geliyor.

Yani, Amerika’daki ve Avrupa’daki üreticilerin, ürettikleri ürünleri, Asya’da daha ucuza (private label) yaptırmak zorunda kaldıklarından, rekabet edebilmek için ellerinde kalan unsurları maksimum verim ile kullanma zorunluluğunda olmaları.

Bu unsurlar, tasarım, marka, müşteriyi bir şekilde konuya, hikayeye katmak, tüm iletişim araçları ile empati kurmak. Bu durumda en iyi pazarlama politikalarının, yöneticinin, ürünlerin üretimi için kullandığı beynin sol tarafının yerine, sağ tarafında bulunan imaj oluşturma, sanat, öykülendirme, empati oluşturma ve yaratıcılık tarafını kullanması ile gerçekleşebileceği.


Bir de Ali Atıf Bir’in kısa yorumunu alalım:

Pink’in iddiası şu: Bilgi çağına özgü mantıksal, lineer, bilgisayara benzer nitelikler üzerine kurulu bir toplum ve ekonomi dönemi bitti.

Artık Kavram Çağı’ndayız. Bu çağda yaratıcılık, empati ve büyük resme odaklanmış bir toplum ve ekonomi gerekiyor.

Yeni çağda başarılı olmak için de Pink’e göre “altı duyu” adını verdiği altı temel yeteneğe sahip olmak şart. Neymiş bunlar? Açıklayalım.

1.
Bir şey yaratılıyorsa o şeyi hem işlevsel (işe yarayan) hem de eğlenceli ya da duygusal açıdan çekici kılma yeteneği. (Tasarım)
2.
İkna edici öykü anlatma yeteneği. (Öykü)
3.
Analiz değil, sentez yeteneği. Büyük resme odaklanmak, birbirine benzemeyen parçaları bir araya getirme yeteneği. (Senfoni)
4.
Aynı yola baş koyulan kişiyi anlama, ilişkileri biçimlendirme ve diğerlerini koruyup kollama yeteneği. (Empati)
5.
Her yerde “oyuncu” olabilme yeteneği. Aşırı ciddiyet çok tehlikeli. Kahkaha, neşe, oyun ve mizah artık her yerde. (Oyun)
6.
Yaşamın anlamını “manevi doyum”da arama yeteneği.
(Anlam)

Bu kadar alıntı yeter. Birkaç madde de ben sıralayayım.

1.
Benzer fikirleri yaklaşık on yıldan fazla bir zamandır dillendiriyorum. Bizi dinleyen yok, belki Pink’i dinleyenler çıkar. Sakalımız yok diye mi yani? Ya da biz kel miyiz? (E, evet!)
2.
Yalnızca Pink değil, aslında benzer yaklaşımları paylaşanların sayısı çoğalıyor. Bu önemli. Görüş birliği en azından zeminin sağlamlığı ve hedefin doğruluğu konusunda bir güvence oluşturuyor.
3.
Bu durumda beyninin sağ tarafını daha iyi kullananların önemi artıyor. Google’da “beynin sağ tarafı” diye bir arama yaptım, ilk sırada şansınıza Hatunca.net çıktı. Oradan okuyacaksınız. Ayrıca burada “Beyninizin hangi tarafını kullanıyorsunuz?” sorulu bir test var. Ondan da yararlanabilir ve eğlenebilirsiniz. Ben denedim, sağ-sol eşit çıktı! (Hayatta hep bundan çektim zaten, çekmeye de devam edeceğim galiba... Ne İsa’ya ne Musa’ya!)
4.
Beyninin sağ tarafı zayıf olanlar üzülmesin. Eğitimle sorunun üstesinden gelmek galiba mümkün. Şimdi aklıma İsmail Hoca’nın MQ: Pazarlama Zekası başlıklı yazısı geldi. Hoca pek ümitvar değil miydi, ne?
5.
Beynin sağ sol taraflarının siyasal anlamda sağ solla bir ilintisi yok. Çekinmeyin lütfen!
6.
Evet, yazıyı ince güç (soft power) konusuna bağlayacağım. Nereden nereye demeyin, gelişme ve arayışların, doğrusu, “tez”i güçlendirdiğini düşünüyorum.

22 Mayıs 2006 Pazartesi

| Lipton’da olup da sizde olmayan şey ne?

Yaklaşık iki yıl kadar oluyor. Çaykur’un içinden biri, benimle önemli bir sırrı paylaşıyormuş edasıyla demişti ki: “Poşet (sallama) çaylar üretim esnasında oluşan çay tozlarıyla yapılır. Bu kadar fabrikaya sahip bir kurum olarak bizde de çay tozundan bol bir şey yok. Bu konuya biraz ilgi gösterirsek poşet çay pazarında da lider oluruz.”

O zaman dememiştim, öyleyse Çaykur’un poşet çayları niye içilemeyecek kadar kötü diye...

Ayrıca “Lipton’da olup da Çaykur’da olmayan şey ne?” diye de sormamıştım. Üzerinden iki yıl geçti, hâlâ “o şey”i arıyor olabilirler mi?

OKUMA PARÇASI:
| “Marka odaklı” bir özelleştirme yaklaşımı önerisi:
Bir türlü özelleştirilemeyen Çaykur

18 Mayıs 2006 Perşembe


Filim... 2005 sonlarına doğru Star Medya Grubu için Mass tarafından yapılan bir çalışma... “Filim” ilanı Star gazetesi başta olmak üzere bazı başka gazetelerde, “Filim” filmi de yine başta Star TV olmak üzere bazı başka TV kanallarında yayınlanmıştı. Dönemin Star yönetimi, bunları imzasını değiştirip herkes yayınlasın diye hazırlatmış ve yayın kuruluşlarına dağıtmıştı. Bence, bloglar başta olmak üzere şimdi de herkes yayınlayabilir.

Burası bireysel bir blog olduğu için genelde ajans çalışmalarına yer vermiyorum. Ama bu başka!

| Elma+alt+shift bir yaşında, ben uykuda!

Fırat Yıldız, Burcu Dicle Yıldız ve Tulinity’nin ortak sahibi oldukları Elma+alt+shift bloğu, bugün bir yaşını bitirip ikinci yaşına basıyor. Bu doğum günü yıldönümü nedeniyle düzenlenen partiye davetli olmama rağmen maalesef katılamadım. Çok isterdim, ama bir film çekimi nedeniyle dün gece sabahladım, bir iki saat kestirip işe gittim. Eskiden yetmiş iki saat uykusuz kalabiliyordum, şimdi en fazla bunun yarısı... (Niye ki?) Evet, partiye katılamadım, ama Elma+alt+shift’i keyif ve ilgiyle izlemeye devam edeceğim. Hürmetimiz var, blog yaşı itibariyle abimiz sayılır. Kutlarım ve başarının hep sürmesini dilerim. Herkes blog blog eğlenirken maalesef ben şimdi uyumaya gidiyorum. Aklım kalmadı değil!

14 Mayıs 2006 Pazar

| Renk yalnızca optik bir yanılsamadan ibarettir

“Dünyada renk yoktur; renk sadece bakanın gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını yansıtırlar, ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.” diyor Daniel C. Dennett.


Fiziğin ve insan algısının temel konularından biridir bu... Neden bir portakal turuncudur? Veya bir domates neden kırmızıdır? Bu nesneler geçirgen olmadıkları için ışığı yansıtırlar. Onlarda gördüğümüz renk, yansıyan ışığın türüne göre değişir. Portakalın molekül yapısıyla domatesinki birbirinden farklı olduğu için farklı renkler yansıtırlar. Işık, portakala çarptığı zaman, molekül özelliği nedeniyle portakal, yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi turuncu dışındaki tüm renkleri emer, turuncuyu ise yansıtır. Domates ise kırmızı dışındaki tüm renkleri yutarak yalnızca kırmızıyı dışarı yansıtır. Öyleyse nesnenin gerçek renginin ışıktan emdiği dalga boyu, onda olmayan tek rengin ise yansıttığı renk olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani bu durumda belki de portakalın gerçek rengi mavidir. İbrahim Akar’ın dediğine göre aslında deniz mavi, çimen yeşil, ayva sarı, gül de kırmızı olmadığı için bize o renklerde görünürler ve kendi “gerçek” renklerini kendilerine saklarlar. [ İLLÜSTRASYON: BEN GAVIE ]


Bu açıdan bakıldığında, beyaz ırka mensup bir kadınla onun boynuna “gerdanlık” gibi ellerini uzatmış siyah ırktan bir kadının “gerçek” ten renklerinin yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi olması gerekir.

Tabii, eğer insanları kendi ellerinde olmadan, doğuştan sahip oldukları renk ve benzeri özellikleri nedeniyle imtiyazlı sayma veya hor görme gibi insanlık dışı bir düşünceniz yoksa, öyle veya böyle bunun hiç mi hiç önemi yoktur.

13 Mayıs 2006 Cumartesi

| O siyah ellerin annesi 1976 isyanında beyazlar tarafından vahşice katledilmişti!


Marketing Post’un bloğuna taşıdığı el yapımı mücevherler üreten Handan’a (Kim ki bu?) ait bir çalışma... Doğrusu bu hoş bayana, enfes fotoğraflara ve gösterilen yaratıcılık performansına rağmen hiç hoşuma gitmedi. Hiç gitmedi!

Bu ilanlar bana, yüzlerce yıldır dünyanın uygar ülkeleri başta olmak üzere karşılaştığımız siyah-beyaz ayrımını, Güney Afrika’daki ırkçı rejim sultasında neredeyse kölelik koşullarında elmas madenlerinde çalıştırılan siyahları, haksızlıklara karşı her ayaklanma girişimlerinde vahşi katliamlara uğramalarını, topraklarının altındaki parlak taş ve metallerin beyazların açgözlülüğü sonucu yüzlerce yıldır siyah yerliler için kötü bir kadere dönüşmesini (Keşke altın ve elmasları olmasaydı!), Soweto ve Sharpeville’de gerçekleşen onlarca katliamda sayısız çocuk, kadın ve sivilin katledilmesini, Mandela’nın haklı kavgası uğruna tam 27 yıl zindanlarda çürütülmesini, siyahın köle, beyazın (hem de bembeyaz) efendi olduğu fikrinin hala zihinlerimizden silinmemesini hatırlatıyor. Bu fotoğraflardan bir mücevheratçı reklamı değil, ancak etkili bir ırkçılık karşıtı kampanya üretilebilirdi. Çok da iyi olurdu. (Aslında öyle de biz mi anlamadık yoksa?) Reklam, yalnızca yaratıcılıktan ibaret değildir, yapmayın bunu! Hadi bir de birileri ödül versin buna...

Sakın kimse bana “N’olacak canım, altı üstü bir reklam!” demesin.

Edit [ 15 MAYIS 2006 ]

Yalnız kalmadığıma ne kadar sevindim, bilemezsiniz. Niyetim, sektörel bir dergide ancak birkaç yüz kişinin görmüş olabileceğini düşündüğüm bir ilanı gözümde büyüterek onun hedef kitlesine olan etkisini engellemek falan asla değildi. Zaten o hedef kitle de burada değildir ki bir etkim olabilsin! Bu kitleyle ilgili olarak belki de Alper Akcan ve Mustafa Zeyrek’in dedikleri doğruydu. Dert ettiğim orası değil, hiç değil. Reklam, görevini yerine getiriyor olabilir veya olmayabilir. Gözettiğim şey, mesleki kriterlerin de üstünde olan/olması gereken insanlık kriterleri...

Her zaman ülkenin entelektüel birikimini bünyesine devşirmiş, çeşitli sanat ve bilim dallarıyla haşır neşir olan, gün görmüş, dünyayı ve (belki) ülkesini tanıyan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt etme yeteneğinin gelişmiş olduğunu düşündüğüm bir sektörden, reklam sektöründen, yaratım ve üretim süreçlerinde bir sürü akıllı adamın önünden ve denetiminden geçerek kendini gün yüzüne çıkarma başarısı gösterebilen, ne uğruna neleri harcamaya meyyal olduğumuzu şaşkınlıkla izlememe neden olan bu anlayışa, bu kirli yaratıcılığa, başını çıkardığı deliğe mutlaka geri sokulması gerektiği inancıyla sert bir tepki verdim. İnsanlık çok ağır bedeller ödeyerek “değer” birikimi sağlıyor. O kadar ucuz değil!

Zeki, birikimli, bilgili ve yetenekli insanlar “etik” ölçüleri ciddiye almamaya başlarlarsa cahil insanlardan çok daha tehlikeli olurlar. İster yaratıcılık, ister ödül, ister müşteri, ister satış uğruna olsun, bu kirliliğin sektöre bulaşmaması gerekiyor. O nedenle “N’olacak bir ilandan?” diyemedim.

Verilen desteğe teşekkür ederim.

MARKETING POST | PAZARLAMA KÖŞESİ | ELMAALTSHIFT | ADS OF THE WORLD

12 Mayıs 2006 Cuma

| Magnum: Çocuk oyuncağı değil...


“Toplumsal değerleri kutsamadan tutunabilen bir marka görmedim, ama bu değerlerin sınırlarında dolaşmadan fark yaratabilen bir marka da hatırlamıyorum.”


Bu “case” için doğru mu, emin değilim. Ancak çok sıkı ve içi dolu bir laf. Mustafa Zeyrek, sessiz sedasız, “sonsöz”lü yazılarına devam ediyor.

PAZARLAMA KÖŞESİ | MUSTAFA ZEYREK

11 Mayıs 2006 Perşembe

| “Çoğulcu” pazarlama

Demokratik toplum kültürel tekelciliği dışlar. Toplumun doğa yasasını gözetir. Bu yasaya göre her toplumda kafa sayısınca görüş, yürek sayısınca sevgi vardır. Çünkü bireyi birey yapan bireyi tanımlayan şey, eşsiz, benzersiz olma niteliğidir. İnsanlar arasında tek ortak nitelik farklı oluşlarıdır.

Farklılıklar, başkalıklar çağını yaşıyoruz. Bunun anlamı, özgürlük, özellik, çeşitlilik, değişiklik, çok mantıklılık (multiples socio-logiques), çok odaklılık (polycentralisme) demektir. Felsefi, siyasal, kültürel çoğulculuk demektir. Çoğul gerçeklik demektir. Son çözüm önerisinin, dayatmacılığın reddi demektir.


Doğa tek tip insan yaratan bir klinik değildir; çoğulcudur. Toplumlar da doğal yapıları gereği böyledir. Nitekim Babil Kulesi Söylencesi, Tanrı’nın bile tek dil tasarısından hoşlanmadıığının kanıtıdır. Sivil toplum, insana özgü değerlerin özündeki çoğulcu yapıyı benimseyen bir toplumdur. Akılcı temeli yalnızca kendisinin oluşturduğunu ileri sürmez ve dayatmaz. Ne katıksız bireyci ne de katıksız kolektivisttir. “Akıl bize, her zaman ötekinden gelir. (...) Farklılıklar düzenli değiş tokuştur. (...) Değiş tokuşun olanaksız olduğu her yerde dayatma, terör vardır. (...) Öteki öteki kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki ne zaman ki farklılığa zorlanır, orada ırkçılık başlar.”


Dönemin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un 1999-2000 Adli Yılı açış konuşmasından küçük bir bölümün, aşağıdaki birkaç parağrafı yorumlamada yardımcı olacağını düşünüyorum.

Pazarlamayla demokrasi arasında organik bir ilişki söz konusudur. Pazarlamanın ön koşulu demokratik bir siyasi rejim ve demokratik piyasalardır. Diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü yerlerde pazarlama yoktur.

Demokrasilerin çoğulcu ve katılımcı bir yapıya evrildiği 21. yüzyılda piyasaların aynı ölçüde çoğulcu bir yapı kazandığını söylemek bence doğru olmaz. Toplumlar, en azından kuramsal olarak ve zihnen çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi benimseme eğilimi taşırken, piyasaların, hâlâ “çoğunluk demokrasileri”nin tahakkümcü ve çoğunluk sultasına dayanan “güc”ünü elinden bırakmamak için direndiğini söylemeliyiz. (Buradaki çoğunluğu kafa sayısı olarak değil, para sayısı olarak alalım.)

Bütüncül, niteliksel ve nihai gelişimiyle ilgili olarak, gerçek pazarlamanın, çoğulcu ve katılımcı demokrasilerin egemen olduğu demokratik piyasalarda hayata geçecek “çoğulcu pazarlama” olduğunu söylemek istiyorum. Biraz temkinli konuştuğuma bakmayın; hatta hedef “paydaş demokrasisi” olmalı ve pazarlar da bu paydaşlığın bir paydaşı olabilmelidir. Bence şimdilik biraz oyalanıyoruz.

Bu konuyu sürdüreceğim. Mecal bulursam!

OKUMA PARÇALARI:
| Serbest piyasa ekonomisi herkes için aynı ölçüde serbest mi?
| Marketing is power, soft power...
| Coca-Cola ve “soft power”
| İnce gücün gücü ve güç kayması

| Sarı-lacivert inekler

Adını vermek doğru olmaz, birkaç ay önce bir mobilya firması ziyaretimize gelmişti. Çok kötü bir huyum vardır, önüme konan işle ilgili ilk izlenimlerimi hemen söyleyiveririm. Emin olduğum doğrular konusunda eveleyip gevelemeyi hiç sevmem. Adam kanser, sen gripten bahsediyorsun, yakışık alır mı? Kaba bir adam olduğumu kabul etmem, ama bu davranışım zaman zaman karşı tarafta kabalık olarak bile algılanıyor olabilir. Bu firma, ilk elde yaptığım analizleri sanırım kabalık olarak görmemiştir, ama herhalde içinden “Deli mi bu adam, ne?” diye geçirmiştir. Deli olmadığımı beş altı yıl kadar sonra anlayacaklardır.

“Eğer bir müşteriyi baştan kaybetmek istiyorsan logosunu eleştir.” Ya da bu anlamda bir sözdü galiba... David Ogilvy’nin bu nasihatini meslek hayatım boyunca hiç tutmadım. Tutmaya da niyetim yok.

Bir logodan ne olacak demeyin. Bu arıza, her şeyin, ama her şeyin ruhuna siner. Ya da logo, zaten baştan bu arızalı bakışın bir yansımasıdır. Nereden bakarsan bak, gelecekle ilgili hiçbir ümit ışığı göremiyorsun ki!

Bizim mobilya sektöründe ilginç bir biçimde sarı-lacivert hayranlığı var. Taa Orta ve Kuzey Avrupa’dan esen rüzgarlar Kayseri’ye kadar uzanmış, oradan da tüm Anadolu topraklarına yayılıvermiştir. Bu, “Büyüğün peşinden git, elini eteğini öp!” veya “Müşteri bunu tutmuş abi!” ruh halinin bir yansıması aynı zamanda...

Zaman zaman “mor inek”le ilgili bir espri yapıyorum; herkes “mor inek” olmaya kalkınca senin kara dana olarak kalman farklılaşma kuramının ruhuna daha uygundur.

Geçenlerde televizyonda yeni bir mobilya markası reklam izledim: Beyza Mobilya... Ne göreyim? Markanın logosu sarı-lacivert değil. Bu cesur davranışı gerçekten tebrik etmek gerekiyor.

Marka ismine, logoya takmıyorum bile! Bu kadarcık bir özgünlük insanın hoşuna gider mi? Gidiyor işte!

8 Mayıs 2006 Pazartesi

| Buna ben de inandım, meğer “gerçek”mişiz!

Geçtiğimiz Cumartesi günü, pazarlama bloğu sahipleri olarak Marketing Türkiye’nin davetlisiydik. Bir yuvarlak masa (Bu masalar genellikle yuvarlak olmuyor, adları böyle...) etrafında toplandık ve havadan sudan konuştuk. (Tabii ki bizim havalardan!) Doğrusu benim için işin en heyecan verici yanı, aylardır sanal ortamda sohbet ettiğimiz, şakalaştığımız, derin tartışmalara giriştiğimiz sanal arkadaşlarla “yüz yüze” ve “göz göze” gelmek ve onların “gerçek” olduklarına tanıklık etmek oldu. Tabii bu arada ben de “gerçek” olduğuma inandım. Salt bu bile, Marketing Türkiye’ye defalarca teşekkür etmemize yeter. Diyeceksiniz ki “Siz bir araya gelmek için Marketing Türkiye’nin davetini mi beklemek zorundaydınız?” Evet! Çünkü biz o zamana kadar “sanal”dık ve bu nedenle birbirimizi davet edemezdik. Sanırım, bundan sonra daha kolay!


Serdar Öner’in çektiği yukarıdaki fotoğrafta (Mecazen adı yuvarlak olan masadan kalkmıştık, orası merdiven!) ne kadar gerçek gerçek durduğumuzu siz de görün işte! Ben niye mi öndeyim? Tabii ki masadan en son kalktığım için...

Ayrıntıları daha sonra yazmak üzere bu yuvarlak masa toplantısına katılan pazarlama ve reklam bloglarının “gerçek” sahiplerini tanıtmak isterim: [1] Atölye, Tunç Kılınç (Fark yaratma atölyesi ustası...) [2] Eylülce, Gaye Ör [3] Marketing Türkiye, Günseli Özen Ocakoğlu (Genel Yayın Yönetmeni, ev sahibi...) [4] Elmaaltshift, Fırat Yıldız (’ın kaşları ve alnı!) [5] Molaverrahatla, Arzu Cihangir [6] Brand Box, Onur Yüksel [7] Pazarlama Canavarı, Dr. Zeki Yüksekbilgili (’nin kaşı ve burnu...) [8] Project House, Serhat Akkılıç (O da ev sahiplerinden...) [9] Ana Fikir, Selim Yörük (Aramıza karışan ördek yavrusu... Kanatlanınca uçup bizi bırakmayacak ama...) [10] MarketingMa, Alper Akcan (’ın gözleri ve çok çalışan beyni...) [11] Junior Copywriter, Murat Kaya (Pek junior gibi görünmüyor, onun da adı öyle!) [12] İnteraktif Yaklaşım, Murat Buyurgan [13] Pazarlama ve Başka Şeyler, Serdar Öner (Fotoğrafı onun çektiğini söylemiştim, ama bu kareyi Marketing Türkiye’den Burçin çekti.) [14] Marketallica, Özgür Alaz [15] Blogistan, F. Zeynep Özata (Vallahi ta Eskişehir’den geldi.) [16] Ben. (Biraz ürkmüş gibi duruyorum, çünkü fotoğraf makinası gözüme giriyordu!)

İşte “gerçek”ler... Gelişmeler daha sonra.

| “Marifet iltifata tâbidir.”


Önemli bir gelişme olmazsa bir daha ziyaretçi istatistiği vermeyeceğimi söylemiştim. Ancak gectiğimiz hafta bloğuma tekil giriş sayısındaki artışı ciddi buldum ve paylaşmak istedim. Özellikle, insanların tatil tatil bloğumda ne işleri varsa, Cumartesi günü tekil giriş sayısı 400’e 1 kalmıştı. Sanırım bu, 20-30’larla başlayan bir blog adına, altı aylık bir süre için önemli bir gelişme sayılır.

Tabii bu girişlerin önemli bir kısmının arama motorlarından (elbette ezici çoğunlukla Google) geldiğini söylemeliyim. Ancak, yine sevindirici olan, bu girişlerin lafını etmeye değmeyecek çok küçük bir kısmının “münasebetsiz” anahtar sözcüklerle, büyük çoğunluğunun ise “isabetli” sözcüklerle beni bulmaları ve burada az ya da çok kalmaları...

İltifat marifetle oluşur, ama tabii ki asıl “marifet iltifata tâbidir.”

7 Mayıs 2006 Pazar

| “Sözümüz özümüzdür.”

Toplumda doğru ve güzel Türkçe bilincinin yerleşmesi ve yaygınlaşması amacıyla, 729. Türk Dil Bayramı kapsamında gerçekleştirilen kampanyaya verdikleri destekten dolayı Ayşe Kulin, Ayşenur Yazıcı, Can Gürzap, Hamdi Alkan, Handan Güçyılmaz Serezli, Hülya Koçyiğit, İbrahim Sadri, Kenan Işık, Mehmet Akbay, Nebil Özgentürk ve Zara’ya hepimiz teşekkür etmeliyiz. Sözümüz ve özümüz, yani dilimiz ve benliğimiz adına...

[ SÖZÜMÜZ ÖZÜMÜZ MÜ? | ŞAHİN TEKGÜNDÜZ, ORTAK DEFTER ]


| Bilgiler algılara, algılar bilgilere bağlıdır

Siz bakmayın benim Ali Saydam Hoca’nın “imaj düşmanlığı”na taktığıma... O ayrı bir mesele. Yoksa algı (Os. idrak, şuur, teferrüs, Fr. perception, Al. perception, wahrnehmung, empfindung, erfassung, İng. perception, İt. percepzione), dolayısıyla algı yönetimi, tüm pazarlamacıların ve reklamcıların, aslında iletişim gibi bir derdi olan her profesyonelin eni konu üzerinde çalışması ve kafa patlatması, öğrenmesi gereken bir konudur. Üründen markaya, hizmetten mesaja kadar “arz” ettiğimiz her ne varsa, bunu “algı”lar üzerinden gerçekleştirmek zorundayız çünkü. Yani “algı” sizin için toslayacağınız bir “duvar” da olabilir, geçebileceğiniz bir “kapı” da... Tabii iş geçmekle de bitmiyor. [FOTOĞRAFLAR: KASSANDRA]


Nesneler, canlılar, olaylar, edimler ve eylemlerin “bilinçten bağımsız olarak var olduğunu sandığımız gerçekleri”yle “algı”lar arasında derin farklar vardır. Ve iletişimcilerin çok işine yarayacak bir “gerçek”i burada tekrar edelim: “Bilinçten bağımsız olarak var olan gerçek”i değiştiremezsiniz, zaten bunu değiştirmeye muktedir olsanız bile işinize yaramaz. Çünkü bilinçler kendi “gerçek”lerini, sizden ve “gerçek”ten bağımsız olarak yaratmaya yine devam ederler. Ama bilincin tek “gerçek”i olan “algı”ları değiştirebilirsiniz. İşinize de yarar.

Aşağıda, Prof. Dr. Mustafa Ergün’ün spot cümlelerini genişleterek konunun kolay “algı”lanmasını sağlayacak bir doküman oluşturdum:


Bilgilerimiz algılarımıza, algılarımız bilgilerimize bağlıdır.
Algılayarak biliriz, bilgiyi biriktiririz ve bu bilgileri yeni algılamalarımızda kullanırız. Bilgi algılayabilmemizi, algı ise bilebilmemizi sağlar. Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imajının bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algıya karşı bir de iç algıdan söz ederler.

Algı, uyaranların seçimi, düzenlenmesi ve yorumu aşamalarını kapsar. Algı, duyumların beyinde zihinsel işlemlere tabi tutulmasıyla ortaya çıkar. Göz bakar, beyin görür.
Uyaranları seçmek hem uyaranın dikkat çekiciliği hem de bizim ilgilerimiz doğrultusunda oluşur. Aynı zamanda bu bilgiyle uyaranları düzenler ve yorumlarız. Yani “alıcı”ya sunduğumuz her şey bir “uyaran”dır.

Algı, duyumların bizim motivasyonumuza, beklentilerimize ve geçmiş deneyimlerimize göre, zihnimizde yeniden canlandırılmasıdır.
Buna “imaj” diyebilir miyiz?

Algı, duyumlar ve hafızanın ortak çalışması sonucu oluşur. Algı, duyumsal girdileri anlamlandırarak, bilgileri hafızada depolanacak şekilde hazırlar.

Varlıklar göründüğü gibi değildir.
Uyarandan alınan duyumlar ve hafızamızdaki bilgilerin bir araya gelmesiyle uyaranları seçer, düzenler ve yorumlarız. Ve bunu, hepimiz kendi birikim, bilgi ve deneyimlerimiz doğrultusunda “kendimize göre” yaparız. Bu nedenle hepimiz aynı uyarandan farklı farklı algılar ediniriz; varlıkların kendi gerçekleriyle bizim gördüklerimiz aynı şey olmaz.

Bizim algıladığımız, gerçekte orada olandan farklıdır.
Hem duygusal olarak hem de fiziksel olarak farklıdır. Herkes, uyarandan aldığı yorumları kendi bilgi birikimi ve deneyimi doğrultusunda süzgeçten geçirir. Bu süzgeç herkeste farklı olduğu için zihinde farklı imajlar oluşur. Gerçek, “bilinçten bağımsız olarak var olan”dır. Düşünülen ve tasarımlanan şeylere karşıt olarak var olan… Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, bilincin “gerçek”i ne “algı”ladıysa odur. O, kendisinden bağımsız olarak var olan bir “başka gerçek”ten haberdar da değildir.

Algıda seçicilik, dikkat etme...

Çevreden gelen uyaranları seçimimizi etkileyen birçok faktör vardır. Algıda seçiciliği etkileyen faktörler iki çeşittir: Uyaran faktörleri ve kişisel faktörler.

Uyaran faktörleri:

En çok karşılaşılan ve en önemli uyaran faktörü zıtlıktır. Yani uyaranın çevresinden ve diğer uyaranlardan aşırı farklı oluşu.
Mor inek...

Kişisel faktörler:

Televizyonda Fenerbahçe-Galatasaray maçı seyreden Fenerbahçeli ve Galatasaraylı iki arkadaşın kritik durumları yorumlayışları farklıdır. Algıda seçicilik algılayıcının kişisel özelliklerine bağlıdır. İnsan, görmek istediğini görmeye eğilimlidir.
Süreç, tamamen özneldir. Segmentasyon çalışmaları bu gerçek göz önünde bulundurulmadan yapılamaz.

6 Mayıs 2006 Cumartesi

| Teknoloji Kimin Umurunda: Türkiye’de eşine rastlanmamış bir kitap!

“Teknoloji Kimin Umurunda” ile ilgili kendi yorumumu kitabı okuduktan sonraya bırakıyorum. Her ne kadar kitabı Altı Üstü Tasarım’dan tanıyor olsak bile, mecra ve mesaj ilişkisinden yola çıkarak daha önceki bir yorumumda belirttiğim gibi, bu kitapta Altı Üstü Tasarım’dakilerden farklı şeyler okuyacağız; farklı şeyler yazmasa da... Öyleyse nesnel bir yorum yapabilmek için ben de okumalıyım. Fazla uzun sürmez, merak etmeyin. Şimdilik “okunası” bir kitap olduğu öngörümü bildirerek kitabın önsözünden bir bölümü buraya alıyorum:

“Teknoloji Kimin Umurunda”, gelişmiş Batılı ülkelerde çoktan üzerinde yüzlerce kitap yazılmış, üniversitelerde ders olarak okutulan; ülkemizde epey ihmal edilen ya da önemsenmeyen kullanılabilirlik ve kullanıcı deneyimi gibi alanlara dair, bilişim profesyonellerinin, akademisyenlerin, öğrencilerin ve e-pazarlama ile haşır neşir herkesin, eleştirel ve yapıcı perspektif geliştirmek için etkileşime girebilecekleri bir kitap.

Eğer teknik dille yazılmış, size, işin “nasıl” yapıldığını gösteren bir kitap arıyorsanız bu kitap size göre değil; fakat nasıl yerine “neden” sorusunu soran, sıkıcı ve teknik bir dil yerine, açıklayıcı, örnek verici bir kitap arıyorsanız, o halde bu kitap sizin ve özellikle tasarımcılar, pazarlamacılar, yazılımcılar ve şirket yöneticileri için başucu kitabı olacak nitelikte.

Ülkemizin birinci kuşaktan web profesyoneli Mehmet Doğan en güzel yazılarını sizin için derledi. Tümü www.altiustutasarim.com adresindeki 100'den fazla makalenin titizce seçiminden oluşan "Teknoloji Kimin Umurunda" kitabı, iş ve gündelik hayatın rutininde gözden kaçmış ya da bizatihi unutmak istediğimiz ayıntılardan; "Türkçe" düşünülememiş, düşünülmüşse de yazılamamış cesurca sorulardan ve bu sorulara yerinde ve tam zamanında verilen yanıtlardan oluşuyor.


Mehmet Doğan'ın perspektifinden "Teknoloji Kimin Umurunda", okuyucuyu, yeni bir "iş etiği" ve "estetiği" konusunda düşünmeye zorluyor ve "kullanıcı merkezli düşünce"nin ahlaki, stratejik ve teknik boyutları olduğunu; "müşteri" diye adlandırdırılan "zavallının" satın almak dışında, haklarının oluğunu; geliştirme süreçlerinde rol alan bizlerin, kullanıcı gibi düşünerek hem kullanılabilir, hem de estetik ürünler geliştirebileceğimizi ısrarla hatırlatıyor.

3 Rakam Metodu gibi zihin açıcı bir kavramı dilimize kazandıran Mehmet Doğan kitabında, sektörümüzle ilgili, başarı ve başarısızlıklarımızla bulunduğumuz alanda sınırlarımızı zorlayacağımız küçük ama etkili "tüyo"lar veriyor.

Kitap, "Altı üstü tasarım!" diye savuşturulmaya çalışılan, oysa çok bilinmeyenli ve teknolojiyle birlikte her geçen gün daha fazla karmaşıklaşan bir alanda, karşımıza çıkan sorunsallarla başetmenin; "anlamaya çalışmanın ötesine geçmek" ve "kullanıcı ile empatik bir işbirliği içinde olmak"tan geçtiği konusunda zihnimizi zorluyor.

İflah olmaz teknoloji düşmanları, teknoloji ile yatıp kalkanlar, yeni ekonominin yükselişini anlamaya çalışanlar bu kitapta yeni pek çok deneyim bulacaklar.

Murat K. Girgin

| Siz hiç reklam plağı dinlediniz mi?


Siz hiç reklam plağı dinlediniz mi? Plağı alıyorsun, pikaba takıyorsun, keyifle ve pürdikkat dinliyorsun... Ve kendini bilinçli bilinçli reklama maruz bırakıyorsun.

Şimdi işler ne kadar zorlaştı değil mi? Böyle tüketici dostlar başına...


Sene 1975, Petrol Ofisi’nin reklam plağı... Önde o zamanın POMAN’i, arkada petrol rafineri tesisleri. Galiba o zamanlar POMAN şimdiki gibi uçuk kaçık bir tip değil, aklı başında bir mühendis! [RECORDTURK]

5 Mayıs 2006 Cuma

| Cin fikir, hin fikir!

Pazarlama iletişiminin “cin fikir” bulma gibi bir noktaya indirgenmesi veya böyle bir algı oluşması çok ciddi sakıncalar doğuruyor. Bunu böyle belleyen (özellikle yeni) reklamveren, “cin fikir” ya da “hin slogan” bulan ilk kişinin kucağına zıplıyor. İş “cin fikir bulmak” olunca, tabii işin içine eş ve çocuklar, cin muhasebe elemanları, hin film yönetmenleri gibi pazarlama iletişimi profesyonelleri dışında bir sürü aktör giriyor. Sonuçlarını da izliyoruz.


İletişimde, olumlu etkiyi artıracak ve hayranlık uyandıracak zeka parıltılarına ihtiyaç vardır, “cin fikir”lere değil. Tek başına “zeka” da yetmez, “zeka”nın mutlaka yaratıcılığın şefkatli kollarına teslim edilmesi gerekir.

“Cin fikir”, “hin fikir” demektir. Yani kurnazlık... “Kurnazlık” kandırmaya, “zeka” ise kazanmaya odaklıdır.

Sizce Shell’in son dönem reklam filmlerinde “cin fikir” var mı? Yok. Peki ne var?

4 Mayıs 2006 Perşembe

| 2005 - 2006 - 2007 YAZILARI

| Şükür ki nihayet “aganigi” pespayeliğinden kurtuluyoruz!
Yıllar boyu sağduyulu uzmanlar tarafından “aganigi” yaklaşımının yanlışlığı üzerinde durulmasına rağmen, ne yazık ki ilgililer, sanki kendi ellerinde doğru veriler yokmuş gibi, ekonomiyi magazinleştirirek “Aganigiyle fındık satışları %20 (hatta %30, %50) arttı.” diye işkembeden sallayan cıvıtık ekonomi muhabirlerinin uydurduğu haberlerin rüzgarıyla bu yanlışı sürdürüp durmuşlardı. Geç de olsa sağduyunun kazanması yine de sevindirici tabii...
[30 ARALIK 2007]

| Taş duvarlar da konuşur!
Fenomenolojik deneyimimizin temelini oluşturan etkileşimler, bilincimizde, bir ilişkisel bağlamın sonucu olarak ve süreç içinde imgeler ve semantik birimler şeklinde kodlanırlar. Herkesin imgesel tasarımı farklılıklar gösterse bile, bir tapınağın içinde, başkalarıyla birlikte o tapınakla benzer bir iletişim süreci yaşamamız, tasarımın ortak yönüne işaret eder.
[14 ARALIK 2007]

| Sıfırın altında sımsıcak bir etkinlik...
Benim de konuşmacı olarak yer aldığım Sıfırın Altında Marketing etkinliği, bilimin sıcaklığıyla buzları çözüyor, ısıtıyor hepimizi...
[8 ARALIK 2007]

| “Beni böyle seev sevecekseen, olduğum gibii görecekseen...”
Bir insanla iletişim kurmak istiyorsak onun zihninde var olan ve göndereceğimiz mesajın yapışacağı neler olduğunu dikkate almak zorundayız. Uyku dışında geçirdiğiniz zamanın %80’e varan bölümünü bir şekilde çevremizle iletişim kurarak geçirdiğimizi hatırlayacak olursak, bu ilkenin yaşamımız boyunca ne kadar işimize yarayacağını hesap edebilirsiniz.
[26 KASIM 2007]

| Şu tuzluğu uzatır mısın?
Sürecin ayrıntılarına girmeden söyleyecek olursak, iletişimin başarısı için, kaynağın kime iletim yapacağı (hedef kitle), ne ileteceği (mesaj), nasıl ileteceği (ton ve temalar), nerede ileteceği (mecralar), ne zaman ileteceği (zamanlama) ve kaça ileteceği (bütçeleme) sorularına cevap aramak gerektiğini biliyoruz.
[24 KASIM 2007]

| Kahve-hâneler devinden devâsâ bir adım!
Advertising Age’in haberine göre Starbucks, ABD’de ilk ulusal TV reklam kampanyasını başlatıyor. Starbucks’ın ABD’deki ortalama müşteri trafiği ilk kez bu yılın dördüncü çeyreğinde azalınca, şirket çözümü TV reklamlarında bulmuş.
[21 KASIM 2007]

| “Kuran Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da ise yazıldı.”
Eski alfabemiz Arap kökenliydi, şimdi ise Latin kökenli... Osmanlı döneminde yazıda öylesine bir yetkinliğe ulaşılmış ki “Kuran Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da ise yazıldı.” denirmiş. Arap alfabesini bu ölçüde içselleştirip bir sanat dalı (hat) haline getirdiysek, bunu neden Latin alfabesi için yapmayalım?
[19 KASIM 2007]

| Yeni bir sene-i devriye...
13 Kasım 2005’te başlamıştım, bugün 13 Kasım 2007. Yani üçüncü yaşımıza bastık.
[13 KASIM 2007]

| İmgeleri nesnelere yapıştırmak... Ya da biz kendimizi ne(re)ye yapıştıralım?
Nesnelerle deneyimler arasındaki ilişki, insanın anılarını bir yere bağlama, yapıştırma ihtiyacının sonucudur. Son birkaç yüz yıldır siyasal bir içerik kazanmış olsa bile, vatan algısı da böyle bir şeydir. Toplumsal serüveni somut bir mekana bağlayarak yapıştırmak ve anıları toprakta kökleştirmek... Bu toprağa yönelik tecavüz bu nedenle sert karşılık görür. Çünkü o toprağın (vatanın) yok olması, toplumsal bir yok oluştur aynı zamanda...
[12 KASIM 2007]

| “Duygularla düşün, akılla hisset...”
52. Vedenik Bienali, “Duygularla düşün, akılla hisset. Şimdiki zamanda sanat...” (Think with the senses, feel with the mind. Art in the present tense.) başlıklı temasıyla 10 Haziran’da başlamıştı.
[11 KASIM 2007]

| “Okuyun okuyun okuyun demek yerine, yazın yazın yazın demeliydik...”
Microsoft Türkiye ana sponsorluğunda gerçekleştirilen, benim de konuşmacı olarak yer aldığım Türkiye Blog Konferansı ‘07 organizasyonu 6 Kasım 2007 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu’nda gerçekleştirildi.
[7 KASIM 2007]

| Kalıp sabuncular, pazarlarda sabun köpüğü gibi sönmeden bunu da bir düşünsünler!
Sıvı temizleyicilere karşı sürekli mevzi kaybeden ve ileride daha da fazla kaybetmesi muhtemel olan kalıp sabunların, bedensel ve ruhsal temizliğin vazgeçilmez unsuru olan suyla organik bir bütünlük kurgulama şansı, modern ürünlere göre çok yüksektir. Kalıp sabunlar, algılarda hem fiziksel temizliğin hem de ruhsal arınmanın temel aracı olarak yer edinebilirler.
[28 EKİM 2007]

| “Onların hekimlerden, cerrahlardan ve berberlerden hiç hoşlanmadıklarını gözlemleyebilirsin!”
Annesi babası ölünce bir berber-cerrahın (O dönemde berberlikle cerrahlık arasındaki ilişkiye de dikkatinizi çekmiş olayım. Belki Anadolu’da hâlâ da vardır, berberlerin kan aldığı ve sünnet yaptığı zamanları hatırlarım ben.) yanında çıraklık yapan, daha sonra da İran’a gidip dönemin en büyük hekimi İbni Sina’nın öğrencisi olan İngiliz Rob Cole’un hikayesi anlatılıyor kitapta...
[22 EKİM 2007]

| “Eğlencesiz pazarlama” olur mu?
Bence, eğlenceli pazarlama deyince konuyu iki yönlü incelemek gerekiyor. Eğlenceyi marka konumlandırmasının temel bileşeni olarak kurgulamak ya da pazarlamayı ve tüm pazarlama araçlarını etkili hale getirmenin bir yolu olarak benimsemek... Yani bu iki yön, “eğlenceli bir marka” olmak mı, yoksa “eğlendirerek pazarlamak” mı sorularının cevabını vermektedir. Doğrudan “eğlence markası” olmak ise ayrı bir kategoridir.
[18 EKİM 2007]

| Globalleşme ne demek babacığım?
Homoekonomikus’taki “globalleşme” tanımı benim de hoşuma gitti. Bir soru ve bir cevaptan oluşan diyaloğu buraya aldım, ben de devam ettirdim.
[7 EKİM 2007]

| Siz Ferrari’ye ya da “sır”lara takılmayın sakın... Bilgelik tüketilen değil, üretilen bir şeydir!
Ferrari’yi satmak yerine, aslında modern kitlelelere bilgelik satılıyor. Kimseyi yadırgamıyorum ve suçlamıyorum. Sadece bir hususa dikkat çekmeye çalışıyorum ki, bilgelik, tüketilen değil, üretilen bir şeydir.
[30 EYLÜL 2007]

| “Türk toplumunun henüz kültürel hafızaları parçalanmamış kesimlerinde, binek ve konutun birer kültür kodu olarak derin izleri görülebilir.”
Bildiğimiz gibi toplumsal sınıflar, postmodern toplumsal yapıda değişime uğramış, daha doğrusu eski önemini yitirerek yerini postmodern topluluklara bırakmıştır. Dindarların kendi iç potansiyelleriyle postmodern anlamda cemaatleşme sürecinin yeni bir sentez oluşturduğunu, Batılı toplumlardan farklı olarak ilginç bir sıçramaya yol açtığını düşünüyorum.
[24 EYLÜL 2007]

| Marketingist’e bekliyorum
Avrupa’nın en kapsamlı sektörel organizasyonu olan Marketingist Pazarlama Araç ve Hizmetleri Fuar ve Konferansı, pazarlama zincirinin her halkasını tek bir platformda buluşturmayı sürdürüyor.
[21 EYLÜL 2007]

| Nohuta bulaşan buğday tozu ya da yemeyip içmeyip katile klip düzmek!
AB normlarına göre gıda ambalajları üzerinde yumurta, fıstık, soya fasulyesi, badem, buğday gibi alerjiye yol açabilecek ürünlerle ilgili uyarıların yer alması zorunludur. Bildiğiniz gibi alerji, kimi hassas bünyelerde ölüm gibi vahim sonuçlar bile doğurabilmektedir.
[19 EYLÜL 2007]

| Nevşeer nire, Nevyork nire Hocam?
Teksas Üniversitesi, Dallas İşletme Fakültesi, Organizasyon, Strateji ve Uluslararası İşletmecilik Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tevfik Dalgıç’ın yeni kitabı Handbook of Niche Marketing’i, giriş bölümünden kısa bir pasajın çevirisiyle daha önce burada sizlere “Eşsiz bir grup müşteriye eşsiz bir ürün sunmak...” başlıklı yazımda tanıtmıştım.
[16 EYLÜL 2007]

| Dünya popüler kültürünün düzeyli bir aynası: The Cool Hunter Türkiye’de...
Tasarımındaki yalın şıklığı, fotoğraf kalitesindeki istikrarı ile göz dolduran, takip etmekten hem keyif aldığım hem de öğretici bulduğum The Cool Hunter, artık Türkiye’de ve Türkçe...
[15 EYLÜL 2007]

| Bu ağır haksızlığa karşı bu sessizlik neden? İnternet diye mi?
Internet hukuku yeni yeni oluşuyor, tamam... Ama ortada bariz bir hukuk dışılık ve haksızlık varsa bunun hafifletici gerekçesi bu olamaz.
[15 EYLÜL 2007]

| Sağılmaya elverişli markalar!
Saka, Piyale, Deren, Ona, Luna, Evin, Sabah, Ömür markalarının sahibi Gıda-Sa, iki yüz küsur milyon dolara elden çıkarıldı ve Sabancı Grubu bu operasyonla gıda sektöründen çekilmiş oldu. Türkiye’nin bu kadar değerli görünen markaları acaba ucuza mı gitti?
[23 AĞUSTOS 2007]

| “Liderliğin birinci kuralı: Yönetmeniz gereken ilk kişi sizsiniz!”
“Yönetmeniz gereken ilk kişi sizsiniz.’ Evet, lider olmanın yanında iyi bir insan olmanın da yolu buradan geçer. Sizi yolda gördüğünüz sahipsiz parayı almaktan alıkoyan dürtü, kendinizi yönetebilmenizden geçer. Ancak o zaman sahipsiz bile gözükse sizin olmadığını bildiğiniz bir mala dokunmazsınız. Lider olmak için önce kendinizi yöneteceksiniz.”
[16 AĞUSTOS 2007]

| Pazarlama, reklam ve halkla ilişkiler üçgeni arasında marka...
Bülent Akgül, “Benim mesleğim senin mesleğini döver...” başlıklı yazısında pazarlama, reklam, halkla ilişkiler ve marka yönetimi arasındaki hiyerarşik ilişkiyi irdelemiş.
[12 AĞUSTOS 2007]

| Ziraat treni tartışmalarına “en” son nokta!
Şimdi ben diyorum ki, çalıntı iddialarıyla canı sıkılan, konkura katılan diğer reklam ajansları gözünde töhmet altında kalan, hatta sektör etik değerlerinin de yaralanmasına neden olan iddialar karşısında Sayın Özgür Sağlam, ne yapıp edip, hatta yalvar yakar olup 31 Mayıs 2007 Perşembe günü Ziraat Bankası’nın Ulus’taki merkez binasında yapılan ilk sunumun video kayıtlarını banka yetkililerinden istemeli, hem kendini, hem ajansını, hem de sektörü aklamalıdır.
[7 AĞUSTOS 2007]

| Kafa koldan vazgeçip rakiplere alttan çift dalmak ya da Cola Turka Cappuccino!..
Cappuccino’suyla Cola Turka; bence kafa koldan, kündeden, saltodan vazgeçip (Yoruldu çünkü!) doğrudan rakibe alttan çift dalmıştır. Ancak, çeşitlemelerin devam etmesi ve kola öz-değerlerinin iyice alabora edilmesi, bozulması gerekiyor. Kola tüketicisinin “Coca Cola’dan başkasını içemem kardeşim!” veya “Pepsi yoksa kalsın abi!” mızmızlıkları devam ededursun, Cola Turka Cappuccino veya her neyse, aradan yepyeni bir tüketici kitlesi yaratabilir.
[3 AĞUSTOS 2007]

| Seçmen imaja değil de karizmaya oy verdi demek ne demek, anlayamadım!
İletişimin tamamen kodlar üzerinden yapıldığını bilen bir iletişim hocasının, imajın öldüğünü söylemesi akıl alır bir şey değildir. Kendisi de bilir ki AKP’ye oy veren 16 milyon seçmenin zihninde, ortaklaşan çok şey olmasına rağmen tam 16 milyon farklı “lider imajı” vardır. 16 milyon “gerçek” Tayyip Erdoğan yaratıp bunları kulaklarının deliğinden insanların zihinlerine sokmak ise bilim-kurgu filmlerinde bile abuk kaçar.
[1 AĞUSTOS 2007]

| [Kap]kara tren!
Benim ve ekibimin ürettiği bir fikir, en yumuşak ifadesiyle “izinsiz” olarak kullanılmıştır. Haksızlık etmemek için, en azından şunu söyleyeyim ki, ajansın bu fikrin bir başka ajansa ait olduğunu bilerek kullandığını düşünemiyorum. Bir müşteri talebi olarak iletildiği, ajansın da bunu kullanmak zorunda kaldığı baskın bir ihtimal olarak görülüyor.
[30 TEMMUZ 2007]

| Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu… Bir daha!
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın kimi tatlı, kimi hüzünlü anılarında derin izleri olan “kara tren”in bir gün gelip bana kapkara bir kahır yaşatacağını tahmin etmezdim. İtiraf ediyorum ki, kimsenin rencide olmaması için başlangıçta bu kahrı sineye çekmeyi göze almıştım. Ancak, yıllar önce projenin üretiminde beyin hücrelerini tüketen, sabahlara kadar göz nuru ve alınteri döken değerli bir ekip derinden yaralanmış, gururu incinmiş ve istiskale uğramıştır.
[25 TEMMUZ 2007]

| İşte memlekette siyasal iletişimin en temel sorunlarından biri bu: Bir kuru teşekkürü hak etmedik mi yani?
Hadi, koca bir beş yılı boşa geçirdiniz, geldiniz, seçim öncesine dayandınız, canhıraş bir şekilde atağa geçtiniz, bunu anlayalım. Ama, bugün seçim bitti diye, her şey şak diye kesilir mi Allah aşkına? Bu kadar kahır çektik, oy da verdik, bir kuru teşekkürü hak etmedik mi yani? Bugün de gazetelerde kazanan kazanmayan tüm partilerin çarşaf çarşaf teşekkür ilanlarını görmemiz gerekmez miydi? Bu kadar mı çabuk?
[24 TEMMUZ 2007]

| “Hüzün ki en çok yakışandı[r] bize...”
Hüzün, bir insanlık durumudur. Varoluşun rengidir. Düşünmek ve anlamaktır. Düşünerek anlamaktır. İnsanın, insan olduğunu algılamasıdır. Başkaldırmakla razı olmak arasındaki ince çizgidir. Baba ocağından ayrılan gelinin gözyaşıdır hüzün... Evinden ayrılmanın burukluğu, yeni bir ocak kurmanın, çoğalma ve çoğaltma arzusunun döktüğü gözyaşı...
[22 TEMMUZ 2007]

| Serbest pazar, sadece malların değil, düşünce ve duyguların da serbest dolaşımda olduğu pazardır... Peki, ya yalanlar?
Serbest pazar, sadece malların değil, düşünce ve duyguların da serbest dolaşımda olduğu pazardır, ama yalanlar bozuk mal hükmündedir. Yerseniz midenizi bozar, deponuzu doldurursanız motorunuzu...
[19 TEMMUZ 2007]

| Bu siyaset sezonunun en iyi ilanı: Beş yıllık istikrar ve güvenin CHP tarafından tercümesi...
Bu seçimde, AKP’nin bir sene önceden hazırlıklarını yapıp muhteşem bir açık hava operasyonuna imza atmasını hayranlıkla izlerken, ortaya çıkan her uygulamayı benimseyememekle birlikte CHP’nin de seçim konjonktürünü bu ölçüde yakından takip etmesini takdir etmemek olmaz.
[17 TEMMUZ 2007]

| Mehmet diye seslensem tam iki milyon üç yüz kırk altı bin dokuz yüz yirmi yedi kişi bana bakar!
Öncelikle marka adı özgün ve az bulunur olmalıdır. Beğenin veya beğenmeyin, Tayyip böyle bir marka adıdır. Oysa Mehmet öyle değildir. Strateji-Mori’nin yaptığı araştırmaya göre Mehmet adı Türkiye’de kullanılan erkek adlarının oransal olarak başında yer alıyor. Hem de açık ara farkla...
[15 TEMMUZ 2007]

| “CHP ile Hitler’in seçim afişlerindeki benzerlikler” ya da hop diye bir sözlük maddesinin üstüne atlamak!
Benim derdim CHP, AKP falan değil. Daha önceki Goebbels yazılarımda CHP falan da yoktu zaten. Diğer siyasi partileri de, kullandıkları iletişim yöntemleri bakımından CHP’den daha ileride görmüyorum. Söylediğim şu: Zaman zaman çeşitli şekillerde, çeşitli marka veya partilerde hortlayan “Goebbels ruhu”na teslim olmayalım.
[12 TEMMUZ 2007]

| Kapitalizmin, ataerkilliği ve Mustafalar’ı beslediğinin açık kanıtı: Ayşeler de tadabilir!
Bana göre kadınlar ve erkekler hayatı farklı paradigmalarla yaşarlar. Ve bu paradigmaları değiştirmek mümkün değildir; zaten gerekli de değildir. Evet, bu farklılıklardan ciddi çatışmalar da doğar, mizah da...
[9 TEMMUZ 2007]

| “Toplumun diğer kesimleriyle aramızda kurduğumuz duvarları yıkmadan başarmamız zor.”
“Hedef kitleyi anlamıyoruz. O insanlara uzağız ve saygı duymuyoruz. Satışın temel ilkesidir; saygı duymadığınız birisine mal satamazsınız. İnsanlar yukarıdan bakılmayı, samimiyetsizliği hissederler. Öncelikle iş dünyasında patrondan pazarlama yöneticisine, reklamcıdan araştırma şirketine kadar ciddi bir paradigma değişikliği gerekiyor. Toplumun diğer kesimleriyle aramızda kurduğumuz duvarları yıkmadan da bunu başarmak zor. Türk aydını halkıyla, diniyle, tarihiyle, gerçekleriyle barışmak zorunda. Bunu sağlamadan işimiz zor.”
[3 TEMMUZ 2007]

| Goebbels’in ruhu yakamızı bırakmıyor bir türlü!
Goebbels’in ruhu, nedense bizim yakamızı bir türlü bırakmıyor. Bu ruhu “Başöğretmenimiz İş Bankası!” başlıklı bir yazımdan, bir ara değindiğim Halkbank ve American Siding reklamlarından da hatırlayacaksınız. Siz şimdi “Bu Goebbels’e taktın be adam!” diyeceksiniz. Hayır, ölmüş adama ne takayım, benim taktığım başka bedenlerde ve örgütlerde reenkarne olmayı sürüdürüp duran Goebbels ruhu!
[2 TEMMUZ 2007]

| Yakılan her sigaranın önünde ateş, arkasında ölüm vardır!
Bir sigara tiryakisi olarak söylüyorum ki, sigara içmek gerçekten abuk bir eylemdir. Sigaranın, insanlığın icat ettiği en deli saçması şeylerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Dördüncü milenyumun tarihçileri sanırım bu alışkanlığımızı anlatmak için şuna benzer cümleler kullanacaklardır: “Bir zamanlar insanlar tütün isimli bir otu ince ince doğrayıp 100 mm. uzunluğunda bir kağıda sararlar, elde ettikleri 4 mm. çapındaki şeyi düdük gibi iki dudakları arasında alıp ucundan yakarlar, ottan çıkan dumanı ve bu dumanın içindeki dört bin çeşit zehiri içlerine çekerek bundan keyif alırlardı. Bu da her yıl beş altı milyon insanın ölümüne yol açardı. Ne komik di’mi? Pardon, trajik!”
[29 HAZİRAN 2007]

| Avrupa’dan Asya’ya yürüyerek geçmek veya birkaç dirhem baharat, birkaç arşın ibrişim...
Hangi eğitim, hangi yaş düzeyinde olursa olsun, insanlar böyle hoşluklardan hazzederler. Boğaziçi Köprüsü’nün yaya olarak geçen bir Fransız’ın Paris’e döndüğünde arkadaşlarına “Avrupa’dan Asya’ya Boğaz’ın üzerinden yürüyerek geçtim; aha da le certificat de passage!” demesi az bir hava atma vesilesi değildir yani... Hocalar ve güvenlikçiler fikre burun kıvırdığı halde turizmcilerin üstüne atlaması boşuna mı?
[24 HAZİRAN 2007]

| Ambalaj tasarımı: Çekicilik ve iticilik...
Fazla ayrıntıya girmeden, insan çekiciliğiyle ilgili etmenlerle ambalaj tasarımı arasında bir karşılaştırma yapacak olursak konuyla ilgili görüşlerimizin netleşeceğini düşünüyorum. Çekiciliğin karşıtının ‘iticilik’ olduğunu hatırlatarak...
[23 HAZİRAN 2007]

| “Yaşayan”a değil “yaşatan”a bakacaksın!
“Sadece ‘yaşayan’ içerik” mottosuyla yayın yapan içerik servisi OnVivo, burayı “haftanın yaşayan içeriği” seçmiş. “Yaşayan içerik” yanlış bir tanımlama değil, ama yine de daha doğru ibare “yaşatılan içerik” olmalıydı değil mi? Yani “yaşayan”a değil, “yaşatan”a bakacaksın! Şaka:)
[19 HAZİRAN 2007]

| Annemizin kurabiyeleri tek başına bir “tüketim nesnesi” midir?
“Tüketim nesnesi” bir aşağılama ifadesidir. Ancak başarılı markaların gerçekten bir tüketim nesnesi olup olmadığını tartışmak gerekir mi acaba? Markaların, tüketicinin duygusal ihtiyaçlarına cevap vermeleri, neden açlık içgüdüsüne cevap vermelerinden daha gayri ahlaki olsun?
[19 HAZİRAN 2007]

| “Pazarlama, demokratikleştirici bir güçtür.”
Pazarlama demokratikleştirici bir güçtür. İstediğiniz bir şeyi elde etmenin yalnızca dört yolu vardır; çalma, borç alma, rica etme veya alışveriş. Alışverişi kullanmak (bir şey almak için bir şey vermek) en ahlaki ve uygun yoldur ve pazarlamanın kalbidir.
[18 HAZİRAN 2007]

| “Kültür kodu, şifreli bir kilit gibidir...”
Dr. Rapaille’in yönteminin de sonuçlarının doğruluğu açısından elbette eleştirilebileceğini kabul etmeliyiz. Ancak ben, yöntemden daha çok kültür kodlarının keşfedilmesi gerekliliğini daha fazla önemsiyor ve buna dikkat çekmeye çalışıyorum. Kodlar, ister Dr. Rapaille’in kullandığı teknikle ister başka tekniklerle keşfedilsin, bence bunun bir önemi yok.
[13 HAZİRAN 2007]

| “Her şey bir markadır.”
“Büyük bir marka bir ürüne veya hizmete renk ve tını katar.”
[11 HAZİRAN 2007]

| “Nerede bir çatışma, siyasi kapışma varsa orada dalgalar arası bir fay hattı aramak gerekir.”
“Biz, köylü sınıfını hâlâ yok edebilmis değiliz, sanayileşmeyi bir ölçüde başardık, ama bir kısmımız da servis/bilgi ekonomisinde yaşamaktadır. İşte kafa karışıklığımız da buradan kaynaklanıyor. Toffler’a göre nerede bir çatışma, siyasi kapışma var ise orada dalgalar arası bir fay hattı aramak gerekir. O zaman, son zamanda olan çatışmalara bakarak kimin hangi dalganın parçası olduğunu görelim.”
[8 HAZİRAN 2007]

| “Kültür kodlarını bir kez öğrendiğinizde artık baktığınız şeyin aynı şey olmadığını göreceksiniz.”
Kodlar, birçok farklılıklara ve sayısız ‘neden’lere dayanır. Bizler, bilinçaltımızdan gelen bu ‘neden’lerle büyürüz. Bir kültürün, diğer bir kültüre benzemediği ise çok açıktır. İnsanların çoğu bu değişikliklerin farkında bile değildir. Oysa bu farklılıklar, aslında bizim uygulayacağımız süreçlere de yön verirler.
[8 HAZİRAN 2007]

| Kadraj ve kompozisyon: Ambalaj tasarımı pazarlamanın neresinde?
Ambalaj tasarımıyla ilgili olarak ülkemizde yaşanan bazı sorunlar ve konunun pazarlama iletişimiyle ilişkisi bu yazının ana temasını oluşturuyor.
[30 MAYIS 2007]

| Söz söyleyenine, mesaj gönderenine göre tartılır!
Türkçe’de “Söz sahibine göre tartılır.” diye bir söz vardır. Ben onu “Söz söyleyenine, mesaj gönderenine göre tartılır!” şekline çevirdim.
[26 MAYIS 2007]

| Toplumun “kültür kodları”nı bilmeden pazarlamaya mı soyunuyoruz?
Toplumların, çeşitli olgu ve olaylar karşısında niçin farklı davranışlar sergilediği; yerken, içerken, alışveriş yaparken, konuşurken, severken, kısacası yaşarken neden her toplumun birbirinden ayrıldığının cevabı toplumların kültür kodlarında gizlidir. Rapaille’in bu iddiası yeni bir görüş değilse de yönteminin yeni olduğunu söylememiz gerekir.
[24 MAYIS 2007]

| Sarışın aptal kızlar ve “ortak çağrışımlar analizi”...
Çağrışım düşüncesi; Platon’dan Aristoteles’e, klasik felsefeden psikolojiye, daha sonra da deneysel psikolojiye uzanan disiplinler zinciri içinde incelenegelmiştir. Dilbilimin konularından biri de sözcüklerin fonetik ve semantik çağrışımları üzerine yoğunlaşmıştır.
[17 MAYIS 2007]

| TV’lerde tütün mamülleri, alkollü içecekler ve bir de siyasi parti reklamları yasak!
Sigara öldürür, alkol ocak söndürür! Ya partiler ne yapar? Siyaseti, arz ve talep yasalarının geçerli olduğu/olması gerektiği bir serbest pazar olarak görememe eğiliminin açık kanıtı bu yasak bence...
[12 MAYIS 2007]

| Bir parti, en fazla amblemi kadar güçlüdür!
“Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür.” diye bir laf var ya, şimdi de ben diyorum ki, bir parti, en fazla amblemi kadar güçlüdür. Çünkü amblem önemlidir; bir partinin düşünüş biçimini, vizyonunu, algılamalarını, ideallerini, tasavvurlarını ve daha pek çok şeyini yansıtır.
[5 MAYIS 2007]

| Tüketiciyi bilinçlendirmek... Ya da vatandaşı!
“Bizim ürünümüzü kullanmıyor diye adamı “bilinçsizlikle” suçlamak hangi mantığın ürünüdür yıllırdır anlamam. Şunun adını “tüketiciye kendi mallarımızdan daha fazla kullandırmak” desek de herkes ne yaptığını bilse. Harbi harbi.”
[4 MAYIS 2007]

| “Ailemizin soylu ismi bu peynir tenekeleri üzerinde sonsuza dek yaşayacak!”
Bir markanın ismi, o markanın kaderinde tahminlerin ötesinde önemli rol oynar. Marka ismi, bizzat kendi içinde taşıdığı enerjiyle markanın önünün açacağı gibi, tam tersine, gelişmesine ve ilerlemesine engel de olabilir. Marka isimleri, çoğu zaman stratejik analizler yapılmadan belirlendiği için, inşa faaliyeti için gösterilecek performansın önemli bir bölümü tamir için harcanmak zorunda kalınabilir. Sonuçta, marka isminin tüm arızalarından arındırılması ve markanın önünün açılmasının da bir güvencesi yoktur. O nedenle, hiçbir çaba, daha isimlendirme aşamasında tüm olumsuz etmenlerin bertaraf edilmesinin yerini dolduramaz.
[4 MAYIS 2007]

| Maalesef yeteri kadar yaşlı ve meşhur değilim!
Bloğumla ilgili beni en çok sevindiren şey ise, ziyaretçisi sayısından daha çok, “tema”yla pek de ilgisi olmayanların yine de burayı keyifle takip ettiklerini söylemeleridir ki, bu da benim için az bir övünme vesilesi değildir.
[1 MAYIS 2007]

| “Düşünce suçunu olanaksızlaştıracağız, çünkü en sonunda, onu anlatacak sözcükler kalmayacak!”
“Yenikonuşta bir sözcük var,” dedi Syme, “bilmem duydun mu; ördekdil, yani ördek gibi vaklamak. İki karşıt anlamı içinde taşıyan ilginç sözcüklerden biri. Bir rakip için kullandığında bir aşağılama, aynı düşüncede olduğun biri için kullandığında bir övgü oluyor.” GEORGE ORWELL, BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT’TEN...
[30 NİSAN 2007]

| Gregor Samsa, aslında insana dönüştüğü halde böceğe dönüştüğü yanılsaması yaşamıştı galiba!
Gregor Samsa, kendini insan sanan bir böcek toplumunda aslında insana dönüştüğü halde böceğe dönüştüğü yanılsaması yaşamıştı galiba! Kafka'nın ironilerinden biri işte...
[27 NİSAN 2007]

| Marka, tüketici hakkıdır!
Tüketici haklarını koruyan yasalarda böyle bir madde ya da fıkra olmayabilir. Olmasın. Siz yine de ürün ambalajının arkasını çevirip muhteva (contents) bölümüne bir bakın, eğer mesela aşağıdaki gibi bir muhteva göremiyorsanız hakkınız ihlal ediliyor demektir.
[16 NİSAN 2007]

| Dove güzellik algılamasını değiştirebilecek mi?
Dove, plastik özelliklerin birazcık periferisinde kalan, ancak yine de ondan kopmayan bazı niteliklere dikkat çekerek, aslında bize bir paradigma değişimi öneriyor ve bana göre önemli bir şey yapıyor. Meseleye marka tarafından bakıldığında, herkesin plastik güzellik vaadine yöneldiği bir rekabet ortamında çok başarılı bir konumlandırmayla kendini farklılaştırmayı başaran Dove, böylece hanımların önüne daha kolay ulaşabileceklerine inanacakları bir hedef koyarak geniş bir segmentte etkili olabilmenin yolunu açmış oluyor. Toplumdaki rol-model değişimi noktasında da önemli bir açılım bu...
[13 NİSAN 2007]

| Bahar geldi, saksıları elden geçirmekte yarar var!
Yaklaşık bir buçuk yıldır burada yazıyorum. Yazma serüvenine yeni başlamış biri değilim, ama kabul etmeliyim ki blog yazarlığı yeni bir deneyim... Her şeyi bilen adam olmadığımı çok iyi bildiğime göre niçin ve kim için yazdığım bir muammaya dönüşüveriyor. Eğer varsa, bendeki “bilgi”yi bu blog yazılarıyla acaba size aktarabilir miyim? Veya daha da önemlisi, bende size aktaracak kadar yeterli “bilgi” var mı? Öyleyse niçin yazıyorum?
[9 NİSAN 2007]

| Algılama bir süreç, imaj ise bu sürecin sonucudur...
Aslında “sembolleri anlamlandırma” ya da “sembollerin ortaklığı” kavramları yerine tartışmayı iletişim modeli üzerinden yapmakta yarar var. Çünkü semboller de kodlama sistemi içinde yer alır. Kodlama, bir “zip” dosyası gibi sıkıştırma işlemidir. Bilgisayarına gelen bir “zip” dosyasını o bilgisayarın açabilmesi için bir “expander”a ihtiyacı vardır. Eğer yoksa dışarıdan bir şekilde yüklenmesi gerekir. Yani kodları açmak için (decode) o kodların ortak hafızamızda kod çözücülerinin olması gerekiyor.
[8 NİSAN 2007]

| “Ha gayret Türkiye, DSP geliyor!”
Partilerin siyasi iletişimle ilgili aculluklarını çok net bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Eğer, bizim anlamadığımız meselelerde de aynı trajikomik “tutum”a sahiplerse ve bu halleriyle bizi yönetmeye talip oluyorlarsa vay bizim halimize!..
[7 NİSAN 2007]

| Zaten elitlerle başı hoş olmayan AKP’nin bir de lumpen oylara yönelmesi krizi derinleştirecektir!
Siyaset pazarında iddia taşıyan partiler, tüm pazarlama stratejilerini Türk siyaset pazarının ikili yapıya evrileceği öngörüsü üzerine yapmalıdırlar. AKP’nin elde ettiği mevziyi koruması da, hayatiyetini bu ikili yapının bir aktörü olarak sürdürüp sürdüremeyeceğini belirleyecek stratejilere bağlıdır.
[3 NİSAN 2007]

| Bu tipografik özürlü pankartlar da nerden çıktı böyle?
Son günlerde İBB’nin 3. yıl mesajlarının yer aldığı pankartlar süslüyor (Kirletiyor mu demek gerekirdi?) üstgeçit alınlarını... Tam bir hayal kırıklığı yaşadım.
[2 NİSAN 2007]

| Üretişim!
Tüketicinin üretime katılmaları sürecine yeni bir kavram öneriyorum: Üretişim... Hatta izninizle İngilizcesini de uyduruyorum: ‘Producance’... Karşılıklı olarak ve birlikte üretmek...
[28 MART 2007]

| Güzellik bizzat mesajın kendisi olur bazan...
Güzelliğin, bizzat mesajın kendisi olmasına karar verdiğimizde, reklam filminin stratejik önemi daha da hayati hale gelir. Eğer çözüm ortağınız olarak doğru yönetmeni seçmezseniz, mesajın ve yaratıcı düşüncenin filmsel iletiye dönüştürülebilmesi konusunda duvara toslar, anlatı biçimi ve görsel üslup seçiminde tüm projeyi zaafa uğratırsınız. Ve mesaj buhar olur, uçar.
[23 MART 2007]

| Kalbinizi bozmayın, tabii ki sadece beyti yemeye davet ediyoruz. Yerseniz!
Yıllardır belden aşağı esprili bir mesajla reklamlar yapan bir kurumun yönetim kurulundan saygı duyduğum bir üye “Ama Selim Bey, bizi bu slogan çok meşhur etti.” dediğinde şu cevabı vermiştim: “Şöhret olmakla itibarlı bir marka olmak arasındaki farkı görmelisiniz. Tecavüzcü Coşkun da en az Tarık Akan kadar meşhurdur, hatta o, belki daha fazla sayıda filmde rol almıştır.”
[23 MART 2007]

| “Sevgilinin kulağı şiddetli sözcüklerin hücumuna dayanamaz!”
Reklam yazarları için eski edebiyatımızdaki mecâz, mecâz-ı mürsel, kinâye, tecâhül-i ârifâne gibi söz sanatları bulunmaz bir hazinedir. Bu sanatların bir kısmı zaten bilmeden de olsa kullanılıyor, ancak kuramsal bir altyapı oluşturmak için bunlara göz atmak gerçekten yararlı olabilir. Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiyye (Edebiyat Terimleri) adlı eseri bu konuda iyi bir kaynaktır.
[19 MART 2007]

| Parıltılı havai fişeklerle güçlü roketler arasındaki farkı görmezseniz markanız adına hiçbir hayırlı adım atamazsınız!
Hepimiz biliyoruz ki, bir pazar payına ulaşmadan önce zihinlerde pay kapmak zorunludur. Daha doğrusu, pazar payına ulaşmanın en önemli güvencesi budur. Ve yine hepimiz biliyoruz ki, bir topluiğne başı büyüklüğünde bile olmayan bir delikten zihinlere sızmak ve orada bir yer işgal etmek dünyanın en zor işlerinden biridir.
[15 MART 2007]

| Jean Baudrillard öldü (mü?)
Postmodern bir düşünür değildi, ama galiba postmodernliğin düşünürüydü. Klasik ve modern birçok filozofun “iki kere iki dört”çülüğünü ve kafa konforumuza hizmetini arayanlarca çok eleştirilirdi.
[11 MART 2007]

| Beni kritize et!
Bloglar arasından üç tanesini mimliyorsunuz ve sizi veya sizin bloğunuzu eleştirmelerini istiyorsunuz. Onlar sizi eleştirirken, kendilerini eleştirmek üzere seçtikleri üç isim de onları eleştiriyor. Böylece mim rüzgarı; dağ bayır, köşe bucak, köy kasaba demeden efil efil yayılıyor.
[8 MART 2007]

| Birazcık şeker, birazcık meyve aroması, birazcık reklam ya da “yörüngeye oturmak”...
Jack Trout’un, belki kendisinin de pek önemsemeden satır aralarına sıkıştırdığı “yörüngeye oturtmak” benzetmesini doğrusu çok sevdim: “Bir şirketin ya da bir ürünün ayağını yerden kesmek, tıpkı bir uydu fırlatmaya benzer. Çoğu kez size gereken, sizi bir an önce yörüngeye oturtacak bir itkidir. Sonrasında işler değişir.”
[3 MART 2007]

| “Çox” mesaj eslinde “heç” mesajdır!
Azerbaycan’ın ilk pazarlama bloğu Marketing Defteri’nin sahibi Rustem Memmedov, “Çok mesaj, aslında hiç mesajdır!” başlıklı yazımı Azeri diline çevirip “A. Selim Tuncer’in blogu Türkiye’de Pazarlama Blogları arasında en çox oxunan ve özünemexsusluğu ile seçilen blogdur. A. Selim Tuncer Bey’in yazılarını öz qeleminden oxumaq uçun baxın!” sunuşuyla bloğunda yayımlamış. Memmedov’a teşekkür ediyor ve bu keyifli çevirinin bir bölümünü karşılaştırmalı olarak burada aktarıyorum.
[1 MART 2007]

| Korku pazarlaması!
“Korku, siyasette de çok yaygın olarak kullanılır. Eski bir söz vardır, ‘Kendi ülkende barış istiyorsan başka ülkelerle savaş.’ diye. Olan tehdidi abartmak ya da bir tehdit yaratarak kendini ona karşı çare olarak konumlandırmak, halkı o tehdide karşı kenetlenmeye çağırmak, aksini iddia edenleri de saflıkla, hatta ihanetle suçlamak sık rastlanılan bir oy isteme ya da meşruiyet yaratma aracıdır.” Güven Borça
[27 ŞUBAT 2007]

| Grafik tasarım: İki boyutlu yüzeyde dört boyutlu bir evren yaratmak...
Bir grafik tasarımcının yarattığı eserde üçüncü boyut etki ve duygusunu nasıl yaratacağı cevapsız bir soru değildir. Dördüncü boyuta gelince; bunun, zaman mı, hız mı olduğu konusunda henüz bir netleşme sağlanmamış olmasına rağmen, ben, her ikisini de bu boyutun nitelikleri olarak kabul etmekte bir sakınca görmüyorum.
[26 ŞUBAT 2007]

| “Huysuz ve tatlı adam…”
“Bir keresinde büyük harflerle bir ileti yollamıştım da “Ben yaşlı mıyım büyük harfle yazıyorsun?” demişti. İşte huysuz adamın teki, ne yaparsın. İdare edeceksin der, işime bakardım. Sonra yanıma gelir, muzırca bir şeyler anlatır, kıs kıs gülerek giderdi. İşte o anda unutursunuz ona kızdığınızı!”
[20 ŞUBAT 2007]

| Hiç aklıma gelmemişti; şimdi Ali Saydam’ın bu çıkarsamasına şapka çıkartıyorum!
İletişim konularında bazen haddimizi de aşarak racon kesiyoruz ya, Ak Parti’nin, reklamcı Ali Taran’la anlaşması hakkında fikrimizi soranlara ne dediğimizi burada bir kez de okurlarımız ile paylaşalım ki, kimsenin hakkı kalmasın...
[16 ŞUBAT 2007]

| Ne yazayım ki?
Birçok arkadaş Fındık Tanıtım Grubu’nun yeni kampanyasıyla ilgili neden bir şeyler yazmadığımı soruyor. Ne yazayım ki?
[10 ŞUBAT 2007]

| Michel Foucault’nun ağzına layık halis muhlis Türk sucuğu!
Komşu, “Mayd in Gayseri” diye reklam yapıyor ya, ‘aman biz de geri kalmayalım, her kanala veremiyoruz, bari paramızın yettiğince bir iki haber kanalında görünelim’ psikolojisinin traji-komik bir sonucu...
[6 ŞUBAT 2007]

| Bayrağımız, lumpenlik ortak paydasını paylaşanların ‘sembol-değer’i olma felaketiyle karşı karşıya...
Bu bayrak; taraftarından milliyetçisine, ulusalcısından şarkıcısına, tombalacısından kamu görevlisine, gazetecisinden bilmemnecisine kadar ortak paydası lumpenlik olanların kirletilmiş bir sembolüne dönüşmektedir algılarda...
[6 ŞUBAT 2007]

| Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu…
Buharlı lokomotiflerin çektiği trene “kara” tren diyoruz. Sanki o dönemlerde beyaz ya da başka renk trenler de varmış gibi adına ısrarla “kara tren” denmesinin yine toplumsal hafızada bir karşılığı olmalı. “Kara tren”in “kara”sı ile “kahpe felek”in “kahpe”si arasında bir akrabalık ilişkisi varmış gibi geliyor bana… Bu sıfatlar gerçek anlamda küfür değil, sevgiliye “sitem” gibi bir şeydir.
[4 ŞUBAT 2007]

| Marka genişlemesi, altın yumurtlayan tavuğu boğazlama teşebbüsünden başka bir şey değildir!
Yönetimin, satış mantığına teslim olmasının da haklı gerekçeleri yok değildir. Operasyon maliyetlerini daha fazla sayıda ürüne yaymak ve günün sıkıntılı, yakıcı ihtiyaçlarına kısa vadede çözüm bulmak... Tahrik edici bir başka etmen daha var, ancak bunun daha çok psikolojik temeller üzerine oturduğunu sanıyorum: Şöyle karşısına geçip markamızın ne kadar geniş bir ürün yelpazesi üzerinde yer aldığını gurur ve keyifle seyretmek, ne zengin bir marka olduğumuzu düşünerek koltuklarımızı kabartmak.
[28 OCAK 2007]

| Ankara amblemi ve bir başka parlayan kış güneşi...
Bana göre, “grafik sanatı” diye bir şey olduğu gibi “grafik sanatı kriterleri” diye bir şey de vardır. Ankara’ya reva görülen yeni amblem de bu “değerlendirme kriterleri” doğrultusunda üç bin yıllık Hitit Güneşi’nin üç bin yıl gerisinde kalmaktadır.
[27 OCAK 2007]

| Kimse duymasın, mimlendim!
Öncelikle benim, ‘pazarlama’nın önüne çeşitli sıfatlar takılmasına ve yüzlerce pazarlama çeşidinin icat edilmesine karşı rezervlerimin olduğunu tekrar hatırlatmış olayım. WOMM da bunlardan biri... Buna ‘Word-of-Mouth Advertising’ ya da ‘Word-of-Mouth Communication’ denmesine tabii ki hiçbir itirazım yok. Nitekim, Türkçe’ye ‘Ağızdan Ağıza Pazarlama’ şeklinde çevrilen iletişim yöntemlerinin pazarlamanın bütüncül yapısını tanımlamasına imkan yok. Bu yöntemlerin pekala pazarlama iletişiminin kapsamı içine girdiğini söyleyebiliriz.
[23 OCAK 2007]

| İletişimin ilk kuralı: Sen nerenle konuşursan muhatabın da seni orasıyla duyar!
Muhatabının seni neresiyle duymasını istersin?
[17 OCAK 2007]

| Bütün bu kullandığımız prensipler Goebells’in gö-gö-göbeğinden mi çıkmıştı yoksa?
Ben reklamla propagandanın apayrı işler olduğunu, ancak yanlış olduğuna inanmakla birlikte kimi zaman ve yukarıdaki gibi kimi örneklerde reklamın propagandaya yaklaştığını, daha da önemlisi bambaşka hedeflere sahip oldukları durumlarda bile benzer teknikleri kullanabildiklerini düşünüyorum. Bana göre propaganda diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin, aynı zamanda demokratik rejimlerin henüz demokratikleşmemiş odaklarının işidir. Peki, işe yarıyor mudur? Evet, toplumsal gelişmişlik düzeyine göre değişen oranlarda hâlâ işe yaradığını, Türkiye örneğinde de gördüğümüz gibi, söyleyebiliriz.
[11 OCAK 2007]

| Nisan ayını bekleyemeyeceğim; cumhurbaşkanı adayımı açıklıyorum!
Sivil bir vatandaşın cumhurbaşkanlığı için aday göstermesinin sonuca yönelik bir etkisinin olmadığını biliyorum, ama bunu yapmamın kime ne zararı var?
[09 OCAK 2007]

| Bulmaca gibi tanıtım...
“Kampanyanın kilit mesajı, yani Türkiye'nin marka vaadi olarak konulan şey ne? Deniz ve ören yerleri... Bu marka vaadinin pazardaki diğer rakiplerinden farkı ne? Yok.. O halde bu reklamın çalışmama şansı, turizm sektörünü yine sadece fiyat rekabeti yapmaya zorlaması, markayı ayrıştırarak avantaj sağlama şansını kaçırma olasılığı çok yüksek...”
[07 OCAK 2007]

| “Böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.”
“İyi ki yanımdasın” bayram, “Her şeyi sana borçluyum” bayram, “Hiç pişman değilim” bayram...
[30 ARALIK 2006]

| Erkan Mumcu mu, Mehmet Ağar mı?
Bilinçten bağımsız bir gerçeklik olarak büyüklük, zihinlere öyle yerleşmeyi sağlayamadığı gibi, yine bilinçten bağımsız bir gerçeklik olarak küçüklük, zihinlere büyük olarak yerleşmeyi engelleyemeyebiliyor.
[29 ARALIK 2006]

| Aslında hepimiz özürlüyüz!
Bence, engelli olma durumunu elbette bir ayıp olarak algılama arızasını gidermek için elimizden geleni yapmalıyız. Ancak, kusurları gizlemek son derece doğaldır. Bu şekilde meydan okurcasına, kaba gerçekliğin teşhiriyle toplumsal algıyı düzeltmek mümkün olmadığı gibi, tam tersi bir sonuç bile doğurabilir.
[27 ARALIK 2006]

| Şu “blog” sözünü bir tatlıya bağlasak mı?
Bugün “blog”un “günlük” anlamını çoktan aştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sonuçta kavramın içi farklı uygulama örnekleriyle doluyor. Kavram, ağır ağır oluşuyor yani...
[22 ARALIK 2006]

| “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti.”
Resimde romantizm akımının büyük ustası E. Delacroix (1798-1863) der ki: “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti.”
[22 ARALIK 2006]

| “İnsanı sadece belli bilim alanlarının ışığıyla görmeye çalışmak büyük bir yanılgıdır.”
“İnsan sadece bilen bir varlık değildir. Duyan, diğer insanlarla ilişki kuran bir varlıktır. Geleneğini yaşayan toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla insanı sadece belli bilim alanlarının ışığıyla görmeye çalışmak büyük bir yanılgıdır. Bilim bir nokta-i nazardır. Bir bakış açısıdır. Oysa insan tek bir bakış açısıyla görülemeyecek kadar zengin bir varlıktır.”
[22 ARALIK 2006]

| Time beni yılın adamı seçmiş; oysa, bilişim çağına ve Türk modernleşmesine verdiği inatçı destekten dolayı Karakaçan’ı seçmeliydi!
Ünlü Time dergisi beni yılın adamı seçerek bunu kapaktan duyurmuş. İnanmayanlar için kapak fotoğrafını burada yayımlıyorum.
[18 ARALIK 2006]

| Acaba hangi gazete hangi gazetedir?
Gazete tasarımlarındaki bu aynılaşma yayın ilkeleri ve hedef kitleleri açısından ayrı ayrı kategorize edilmiş ürünlerin hedef kitle bazında birbirine karışmasına neden olmaktadır.
[15 ARALIK 2006]

| Orhan Pamuk’u kutluyor ve herkes babasının bavulunu bir karıştırsa diyorum!
Orhan Pamuk bir ödül almıştır. Ve bu ödül Orhan Pamuk’un şahsında İntibah’a, Felatun Bey ve Rakım Efendi’ye, Çalıkuşu’na, Huzur’a, İnce Memed’e, Devlet Ana’ya kadar çok geniş bir külliyatı sarmalamıştır.
[12 ARALIK 2006]

| Kapitaliste sosyalizm lazımdı, o da bizde vardı!
Sermayeye hizmet eden sosyalist reklamcılar çeliskisi de Tekgündüz’ün yazısında cevapsız bir biçimde bırakılmış olduğu için, üstüme vazifeymiş gibi mevzuya burnumu sokarak bir yorum yaptım. Ama sadece bir yorum, öyle derin analizler falan aramayın. Yalnızca yaptığım bir saptamayı önemsedim, orada araya gitmesin diyerek de yorumu buraya taşıdım.
[9 ARALIK 2006]

| “Bu sutyen ve külotlar İtalya’nın bayraklarıdır!”
Şu Türkiye’nin tanıtımı denilen işe yıllardır hiç ilgi göstermedim. Tanıtım ihalesine demek istemiyorum; kimin yaptığı, ne yaptığı, niye yaptığı gibi konuları, vaka olarak bile önemsemedim. Çünkü konuyu ne taraftan tutsan elinde kalıyor.
[7 ARALIK 2006]

| Bizim tavuk yeme şeklimizle tilkinin tavuk yemesi arasındaki farkın Maslow’la ne ilgisi olabilir?
İnsan olarak, diğer canlılarla bazı noktalarda benzerliklerimiz var. Tavuğu tilkiden farklı yesek bile biz de yiyoruz. Leylek gibi olmasa da içiyoruz. Tavşandan veya gergedandan farklıyız, ama sevişiyoruz. Akşam olunca onlar kovuklarına çekiliyor, bize ise ya fakirhanemize ya dairemize ya da akıllı ‘residence’ımıza sığınıyoruz. Onlar bizim gibi renkli rüyalar görmüyor, biz ise uçan halıda seyahat ederek uyuyoruz. Ve hepimiz aynı oksijeni soluyoruz. Hayatın ve neslin sürdürülebilmesi için bu kadarı da yetiyor zaten... Buna programlıyız ve fizyolojik varlığımızla biz de bu âlemin bir parçasıyız.
[5 ARALIK 2006]

| Ali Saydam “edebiyat yaptığı” için tartışma boşluğa düştü!
Ali Saydam, meseleyi getirdi ve yalnızca “halkın imaj algılaması”na ve sözcüğün halk dilinde kullanılan anlamına dayadı. Oysa ben, bir terimi tartışıyoruz sanıyordum.
[4 ARALIK 2006]

| Biz sizi John Smith’e, Steven Collins’e değişmeyiz!
Kavramlar üzerinde bir uzlaşım olması büyük önem taşıyor. Geçen yazımda bir mutabakat zemini bulduğumu söylemiş ve “Algılama eyleminden sonra zihnimizde oluşan ‘şey’e siz ne diyorsunuz Hocam?” diye sormuştum. Siz de “Algı diyorum Selim Bey kardeşim.” diye cevap vermişsiniz. Tamam işte, buna birkaç on yıldır birileri de ‘imaj’ dedi. Hatta belki yüzlerce yıldır.
[1 ARALIK 2006]

| Ünlü trend avcısı Marian Salzman, trendleri benden takip ediyor!
Seçeneklerin arttığı dünyada tüketicinin “marka sadakati” göstermediğini söyleyen Salzman, perakendede “çokeşliliğin” geçerli olduğunu anlatmış, bu yılın Perakende Günleri’nde...
[30 KASIM 2006]

| Ben bu manipülasyona bayılıyorum nedense!
MS Windows’un masaüstü arkaplanına yapılmış yerel bir müdahale!
[30 KASIM 2006]

| Algılama eyleminden sonra zihnimizde oluşan ‘şey’e siz ne diyorsunuz Hocam?
Algılama bir eylem adıdır. İmaj ise bu algılama eyleminden sonra oluşan şey... Bu nedenle ‘algı’ ve ‘imaj’ın kavram olarak birbirine çok yaklaştığını görürsünüz. Algılama/algı yönetimi (perception management) ile imaj yönetimi (image management) de birbirine çok yakın kavramlardır.
[27 KASIM 2006]

| Dondurmam gaymak demelii, gaymağından yemelii!
Birkaç önemli ödül alan ve Oscar’da da ülkemizi temsil edecek olan Dondurmam Gaymak’ın ezber bozuculuğu, işi sadece amatör oyuncularla kotarmasıyla ortaya çıkmıyor, “sahicilik”e doğru veya gerçekliğin içinden bize doğru atılan ve Yeşilçam şablonlarını darmadağın eden koca bir adım bu... Bizim taşramız, bizim insanımız, bizim imamımız, bizim komünistimiz, bizim camimiz, bizim çilingir soframız ve bizim çocuklarımızla...
[26 KASIM 2006]

| Bilgiyi, servetten sermayeye dönüştürmek..
Maalesef ya dışarıdan devşirme bilgilerle ya da üç beş kavramla vaziyeti idare etmeye çalışan sektörümüzün akademik camiaya ilgisi zayıf olduğu gibi, akademisyenlerimizin de ürettikleri değerlerin hayatta bir karşılık bulması ve uygulama konularında kaygısız olduklarını söylemek zorudayım.
[26 KASIM 2006]

| Laz müteahhitlerin yarattığı mimari vahametle internetteki görsel kirlenme arasında hiçbir nitel fark yoktur!
Halk sanatı örnekleri yüzyıllar boyunca öyle bir süzgeçten geçerler ki, bu süzgeç sayesinde kendilerini eleştirilerden koruyacak mukavemeti kazanırlar. Tamam, bu sanatlarda formlar ve kalıplar , ‘template’ler gibi fazlaca statiktir ve bireysel katkılara az izin verir, kabul. Ani sıçramalar ve devrimler yaşanmaz, ama bu durum aynı zamanda bir güvence oluşturur.
[18 KASIM 2006]

| Bir dergi ve bir karnaval: Grafik tasarım kimin umurunda?
Eğer özel kültürel kodlamaları dışarıda tutacak olursak, doğru tasarlanmış bir grafik eserden, hangi segmentte olursa olsun, herkes bir biçimde, iradi ya da gayri iradi olarak bir estetik algılamaya sahip olur.
[15 KASIM 2006]

| Sene-i devriye...
13 Kasım 2005 günü ilk yazımı yazmışım bu bloğa... Birkaç gün öncesinden bazı denemeler yapıp silmişimdir mutlaka, ama biz nüfus kütüğünü dikkate alalım. “Diyalog bir tür varolma biçimidir.” diye başlamışım sohbete...
[13 KASIM 2006]

| Eğer satışın ütmeyle, yaratıcılığın da hinlikle bir ilgisi yoksa, bunların şeytanla da hiçbir ilgisi olamaz!
Amerikalı reklamcı Luke Sullivan’ın, Türkçe’ye Satan Reklam Yaratmak olarak çevrilen kitabı reklam yaratıcıları için yararlı öğütler içeriyor. Görüşlerinin önemli bir bölümüne katıldığım için, birkaç yıl önce arkadaşlar için bu kitaptan yararlanarak bir çalışma yapmıştım. Sizlerle paylaşmak istedim.
[12 KASIM 2006]

| Utandım!
“Lovemarks” düşüncesinin yaratıcısı, Saatchi&Saatchi’nin CEO’su Kevin Roberts, tasarımı pazarlamanın kalbi olarak tanımlıyor.
[10 KASIM 2006]

| Mesele tek başına yaratıcılıksa, bizim Memet de çok güzel sloganlar “buluyor” vallahi!
Tabii ki stratejisiz yaratıcılığı hiç kaale almıyorum. Zaten mesele tek başına yaratıcılıksa, bu konuda “İkizlere takke!” gibi halk irfanının ürettiği yaratımlarla hiçbir reklam ajansının yarışabileceğini sanmıyorum.
[6 KASIM 2006]

| Bloglar Alemi’nde “ayın bloğu” olmak...
İnternetin İlk Türkçe Blog Dizini Bloglar Alemi, burayı “ayın bloğu” olarak ilan etmiş, tanıtım yazısını da sevgili arkadaşım Zeynep Özata yazmış. Hem Bloglar Alemi’ne hem de Zeynep’e çok teşekkür ediyorum. Mutlu oldum.
[2 KASIM 2006]

| Şanlıurfa’nın etrafı, dumanlı dağlar aman aman!
Pazarlama ve pazarlama iletişimini meslek olarak seçmiş herkesin, elbette dilbilimci olması gerekmiyor, ama bu mevzular üzerinde kesinlikle çalışması ve kafa yorması gerekiyor; en azından üretilen bilimin birer tüketicisi olarak... Onun için ben “Kafa lambasını takmadan maden ocağına inmemeliyiz.” diyorum. Karanlıkta da el yordamıyla bir şeyler bulursunuz, ama gün ışığına çıktığınızda elinizdekinin çoğunun taş toprak, ancak birkaç tanesinin elmas kırıntısı olduğunu görürsünüz.
[29 EKİM 2006]

| Ambalaj, ambalaj değildir; ambalaj markanın bizzat kendisidir!
Bana göre de ambalaj hem kimliğin olmazsa olmaz bütünleyici bir parçası hem de sürekli ve yüz yüze, göz göze marka-tüketici iletişimi demektir. Bu bakımdan da, bütünleşik pazarlama iletişiminin diğer parçalarla en fazla bütünleşmesi gereken stratejik bir ögesidir. Daha ileri gidersek şunu diyebiliriz: Ambalaj markadır.
[27 EKİM 2006]

| Siyaset bayram rehavetindeyken hadi bu kez biz siyaset yapalım!
Siyaset de bir pazardır ve bu pazarda da pazarlama ilkeleri geçerlidir. Siyasi pazar da arz-talep yasaları üzerinde gelişir ve olgunlaşır. Günümüzde, siyasi partilerin pazarlama ve pazarlama iletişimi profesyonelleriyle ilişkilerinin bu ölçüde esnek ve sadakatsiz, parça başı hizmet alımı biçiminde olmasının, henüz pazarın olgunlaşmamış bulunmasından ve eski usul bazı yöntemlerin hâlâ iş görebilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
[26 EKİM 2006]

| “Hiddetinden korkmuyorum ey tanrım, şefkatin titretiyor dizlerimi...”
“Fırtına kuşları gibi içinde uçtuğunuz sert rüzgarlarla yorgunsunuz, günahlarınızla, hiç bitmeyen hırslarınızla yorgunsunuz, kavgalarla, düşmanlıklarla, kızgınlıklarla yorgunsunuz, avucunuzda sıktığınız bir ustura gibi sizi yaralayan bencilliklerinizle yorgunsunuz.”
[23 EKİM 2006]

| “Dünya yine de dönüyor!” diyemeyecek birisiyseniz, emin olun dünyanın döndüğünü de keşfedemezsiniz!
Mustafa Zeyrek diyor ki: “Ben ne olup olmadığımı daha net görmek için bazen bir seçim yaparım ve o seçimi irdeleyerek anlarım ne olduğumu. Örneğin kendinizi bir jüri gibi görün ve bloglar arasında en iyi bloğu seçin. Eğer Selim Tuncer’in blogunu birinci seçiyorsanız; ayrıntılara inebilen, sosyal ve organizasyon yeteneği olan, güncel konulara duyarlı, insani yönü kuvvetli… bir insansınız demektir. Siz hangi bloğu seçerdiniz? Kendinize hiç tercihlerinizin penceresinden baktınız mı?”
[22 EKİM 2006]

| Temcit pilavı değil, harnup şerbeti kabilinden: Logo tartışmasına devam...
Yapı Kredi ile ilgili logo tartışmaları ve Ali Saydam’ın Akşam’daki yazısı: “Çok sık karşılaştığım, ‘Sen de zaten şişmansın!’ şeklindeki zeka özürlü, ‘hasiretlik kokan’, sade suya tirit yanıtları dikkate almıyorum. Ama benim görüşlerime kesinlikle katılmayan iletişimci arkadaşımız Selim Tuncer'in yazdıklarının ciddiye alınması gerektiği inancındayım. Zaman ayırın ve http://selimtuncer.blogspot.com adresinde yazdıklarına mutlaka göz atın. Yazarın aynı sitede benim ‘imaj’ kavramının demodeliği üzerine ve Algılama Yönetimi kitabım hakkındaki olumsuz ve olumlu görüşlerinden de çok şey öğrendim. İletişim dünyasında düzeysiz polemiğe kaçmadan adam gibi eleştiri nasıl yapılır, diye merak edenlere Selim Tuncer eleştirileri bir fırsattır.”
[20 EKİM 2006]


| Bir sonbahar sabahı “açık hava”da Yahya Kemal’e ve Sait Faik’e rastladım!
Basımevi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’na bir sponsorluk önerisi götürüyor: Doğum ya da ölüm yıldönümlerinde anılan, sanat yaşamlarının belli dönemlerinde haklarında etkinlikler düzenlenen sanatçılarımızı daha geniş kitlelerle buluşturacak kampanyalar düzenlemek ve açık havada, yani ‘billboard’larda, duraklarda eserlerinden kısa, tadımlık alıntılara yer vermek...
[19 EKİM 2006]

| Açık hava reklamları kent kimliği ve estetiğinin bütünleyici bir parçası olmak zorundadır artık!
Modern kentleri kuşatan reklam panolarını, kent kimliği ve estetiğinin bir parçası olarak geliştirmek mümkün müdür? Bu soruya ben de hemen olumlu bir cevap veremeyeceğim. Ancak karşı koymak yerine böyle bir arayışa yönelmek bana daha akılcı görünüyor.
[17 EKİM 2006]

| Raf seni çağırsın!
Büyük market zincirleri, daha çok orta ölçekli üreticinin ürünlerinden kendilerince yeterli ciroyu ve kazancı elde edebilmek için raf kirası, gondol, tanıtım bedeli adı altında taleplerde bulunuyorlar. Buna tahammül gösterebilen üretici de zincirlerde yer almak adına bu bedellere razı oluyor. Yani marketler, ellerindeki gücü bir şekilde küçük ve orta ölçekli üreticiye karşı kullanıyorlar.
[16 EKİM 2006]

| “Fayda, sadece susuzluğu giderir, susuzluk ise hiçbir şeydir.”
Mustafa Zeyrek, Pazarlama Köşesi’nde yine ezber bozmaya devam ediyor, kısa ve özlü yazılarıyla... “Satıcı ezberi: Özellikleri unut, faydayı vurgula!” başlıklı yazısında da satıcıların ezberini bozuyor.
[15 EKİM 2006]

| Âdâba uygun olmayan eleştiri sadece âsâp bozar: Hayır, Yapı Kredi logosu tamam değildir!
Ali Saydam’ın birçok şeyini seviyorum da, kullandığı eleştiri yöntemine hasta oluyorum. Yani gerçekten asap bozacak cinsten... Belki bunu benim gördüğümden daha fazla yapıyordur, ama bu yöntemi kullandığı iki eleştirisine rastlamış ve bunlarla ilgili görüşlerimi de yazmıştım. Ne mi yapmıştı? “İmaj” kavramına yüklenmeye başlamadan önce, önce kendine göre bir tanım yapmış, “imaj”ın terminolojik karşılığını ve kavramsal derinliklerini hiç kaale almadan, psikoloji ve bilişsel bilimlerin (cognitive sciences) hiç yanına uğramadan, Hıncal Uluç gibi konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayanlardan feyz alarak “imaj yapmak” gibi, “-mış gibi yapmak” gibi popüler algıdaki yamulmuş eciş bücüş halini karşısına almış ve tabii ki istediği gibi hırpalamıştı. Vallahi, versinler elime öyle “imaj”ı, dedem de hırpalar demek ayıp kaçacak şimdi, ben de hırpalarım.
[12 EKİM 2006]

| Hanımlar! Saçlarınızı dolgunlaştırmadıysanız sakın bu yazıyı okumayın!
Ogilvy’nin bir zamanlar söylediği “Tüketici geri zekalı değildir, o sizin karınızdır.” sözüne inat kadınları, yani tüketicilerini ebleh yerine koyan, onlar yetmiyormuş gibi erkekleri de saç fetişisti salaklar olarak gösteren şampuan reklamına takmadan geçemem vallahi. İsim vermiyorum diyeceğim, ama ne yazık ki vermesem de hemen anlayacaksınız; çünkü aptal yerine konulduğunuz örnekler arasında bu reklam serisinin ayrıcalıklı bir yeri var.
[8 EKİM 2006]

| “Yapı Kredi’den ‘kaybolmayan logo’ istiyoruz!”
Sabah gazetesinin iletişim yazarı Nuran Yıldız da, Chewydent sakızın “kaybolmayan sakız” benzetmesinden esinlendiği bir başlıkla konuyu bu hafta köşesine taşımış. Hep söylerim, kısa yazmak bir maharettir diye. Nuran Hoca bu konuda çok iyi, güzelce özetlemiş olayı...
[8 EKİM 2006]

| İhbar ediyorum: Bazı rakı markaları “her şişede aynı muhabbet” mesajını daha güçlü bir şekilde verebilirler!
Başarılı bir grafik tasarımcı, hiçbir yazı yazmadan bu mesajlardan daha fazlasını aktaramaz mı etiketlerde... Tabii ki aktarabilir.
[7 EKİM 2006]

| “Acaba Andrea bizim yarın nasıl bir plan uygulayacağımızı tahmin ediyor?”
Ünlü amiral Andrea Doria ile Barbaros Hayreddin karşı karşıya. Normal şartlarda derbinin galibinin Andrea Doria olması gerekir. Daha tecrübelidir ve donanması daha güçlüdür. Perde onunla açılır. Çevresine topladığı kurmaylarına “Yarın hangi planı uygulayalım?” diye sormaz! Sorsa, bu ‘stratejik’ bir plan yapma süreci olmazdı. Stratejik plan, hasmın muhtemel planını hesaba katan plandır. Andrea Doria’nın sorusu şudur: “Siz Barbaros'un yerinde olsaydınız, yarın nasıl bir plan uygulardınız?”
[5 EKİM 2006]

| Marka değerini bilmek demek işte bu demektir: Yapı Kredi, Koçbank’a gömülmedi!
Büyük grupların zaman zaman, küçük grupların ise sık sık yapageldikleri gibi, Koç grubu Koçbank markasıyla ilgili olarak duygusal bir tavır takınabilir, bu isim bize babamızın yadigârıdır psikolojisiyle davranabilirlerdi. Hatta, Yapı Kredi üzerine kazınmış, hâlâ da silinmemiş Çukurova izlerini yok etmenin zaman alacağını, “koç” gibi bir grubun “koç” gibi adını taşıyan Koçbank’ın, grup için bir gurur ve itibar simgesi olarak yaşaması gerektiğini düşünebilirlerdi. Ve de açıkça söylemek gerekirse yanlış yaparlardı.
[1 EKİM 2006]

| Önce ekmekler bozulmuştu, hadi yine önce ekmekler düzelsin!
Pazarlama camiası; sanayi devrimi, sanayi toplumu, kitlesel üretim, Fordizm, üreten tüketici (prosumer), kitlesel bireyselleştirme gibi tartışmaları zaman zaman yapıyor. Bugün itibariyle “kitlesel ve hızlı üretim”i tümden reddedebilmek gibi bir şansımız yok. Bu arada da çeşitli sektörler, bu hızlı üretimin olumsuzluklarını gidermek için gerekli önlemleri alıyorlar.
[30 EYLÜL 2006]

| Pazarlama, Marketingist’le “çoğulcu pazarlama”ya doğru evriliyor
“Demokratik toplum kültürel tekelciliği dışlar. Toplumun doğa yasasını gözetir. Bu yasaya göre her toplumda kafa sayısınca görüş, yürek sayısınca sevgi vardır. Çünkü bireyi birey yapan, bireyi tanımlayan şey, eşsiz, benzersiz olma niteliğidir. İnsanlar arasında tek ortak nitelik farklı oluşlarıdır.”
[28 EYLÜL 2006]

| Başöğretmenimiz İş Bankası!..
İş Bankası, geniş bir medya dağılımıyla gerçekleştirdiği son kampanyasında yoklama yaparak hepimize “Burdaaa!” dedirtiyor. Sanırım ses vermeyenler bu sene devamsızlıktan sınıfta kalacak
[28 EYLÜL 2006]

| Fındığın harman, dertlerin derman olması için...
Başlığı bir Karadeniz mânisinden uyarladım. Yemek bloglarının başlattığı Finduk Zamanı oluşumuna öylesine güzel destek ve katkılar geliyor ki, gerçekten dertlerin derman olmaması için bir neden yok.
[26 EYLÜL 2006]

| Kıldan tüyden işler için kendinizi ateşe atmayın!
Hem demografik hem de psikografik açıdan daha alt katmanlarda yer alan hedef kitleye yönelik üretilen iletişim enstrümanlarıyla ilgili olarak bu ölçüde duyarlı davranmanın, bütün bunlar o hedef kitlenin anlama ve değerlendirme sınırlarının dışında kaldığı halde, ne önemi olabilir? Yani bütün bunları Hatice Teyze veya İbrahim Abi nereden anlayıp değerlendirecek de, bu ölçüde saç baş yoluyoruz?
[25 EYLÜL 2006]

| Kır kabuğunu... Sen de katıl!
Yemek bloglarının Finduk Zamanı projesiyle sergilediği bu içtenlik ve heyecan gösteriyor ki Türk fındığı kurtulacak. Bugün ya da yarın...
[23 EYLÜL 2006]

| “Maadem finduk zamaaaanidur, yaparik pişuuuyler daaa!”
Ben burada Türk fındığının nasıl kurtulacağıyla ilgili ahkam keserken birileri çoktan işe el atmış bile... Bazı yemek blogları bir araya gelerek Finduk Zamanı adlı bir oluşum başlatmışlar.
[21 EYLÜL 2006]

| Türk fındığı nasıl kurtulur?
Türk fındığının iç ve dış pazar satış oranını artırmaya yönelik çalışmalar elbette yeterli değildir; önemli olan bu tarımsal ürünü emtia olmaktan çıkarabilmek ve katma değerini artırabilmektir. Yani hedef kitle zihnindeki Türk fındığı algılamasının tarımsal bir emtiadan “marka”ya dönüştürülmesi gerekiyor.
[20 EYLÜL 2006]

| “Baba, siz çocukken bu filmleri mi izliyordunuz?”
RTÜK’ün TV programları önünde çıkan akıllı işaretleri bir işlev görüyor mu, bilmiyorum. Hayır hayır, itiraz etmiyorum, varsın programların önünde iki işaret fazla olsun, ne zararı var ki! Benim merak ettiğim, mesela şiddet/korku içeren program işareti çıktığında evin çocukları hemen odalarına mı kaçışıyorlar acaba?
[19 EYLÜL 2006]

| Pozitivizmin, insanın ve evrenin sırrını çözmesine ramak kalmıştı ki!
Pozitivizmin, insanın ve evrenin sırrını çözmesine, “tek gerçek”e ulaşmasına ramak kalmıştı, ama fırsat vermiyorlar ki:) Oysa hayat ne kadar kolaylaşacaktı.
[18 EYLÜL 2006]

| Sandıktan bulup çıkardığım üç selim formülü...
Sandık karıştırmayı severim. Karıştırmayı bilirim de... Eskidiğini ve işinize yaramayacağını düşündüğünüz bazı şeylerin yepyeni durduğunu görünce hem sevinirsiniz hem de geçmişle ilgili güzel duygular yeşerir içinizde. Evet, gözünüze kestirdiğiniz şey, biraz rutubet ve naftalin kokar, doğrudur. Eğer tek derdiniz buysa, elinizdekini güzelce havalandırmak ve ütülemek yeterlidir.
[16 EYLÜL 2006]

| Uluslararası piyasalarda bugün itibariyle “ham bilgi”nin varil fiyatı...
Bir önceki yazımda, Alvin Toffler’ın “Yeni Güçler, Yeni Şoklar” adlı kitabında, üç çeşit önemli güç unsurundan söz ettiğini söylemiştim; şiddet, servet ve bilgi... Toffler, bilgi konusundaki düşüncelerini derinleştirmeyi ve aktarmayı sürdürüyor.
[12 EYLÜL 2006]

| Soft power: Gücümüz, inceldiğimiz yerdedir!
Bu yılın ilk aylarında “Marketing is power, soft power...” başlıklı bir yazı kaleme almış ve bu yazıda pazarlamanın ince güç (soft power) olduğu görüşünü ileri sürmüştüm. Arkasından sırasıyla “Coca Cola ve soft power”, “Çoğulcu pazarlama” ve “Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?” başlıklı yazılarla bu görüşe destekler aradım. Bu arada, Zeynep Özata da “İnce gücün gücü ve güç kayması” yorumuyla konuya katkı sağladı.
[11 EYLÜL 2006]

| Uysa da, uymasa da!..
Kravat, atkı, şapka gibileri dışarıda tutarsak gömlek, ayakkabı, pantolon, şort gibi hazır giyim ürünlerinin, vücut ebat ve topografyamızla yakın ilişkisi olduğu için üstümüze uydurup satın alınması ciddi bir sorundur. Modelini beğenirsiniz, vücudunuza uymaz; vücudunuza uyar rengini beğenmezsiniz… Desenini beğenirsiniz kesenize uymaz; kesenize uyar, ayağınız girmez. Ciddi bir sorun derken, abartmadığım ortada… Hele bir de, eğer benim gibi ayaklarınız taraklı, boyunuz bir İtalyan modelin yarısı, göbeğiniz önde gitmekte sizle yarışır haldeyse vay halinize! Yandığınızın resmidir.
[10 EYLÜL 2006]

| Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık!
Bazı değerlerimizi, gelecekte de işimize yarayacak, hayatımızı güzelleştirecek değerlerimizi mazide bırakarak kendimizi yoksullaştırmıyor muyuz? Yeni değerler, yeni ilişki biçimleri geliştirdikçe bazı eskileri hayatımızdan kovmak belki de kaçınılmaz bir zorunluluk… Hepsini birden sığdıramıyoruz galiba ceplerimize… Ama bu konuda müsrif bir mirasyedi gibi har vurup harman savurmak, eskiye ait ne varsa yele vermek, yeniliklere kapalı, geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir adam olmadığımı düşünmeme rağmen doğrusu bende huzursuzluk yaratıyor, üzülüyorum.
[9 EYLÜL 2006]

| Dünya, Galileo Galilei’nin kemiklerini sızlatarak düzleşiyor!
“Dünyanın iyice düzleştiği, sistemlerin küreselleştiği, sokaktaki adamın bile bir arkadaşına öğüt verirken ‘artık pazar ülke değil, yeni pazar dünya’ dediği bu çağda, sanal âlem içinde vücut bulan yepyeni bir ruhun yarattığı değişimi gözlemliyoruz. Bu ruh tabii ki; blogging... Kişisel fikirleri, gözlemleri ve bilgiyi hiçbir baskı altında kalmadan, herhangi sansüre yakalanmadan, tamamen özgürce ama kontrolsüzce dışarıya vermenin yeni yolu…”
[8 EYLÜL 2006]

| Pazarlama iletişimi demek, kafamıza logo kakmak ya da gözümüze gazoz şişesi sokmak demek değildir!
İletişim “mesaj”ını “kim”in ilettiği bu kadar önemliyse, ilk “mesaj”ın mutlaka “kim” sorusuna cevap vermesi, ancak bu barajı aştıktan sonra “o”nun ilettiği “mesaj”ların gerçek değerleriyle alıcıya ulaşabileceği size de mantıklı gelmiyor mu?
[6 EYLÜL 2006]

| Sakalım yok ki sözüm dinlensin!
Erkeklerde saç sakal, daha çok da sakal konusunun binlerce, belki de milyonlarca yıldır insanoğlunu ne kadar meşgul ettiğini bir düşünün! Dinler, ideolojiler, moda akımları, iklim koşulları gibi etmenlerin erkeklerin sakallarıyla yakın ilişkisi olagelmiştir hep… İnsan türünün diğer cinsinden farklı olarak, erkeklerin çenesinde ve yanaklarında istem dışı olarak yetişen kıllara sakal diyoruz. Öylesine deyip geçiyoruz, ama antropologlar ya da sosyologlar “Bilumum Berberler ve Kuaförler Federasyonu” sponsorluğunda bu konuyu eni konu inceleseler yeridir.
[4 EYLÜL 2006]

| Ha bu paa iletuşum tersu olsun daa!
Hayır, tahmin ettiğiniz meşhur fıkrayı anlatmayacağım. Ama yine de içinde Temel ile Dursun’un olduğu bir fıkra anlatacağım.
[3 EYLÜL 2006]

| Paylaşmak düşünceyi büyütür, cimrilikse yoksullaştırır
Zihninde düşünce adına en küçük bir kırıntısı olanların bile bu yolla paylaşmalarını arzu ederim. Paylaşmak düşünceyi büyütür, cimrilikse yoksullaştırır. Yazsınlar da nasıl yazarlarsa yazsınlar. Öğreniyorum derken kastettiğim budur; aslında en iyi öğrenciler öğretmenler, en iyi okurlar da yazarlardır. Çünkü yazmak için okumak, öğretmek için de öğrenmek gerekir.
[3 EYLÜL 2006]

| Tüketici poligamik bir canlı türüdür!
Uzun yıllar tüketiciyle marka ilişkisinin monogamik olması gerektiği varsayılır, bu ilişkinin temeline de sadakat kavramı yerleştirilirdi. Bu görüş son yıllarda galiba sarsılmaya başladı. Yakın zamanda yayımlanan Sadakat Söylenceleri adlı kitap bu görüşü epeyce hırpalarken, geçtiğimiz Pazar günü Sabah’taki köşesinde Nuran Yıldız da “Müşteri ve kocanın sadığı olmaz!” diyerek ilişkiyi ihanet noktasına kadar vardırdı.
[31 AĞUSTOS 2006]

| Pazarlama kantarının topuzu başımızda danklamadan!..
Reklam gibi kitlesel iletişim enstrümanlarını kullanan disiplinlerin elbette kendilerine bir çeki düzen verme ihtiyaçları var. Her ne kadar “prosumer” tartışmaları yapsak da, kitlesel üretim bir zorunluluk olduğu gibi kitlesel iletişim de bir zorunluluktur. Her ikisinin de “kitlesel” olmasından kaynaklı arızaları vardır. Bunları gidermek için çözüm yolları aramak gerekir.
[27 AĞUSTOS 2006]

| “Bu, Allah’ın sesi mi yoksa?”
“Hâşâ!” denir, böyle bir laf edince, biliyorum. Ama bir Rus, ne bilir ki?
[27 AĞUSTOS 2006]

| Deneyimleri biraz “net”leştirelim!
Aristoteles, “Bir resim tamamen anlatıma çevrilebilir, tasvir edilebilir.” der. Ona göre, resimdeki temayı, renkleri, ışık ve gölgeyi, form ve perspektifi sözcüklere çevirebilirsiniz ve bu resmin aynısını yansıtır. Platon, Aristoteles’in bu görüşüne karşı çıkarken “Hayır, resimle karşılaşmamız bizim için bir ‘deneyim’dir. Yani resme baktığımız anda bizimle resim arasında bir şey oluşur. İşte o şey, yani deneyim, resme bakmadan öncekiyle baktıktan sonraki arasında bizde oluşan farktır.” düşüncesini savunur.
[26 AĞUSTOS 2006]

| 5. Pazarlama Blogları Karnavalı’na hoşgeldiniz!
Okuduklarınızla iki şeye tanık olacaksınız, biri konu zenginliği ve çeşitliliği, ikincisi ise burada yer alan hiçbir yazarın hiçbir biçimde birbirlerinin yerine ikame edilemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle de hepimiz birbirimizden bir şeyler öğrenirken yine hepimiz binlerce insana bir şeyler öğretiyoruz.
[21 AĞUSTOS 2006]

| Büyüklüklerle övünmek yerine, bayrağı bir “vakar” timsali olarak görmenin ve göstermenin anlamı daha büyük değil mi?
Özgüven sahibi olmamız için çok zengin, çok zeki, çok yakışıklı, çok güzel olmamız gerekmiyor. Oxford’da bir MBA programını da bitirmiş olmayabilirsiniz pekâlâ. Makam mevki sahibi de değilsinizdir, olabilir. Eğer işiniz değilse, bir boks maçında elbette yeriniz ring değil, seyirci koltuklarından biri olmalıdır; onun adı özgüven değil, deli cesaretidir. Ben akıllı insanların sahip olması gereken özgüvenden söz ediyorum. Yani kendine güven duymaktan...
[20 AĞUSTOS 2006]

| “Bu reklamın yu-es-pi’si ne oluyor şimdi arkadaşlar?”
80’lerin sonlarına doğru reklamcılığa başladığımda o büyülü, neredeyse ayet kutsallığındaki o kurtarıcı kısaltmanın kimsenin ağzından düşmediğini hatırlıyorum: USP (Unique Selling Proposition).
[16 AĞUSTOS 2006]

| Şimdi, ölür müsün, öldürür müsün?
El-Kaide’yle ilgili olarak internette gezinirken Bin Laden, Saddam ve kanlı terör fotoğrafları arasında bu görsele rastladım. “Paris kulesine Türk saldırısı!” diyor ve ekliyor: “Bir ölü.”
[15 AĞUSTOS 2006]

| Kategorisinin lider markası: El-Kaide!
Marka kavramına bu ölçekte bir geniş perspektiften baktığımızda, ta en başta markayı negatif ve pozitif markalar diye iki kategoride inceleyebilir miyiz? Bence evet.
[15 AĞUSTOS 2006]

| Markalar ve isimler...
Bir çocuğun doğup, büyüyüp gelişmesiyle bir markanın yaşadığı benzer süreçler arasında ilinti kurmuştum. Peki, yeni doğan bebeklere verilen isimlerle marka isimleri arasında bir ilinti, bir benzerlik yok mu?
[14 AĞUSTOS 2006]

| Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme!
Bir inanışa göre Yunus Emre’nin üç bin manzumesi vardır. Bunlar bir deftere yazılmıştır. Yunus ölünce bu defter, medrese ulemasından Molla Kasım adlı bir kişinin eline geçer. Molla Kasım, bir dere kenarına oturup Yunus’un şiirlerini okumaya başlar. Şiirler içinde medrese inancına uygun olmayanları yırtıp yakar. Bin tanesini yaktıktan sonra yorulan Molla Kasım, diğer bin şiiri yine beğenmediği için sayfa sayfa koparıp kenarında oturduğu dereye atar. Üçüncü bine geçtiğinde ilk şiire gözü takılır. Cennet ve cehennem hakkında medrese inanışları, cahil hocalar ve sahte dervişleri anlatan bir şiirle karşılaşır.
[10 AĞUSTOS 2006]

| Fikir nasıl bulunur?
Bu türden tavsiye içerikli yazılar ortalıkta çok dolaşır, ama bu, benim de hoşuma gitti. Yaratıcılıkla ilgili bir derleme... Yazarı Jack Foster. Young&Rubicam/Reklamevi Türkçe’ye çevirmiş.
[9 AĞUSTOS 2006]

| Ev sahipleri ve misafirler!
Türkiye’deki algılaması itibariyle Coca Cola bu kategorinin sahibidir. Pepsi de yine ev sahiplerinden sayılır. Cola Turka ise daima misafir kalacaktır. Orta vadede pazar paylarının dağılımı bu gerçeklerden bağımsız olarak oluşamaz. 90’lı yıllarda Pepsi’nin, geçtiğimiz yıllarda Cola Turka’nın konjonktürel başarıları bu gerçeği değiştirmez/değiştirmiyor.
[7 AĞUSTOS 2006]

| Katım katım katılım!..
Görünen o ki, katılım bankaları eski alışkanlıklarından kurtulabilmiş değiller. Potansiyel müşteri kitlesi nezdinde hâlâ net bir “katılım bankası” tanımlama ve konumlandırması yoktur. Yine benzer biçimde suya sabuna dokunmayan, son derece yumuşak ve etkisiz mesajlar içeren, heyecansız ve ruhsuz, kendini hissettirmeyen iletişim programları uyguluyorlar. Bu kurumların neden bu kadar risksiz, sönük, mahalle rahibi ya da mistik bir şair gibi ulvi bir tonlama ve edayla, “hepimizin bankası” falan gibi hiçbir inandırıcılık taşımayan bir yöntemde ısrar ettiklerini anlayamıyorum.
[5 AĞUSTOS 2006]

| “Marka, öznelliklerin bir uzlaşısıdır.”
“Kendi zihninde marka değerleri yaratmak ve oluşturmak insanoğlunun doğasında vardır. Zihnimizde insanları markalaştırırız, hayvanları markalaştırırız ve elbette cansız nesneleri de markalaştırırız.”
[2 AĞUSTOS 2006]

| Haydi iyi bir şey yapalım, şu eksik ‘puzzle’ları tamamlayalım!
“Türkçe Wikipedia’ya hak ettiği ilginin gösterilmediğini düşünüyorum. İngilizce olarak 1.200.000’in üzerinde madde varken, Türkçe madde sayısı şu an için 27-28 binlerde. Ve bu maddelerin bazıları yeterli ansiklopedik bilgi içermediği için taslak halinde…Vikipedi’nin gelişmesi için hepimizin katkıda bulunmamız gerekiyor.” Tekno Seyir, bu önemli konuyu gündeme getirmiş, bana da destek vermesi düşmüş. Haydi bakalım, Türkiye’nin birikimini bu özgür ortamda kayıt altına alalım, eksik ‘puzzle’ları tamamlayalım.
[31 TEMMUZ 2006]

| “El male Rahamim...”
Bu söz, sinagoglarda okunan İbranice bir duanın adı... “Tanrı merhamet doludur.” anlamına geliyor. Arapça merhamet, rahmet ve rahim sözcükleri aynı kökten geliyor. Başlıktaki “rahamim” sözcüğünün “rahim”e benzemesi İbranice’nin Arapça’yla birlikte aynı aileye, Sami dil ailesine mensup olmasından kaynaklanıyor galiba. Dil akrabalığı, Yahudiler’le Araplar’ın biyolojik akrabalıklarına da işaret eder (mi?)
[31 TEMMUZ 2006]

| Ben bu kadını sevmiştim
Çok açık yazacağım, feminist hareketlere bir diyeceğim yok, ama temsilcilerine hâlâ mesafeliyim. Tabii ki bir genelleme olmasın, aklı başında herkesi tenzih ederim, ancak bu sözcülerin çoğu makul bir hak arama konumundan daha çok “yırtıkça” bir çıtır çıkarma tavrındadırlar. Ya da bana mı öyle geliyor? Zaman içinde medya aracılığıyla izleyebildiğim kadarıyla Duygu Asena öyle değildi. Sonradan bende hep iyi bir insan izlenimi bıraktı.
[30 TEMMUZ 2006]

| Akıl almıyor!
Baştan söyleyeyim; bugün için geldiğim nokta, eğer İsrail (ve arkasındaki her kimse) barış niyeti taşımış olsa, bölgede barışın sağlanabileceği ve İsrail’in barış istemediğidir. Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Ortadoğu gibi adlarla ifade edilen proje içinde de barış niyeti gözükmemektir. Komplo teorilerine itibar eden bir adam olmamakla birlikte, artık şuna inandım ki, İsrail ve arkasındaki gücü, rasyonel menfaat politikaları bile değil, doğrudan akıl dışı dini bir fanatizm yönetmektedir. Aklıma başka bir seçenek gelmiyor ve onun için “akıl almıyor” diyorum. Sizin aklınız alıyor mu?
[27 TEMMUZ 2006]

| Aslanın midesindeki büyük lokmadan koparabildiğim üç küçük kırıntı...
Küçük dediğime bakmayın, bütün numara bu kırıntılarda... Şahin Tekgündüz, Mah-Zen’de ilginç ve keyifli bir “iş alma” hikayesi aktarmış. Sene 1970. Yani henüz 12 Mart Muhtırası verilmemiş. Transtürk Holding, dönemin koşullarına aldırmaksızın ciddi oranda bir halk arz kampanyası gerçekleştirecek. Arslanın ağzındaki lokma bu... İstanbul’daki büyük ajanslar arasında, Ankara’dan çiçeği burnunda bir ajans da konkura katılıyor ve işi alıyor.
[26 TEMMUZ 2006]

| Bir Ferrari’m olsaydı, kesinlikle ben de satardım!
Yani gördüğünüz gibi iyi öğütler içeriyor kitap. Batılıların Doğu felsefesine duydukları ilginin biraz daha Batılılaştırılmış ve rafine edilmiş biçimi... Hani adında Ferrari falan da geçiyor. Aslında yazar Hint asıllı bir Kanadalı. Babasından dinlediklerini kaleme alması da çok zor olmamıştır herhalde. İlk bakışta, olayın, yazarın başından geçmiş olduğu algısı oluşuyorsa da, Sharma yalnızca bir kitap yazmış, yoksa ne Ferrari’sini satmış ne de turuncu entari giymiş. Tabii, bazı ziyaretlerde bulunmuştur. Bakın, o kadarını ben de yaptım. Hatta ayinlere bile katıldım, ama orada fotoğraf çekmek dünyevi bir iş olarak ayıp kaçardı. Entari ve takunya giymedim yalnızca...
[26 TEMMUZ 2006]

| Mükemmel olmayı bırak, çarpıcı olmaya bak!
Küçük kusurlarınızı dert ederek hem markanızın yönetimini imkansız hale getirirsiniz hem de “kusursuzluk çabası” nedeniyle yaşayacağınız “yetersizlik duygusu” özgüveninizi yeyip tüketir.
[23 TEMMUZ 2006]

| “Bonne pour l’orient!”
Görsel kimlik tasarlamanın kahredici streslerinden biri şudur; kategorinin teamüllerine sadık kalarak özgün ve farklı olmayı başarabilmek... Eliniz kolunuz zincirlerle bağlıyken enfes fırça darbeleriyle muhteşem tablonuzu tamamlayabilmelisiniz.
[21 TEMMUZ 2006]

| Her global marka, doğduğu toprakların gücünü bir biçimde koluna takıp globalleşiyor
Her global marka, doğduğu toprakların gücünü bir biçimde koluna takıp globalleşiyor. İtalyan markaları İtalya, Amerikan markaları Amerika, Japon markaları Japonya algısıyla yanyana büyüyüp serpiliyor. Ülke imajları, markalar için mesafeleri kısaltıyor.
[20 TEMMUZ 2006]

| “Ben nostalji satıyorum!”
Adı Şeker Baba’ymış. Oranın ünlülerinden... Yine geyik bir soru: “Ha ha ha! Peki, nerden aklına geldi senin bu elma şekeri işi?”
[19 TEMMUZ 2006]

| Pazar günleri siz ne yapıyorsunuz?
Bence, en güzel blog okuma günü Pazar’dır. Geleneksel medyada Pazar günlerindeki artışa karşılık, internetteki genel ziyaretçi düşüşünü pek anlamlandıramıyorum. Bunu, evlerde bilgisayar ve internet bağlantısı sayısının düşüklüğüne mi bağlamak gerekiyor acaba?
[17 TEMMUZ 2006]

| Oo piti piiti, karamela sepeti...
Alper Akcan, ilk5 diye bi’şey çıkardı. Şimdi de pası bana atmış. Konu 80’lerin modası... Oysa ben modayı takip etmem, yakışanı giyerim. (Ne geyiktir bu!) 80’lerde moda olanlardan kendime göre ilk beşi sıralamam gerekiyor galiba. Peki.
[14 TEMMUZ 2006]

| Mektup, mail ve fokus grup: “Armut olgunlaşınca dibine mi düşsün, yoksa yukarı mı uçsun?”
Bazan cevaplanmış mektuplar sakladığımız çekmeceden taşmaya başlayınca, çekmeceyi boşaltmak, mektupların belge değeri olmayanları çöpe atmak gerekiyor. Bu mektuplar, Postacı Ahmet Amca yerine, dijital bir platform marifetiyle gelip gittiği için adına “mail” diyoruz.
[14 TEMMUZ 2006]

| İnanamıyorum, Ülker’de neler oluyor böyle?
Gözlerden kaçan bir başka önemli, hem de çok önemli bir değişiklik daha vardı. Yeni ambalajlarda, eskiden Cola Turka logosunun üstünde yer alan Ülker logosu çıkarılmıştı. Ülker’in tüm ürünlerinde üst marka pozisyonunda yer alan Ülker, Cola Turka’dan neden çıkarılmıştı acaba? Ya da böyle başka bir örnek var mı? Hayır, “Ben uyardım da yaptılar.” falan demeyeceğim elbette; koskoca Ülker benim bir lafımla marka stratejisini değiştirecek değil ya!
[12 TEMMUZ 2006]

| Prof. Yavuz Odabaşı: “Yeteri kadar tüketemeyenlerin tüketme haklarını özgürce kullanabilecekleri bir dünyayı gerçekleştirebileceğimize inanıyorum.”
“Paylaşım ve fedakarlık üreticiden tüketiciye kadar geçen bir süreç içerisindeki tüm insanların üzerinde düşünmesi gereken bir tüketim kültürü unsuru haline gelmiştir.”
[11 TEMMUZ 2006]

| Sabah’ın yeni “iletişim” yazarı Nuran Yıldız...
Geçtiğimiz Pazar günkü köşesinde oldukça velud bir profil sergileyen Yıldız’ın, koltuğu doldurmakta herhangi bir sıkıntısının olmayacağını gözlemledim. Yalnızca bir başlangıç heyecanı şeklinde kalmamasını dileyelim.
[10 TEMMUZ 2006]

| Düşünce köprüsü...
Eskiden bilgi eksikliği bir darboğazdı. Darboğaz genişletildi, ama trafik şimdi de bir sonraki darboğazda birikiyor. İşte bu darboğaz ‘düşünce eksikliği’dir.
[10 TEMMUZ 2006]

| Türk entelijansiyasının değişim simgesi bir egosantrik ve Özkök’ün korkusu...
Özkök’ün “Türkiye’nin kimyası bozuluyor. Daha şimdiden, Müslüman dünyanın ‘en fanatik’, en fazla ‘düşmanlık’ üreten ülkesi haline gelmiş.” yorumuna, kimi zaman az, kimi zaman çok, zaten hep öyle olduğumuz için katılmıyorum. Tek bir tesellimiz olabilir ki, bunu eski deyimle “kuvveden fiile” çıkarma konusunda epeyce temkinliyiz. Hatta düşündüklerimiz ve söylediklerimizin tersine bir tutum içinde bile olabiliyoruz.
[9 TEMMUZ 2006]

| Son derece sevimsiz ve gereksiz bir Halkbank yazısı... Yazılmak zorundaydı, ama okumazsanız pek bir şey kaybetmezsiniz!
ActiveLine’ın Haziran 2006 sayısındaki köşemde “Pamukbank markasının ölüsü Halkbank markasını kaç kez satın alır(dı)” başlıklı bir yazım yayımlanmıştı. Tabii ki, pazarlama iletişimi konularıyla ilgilenen biri olarak olayın odaklandığım yanı çok açıktı. Yazık ki Halkbank, bu yazıyı nedense kendilerine karşı yapılmış bir saldırı olarak niteleyip ActiveLine’a (dolayısıyla bana) zehir zemberek cevabi bir yazı gönderdi.
[6 TEMMUZ 2006]

| Canlı bir et parçasına nasıl tutkulu ve vazgeçilmez bir aşkla bağlanırsınız?
Şu yaman çelişkiyi aklınız alıyor mu? Bir annenin, karnındaki üç aylık bir bebeğin neşterle paramparça edilmesine kendi iradesiyle rıza göstermesine bazan içgüdüsel annelik tepkileri bile engel olamazken, aynı annenin, dünyaya gelmiş üç aylık bebeğinin tırnağına zarar gelmesi halinde dünyaları yıkacak, kendini ateşe atacak kadar farklı bir tepki vermesini nasıl yorumluyorsunuz?
[5 TEMMUZ 2006]

| Jazzetta’nın kokusu...
“Fakirin kileri, bugün kokuyor! Buram buram, türüm türüm… Alın size yedi adet yazı… Kokulu silgi de yanında hediyesi!” diye başlamış yazısına Fakir... Affına sığınarak, naçizane sekizinciyi de ben karalamayı denedim.
[4 TEMMUZ 2006]

| Fare deliğine sığmamış, bir de kuyruğuna ‘mouse’ bağlamış!
Mesajınızı sokmak için alıcının beyninde iğne deliği kadar bir aralık bulabilirseniz şanslı sayılırsınız. Onunla da bitmiyor, o deliğin kapısına gelmeden önce de, alıcıyı, mesajın içeri almaya değer bir mesaj olduğuna ikna etmeniz gerekecek.
[4 TEMMUZ 2006]

| Meğer ben de bir “sözlük maddesi” olmuşum!
Ekşi Sözlük’teki “selim tuncer” maddesine geçen gün rastladım. Sağolsun, arkadaş hakkımda güzel şeyler yazmış.
[3 TEMMUZ 2006]

| Yazı, Macintosh’unuzun (ya da PC, her neyse) insafına ve kabiliyetine bırakılmayacak kadar önemli bir konudur.
Bazı sanat yönetmeni ve grafikerlerde (ve de yazarlarda) ünlem imiyle sözcüğün son harfi arasına boşluk koyma gibi yanlış bir alışkanlık var. Bazan soru imlerine ve noktalı virgüllere de aynı muameleyi reva görüyorlar, ama onların sayısı daha az. Oysa ünlem iminin diğer noktalama imlerinden hiçbir farkı yoktur. Allahaşkına, nerden icat ettiniz bunu arkadaşlar?
[3 TEMMUZ 2006]

| Markalaşma arayışlarında sürü psikolojisi sendromu: Bu piliçlere bir horoz mu lazım, ne?
Bazı kategorilerde böyle “sürü psikolojisi sendromu” dediğim gelişmeler yaşanabiliyor. Bu kavram, finans piyasalarında ve borsalardaki krizlerin mantığını açıklamak için de kullanılır. Ama o krizler konjonktüreldir, buradakiler ise kalıcı...
[30 HAZİRAN 2006]

| Vakko Beyoğlu’ndan Kanyon’a gidiyor, yerine Mango geliyor(muş.) E, tabii herkes kendini rahat hissettiği yerde konaklar!
Hürriyet’in haberine göre Vakko Beyoğlu’ndan Kanyon’a gidiyor, yerine Mango geliyor(muş.) Beyoğlu’nun yıllar içinde şekillenen yeni kimliğiyle Vakko kimliği birbiriyle olan ilintisini mi yitirdi yoksa?
[29 HAZİRAN 2006]

| Robinson Crusoe’un Rolex’i günde yedi dakika geri mi kalıyordu?
Bilmem. Zaten Robinson Crusoe’un Rolex’i olduğuna dair elimizde hiçbir veri mevcut değil. Robinson’un bir Rolex’i yoktu elbette. Zaten ona “Issız bir adaya düşseniz yanınızda olmasını isteyeceğiniz üç şey nedir?” diye sorulduğunda Rolex, Range Rover ve Pınar hazır köfte yerine “Tüfek, köpek bir de Cuma!” demiş.
[27 HAZİRAN 2006]

| Kendinden başkasını da düşünmek
Prof. Dr. İsmail Kaya, Ege Cansen’den bir alıntı yapmış ve bu yazıyı bir de Pazarola başlığı altındaki “pazarlama” tanımıyla birlikte okumamızı istemiş bizden. Diyalog’dan da tanıdık olduğunuz bir yaklaşım olduğu için buraya taşımasam kesinlikle başım ağrırdı.
[26 HAZİRAN 2006]

| Anahtarı komşuya bırakmak...
Eskiden tatile gidilirken anahtar komuşya bırakılırdı… Artık o komşu evimize göz kulak olur, yaramaz mahalle çocuklarının bahçeye girip meyveleri talan etmesini engeller, balıkların periyodik yemlerini verir, arada bir pencereleri açıp evi havalandırırdı muhtemelen.
[24 HAZİRAN 2006]

| “Soft power...”
Aydın Doğan Vakfınca düzenlenen 23. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması'nda beni en fazla ilgilendiren Türkiye’den Şevket Yalaz’ın mansiyon alan karikatürü oldu.
[22 HAZİRAN 2006]

| Minarelerden ziyade, bunlar için hazırlanan zarif kılıflara bozuluyorum, söyleyeyim!
Satan satmış, alan almış, vallahi işin o tarafıyla ilgilenmiyorum. Şimdiye kadar da bulaşmadım, bana ne? Ancak bu minarelerin ipek kılıfları benim asabımı, muhtemelen yeni kuşağın da ahlakını bozuyor.
[21 HAZİRAN 2006]

| Değer kavramından ilişki değeri kavramına...
Zeynep’ten... Nefessiz bırakacak kadar uzun bir makale, ama yine de ben üşenmeyin, okuyun derim.
[19 HAZİRAN 2006]

| Da Vinci Şifresi’nin Şifresi!
Gerçekten Sion tarikatı diye bir gizli örgüt var mı? Kutsal Kâse diye bir şey var mı, varsa günümüze kadar gelmiş mi? Kaç tane İncil var ve bunların hangisi doğru? İsa, Tanrı’nın oğlu mu, yoksa herhangi bir insan mı? Leonardo Da Vinci’nin eserlerinde hep böyle şifreler mi gizli? Isaac Newton’ın kafasına düşen elma, Adem’in ısırıp attığı elma mıydı? (Bu son soruyu ben uydurdum. Biraz şifreli bir mizah, iyi gelir!)
[19 HAZİRAN 2006]

| Hani reklamsız da oluyordu?
Benzer satış tekniğini kullanan başka firmalar da yok değil. Hatırlıyorum, yıllar önce bu işi çelik tencereciler başlatmıştı. Yurt sathına yayılmış on binlerce hanım satış temsilcisi, altın günü, gümüş günü, mevlit, düğün, dernek gibi mahallin kadınlarının toplaştığı organizasyonlarda muhteşem ve mucizevi icat çelik tencere takımlarını taksitle falan satarlardı.
[19 HAZİRAN 2006]

| Hah! Nihayet “private label”lar konusunda görüşümü destekleyen bir rapor gördüm.
Marketing Türkiye’yle birlikte verilen aylık perakende dergisi Instore, Haziran sayısında, uluslararası araştırma şirketi Deloitte’in “Perakendenin Küresel Gücü 2006” raporunda yer verdiği “perakendeyi bekleyen yedi risk”i gündemine taşımış. Finansal olmayan riskler, uluslararası ekonomi, uluslararası tedarik zinciri, terörizm, yetenek yönetimi, yeni medya gibi riskler arasında “marka yönetimi” de yer alıyor.
[18 HAZİRAN 2006]

| “Gel hemşo, bir öpem!”
Aslında etnik pazar, bu pazara nereden baktığınızla anlam kazanır. Almanya’nın içinden baktığınızda oradaki Türkler etnik pazarı oluştururlar, İngiltere’den baktığınızda Araplar ve Hintliler... Dünyadan baktığınızda Türkiye de, Almanya da, Japonya da, hatta ABD de etnik pazar sayılabilir.
[16 HAZİRAN 2006]

| Yılların gerisinden seslenen eski dostlar...
Tom Miks, Teksas, Zagor, Tom Braks, Kinowa, Kaptan Swing, Mandrake, Teks, Mister No... Hepsinden neler neler öğrendik. Abimiz, babamız, hocamız, kardeşimizdi onlar. Kişiliğimizin şekillenmesinde ciddi katkıları olmuştur mutlaka...
[13 HAZİRAN 2006]

| Reklamlarınızda bu kelimeleri kullanmamanın mutluluğunu yaşayın!
“Rekabet için elinizde çok fazla şey yoksa, yani “daha”nın yanına bir şeyler koyamıyorsanız, bu beş kelimenin hala en iyi alternatifler olduğunu düşünüyorum. Eğer “daha” hala boşsa; daha ucuz, daha farklı, daha ilginç, daha yararlı, daha kısa... zaten yok olup gideceksiniz. Bunlarla biraz daha idare edin!”
[11 HAZİRAN 2006]

| Buranın arka sayfası da, arka sayfa güzeli de yok!
Eğitimde “havuç” yönteminin işe yarayabileceğini düşünürüm de, bu havuçlara benim pek aklım yatmadı.
[10 HAZİRAN 2006]

| Yani, adam biz ne yaparsak onu yazmıyor mu? Hayır, o ne yazarsa siz onu yapıyorsunuz.
Çağrı Ural’ın “Parola: Kahve!” adlı öyküsü...
[8 HAZİRAN 2006]

| Baykan, bir gün Baymak’ın önüne geçebileceğini hayal etmiş olsaydı yine de markasının adını Baykan koyar mıydı?
Bu reklam, Baymak, pardon Baykan için belki de beklenmedik bir biçimde bazı kilitleri açmıştır, bundan sonraki adımların daha da dikkatli, hem de çok dikkatli atılması gerekiyor. Yoksa bu reklam ”gök kubbede hoş bir sada” olarak kalmaktan başka bir işe yaramaz.
[7 HAZİRAN 2006]

| Olmayacak duaya amin demeye kalkarsak olacaklar da olmaz!
Hayat çeşitli katmanlardan oluşuyor. Bu katmanların en altında cansız varlıklar (belki de canlıdırlar) yer alıyor. Onun üstünde canlı bitkiler, bitkilerin üstünde hayvanlar ve son olarak en üst katmanda da insan... Ve her hayat katmanı, hayatiyetini sürdürmek için kendi altındaki katmanlardan besleniyor.
[5 HAZİRAN 2006]

| Unutmayın: Kanyon’un arka kısmı Gültepe’dir.
Ahmet Hakan’ın Kanyon’la ilgili yazısı...
[4 HAZİRAN 2006]

| Masa da masaymış ha!
Size bir Edip Cansever şiiri okutmak geldi içimden... Öylesine!
[2 HAZİRAN 2006]

| “CMK hükümleri uyarınca dahi verilmiş olan kararın usul ve yasaya aykırı olduğu kanaatine varılmış olmakla...”
Ekşi Sözlük’le ilgili erişimin engellenmesi kararını, bizzat bu kararı veren mahkemenin yeni bir kararla bozmuş olmasını çok değerli bir adım olarak görüyor ve bunun sembolik anlamını önemsiyorum
[1 HAZİRAN 2006]

| Çocuklarıma özgür bir dünya bırakmak, onları esrardan korumaktan daha az önemli değil!
Ekşi Sözlük’ü benimseyip benimsememek ayrı, hukuksuz bir durum karşısında vereceğiniz tepki ayrı bir konudur ve bunun Ekşi Sözlük’le ilgisi yoktur.
[28 MAYIS 2006]

| “Bilmek” değil, yapa“bilmek” kazandırır
“Yapmak için de bilmek gerekir.”
[26 MAYIS 2006]

| Rekabetin bittiği an, bu andır.
Siz vadeleri uzattınız, adam biraz daha uzattı. Siz yine uzattınız, adam da! Siz yine...
[24 MAYIS 2006]

| Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?
“Bilgi çağına özgü mantıksal, lineer, bilgisayara benzer nitelikler üzerine kurulu bir toplum ve ekonomi dönemi bitti. Artık Kavram Çağı’ndayız. Bu çağda yaratıcılık, empati ve büyük resme odaklanmış bir toplum ve ekonomi gerekiyor.”
[23 MAYIS 2006]

| Pamukbank markasının ölüsü Halkbank markasını kaç kez satın alır(dı)?
Bugün, mezarda yattığı haliyle bile Pamukbank markası Halkbank markasından kat kat değerlidir.
[20 MAYIS 2006]

| Renk yalnızca optik bir yanılsamadan ibarettir
“Dünyada renk yoktur; renk sadece bakanın gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını yansıtırlar, ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.” diyor Daniel C. Dennett.
[14 MAYIS 2006]

| O siyah ellerin annesi 1976 isyanında beyazlar tarafından vahşice katledilmişti!
Bu fotoğraflardan bir mücevheratçı reklamı değil, ancak etkili bir ırkçılık karşıtı kampanya üretilebilirdi. Çok da iyi olurdu. Reklam, yalnızca yaratıcılıktan ibaret değildir, yapmayın bunu!
[13 MAYIS 2006]

| “Çoğulcu” pazarlama
Toplumlar, en azından kuramsal olarak ve zihnen çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi benimseme eğilimi taşırken, piyasaların, hâlâ “çoğunluk demokrasileri”nin tahakkümcü ve çoğunluk sultasına dayanan “güc”ünü elinden bırakmamak için direndiğini söylemeliyiz.
[11 MAYIS 2006]

| Sarı-lacivert inekler
Bizim mobilya sektöründe ilginç bir biçimde sarı-lacivert hayranlığı vardır. Taa Orta ve Kuzey Avrupa’dan esen rüzgarlar Kayseri’ye kadar uzanmış, oradan da tüm Anadolu topraklarına yayılıvermiştir.
[11 MAYIS 2006]

| Buna ben de inandım, meğer “gerçek”mişiz!
Pazarlama bloğu sahipleri olarak Marketing Türkiye’nin davetlisiydik. Bu davetin benim için işin en heyecan verici yanı, aylardır sanal ortamda sohbet ettiğimiz, şakalaştığımız, derin tartışmalara giriştiğimiz sanal arkadaşlarla “yüz yüze” ve “göz göze” gelmek ve onların “gerçek” olduklarına tanıklık etmek oldu.
[8 MAYIS 2006]

| “Sözümüz özümüzdür.”
Ayşe Kulin, Ayşenur Yazıcı, Can Gürzap, Hamdi Alkan, Handan Güçyılmaz Serezli, Hülya Koçyiğit, İbrahim Sadri, Kenan Işık, Mehmet Akbay, Nebil Özgentürk ve Zara’ya hepimiz teşekkür etmeliyiz. Sözümüz ve özümüz, yani dilimiz ve benliğimiz adına...
[7 MAYIS 2006]

| Bilgiler algılara, algılar bilgilere bağlıdır
Algı yönetimi, tüm pazarlamacıların ve reklamcıların, aslında iletişim gibi bir derdi olan her profesyonelin eni konu üzerinde çalışması ve kafa patlatması, öğrenmesi gereken bir konudur.
[7 MAYIS 2006]

| Teknoloji Kimin Umurunda: Türkiye’de eşine rastlanmamış bir kitap!
İflah olmaz teknoloji düşmanları, teknoloji ile yatıp kalkanlar, yeni ekonominin yükselişini anlamaya çalışanlar bu kitapta yeni pek çok deneyim bulacaklar.
[6 MAYIS 2006]


| Siz hiç reklam plağı dinlediniz mi?
Siz hiç reklam plağı dinlediniz mi? Plağı alıyorsun, pikaba takıyorsun, keyifle ve pürdikkat dinliyorsun... Ve kendini bilinçli bilinçli reklama maruz bırakıyorsun.
[6 MAYIS 2006]


| Cin fikir, hin fikir!
Pazarlama iletişiminin “cin fikir” bulma gibi bir noktaya indirgenmesi veya böyle bir algı oluşması çok ciddi sakıncalar doğuruyor. “Cin fikir” zekayı değil kurnazlığı ifade eder.
[5 MAYIS 2006]


| Çok mesaj, aslında “hiç” mesajdır!
Çok mesaj, aslında hiç mesajdır. Mesajı ve algıyı bozan çevresel “gürültü”ye bir de kendi ellerimizle yerleştirdiğimiz kendi “gürültü”lerimiz, yani mesaj çokluğu destek vermiş olmakta, algı, bu parazitlerle tümden bulanıklaşmaktadır.
[30 NİSAN 2006]


| Bu herifin banyomda ne işi var?
Elbette ortak olanları da var, ama çeşitli kültürlere göre bazı iletişim kodlamaları değişebilir.
[29 NİSAN 2006]


| Sokağa, pardon karayollarına atılan milyon milyon dolarlar!
Marka kuralları açısından yanlış olanın, iş stratejileri açısından da ne kadar yanlış olabileceği bariz bir biçimde ortaya çıkıyor.
[29 NİSAN 2006]


| İnce gücün gücü ve güç kayması
Zeynep Özata’nın “Marketing is power, soft power!” ile ilgili yorumu...
[27 NİSAN 2006]


| Bakla sever misiniz?
Baklanın en önemli özelliklerinden biri, baharın geldiğini müjdeleyen birkaç sebzeden biri olmasıdır. Baharın ilk günlerinde sofralardaki yerini alır.
[26 NİSAN 2006]


| Mecra ve mesaj
İran asıllı Almanya vatandaşı Miss Germany Shermine Sharivar, Miss Europe 2005 güzellik yarışmasının kraliçesi seçildi ve Türkiye’de Okan Bayülgen’in konuğu oldu.
[24 NİSAN 2006]


| Coca Cola ve “soft power”...
Bir yandan Bush müslümanlara karşı “haçlı seferleri”nden bahsederken diğer yandan Coca Cola, Ülker’in Cola Turka’sını utandıracak biçimde Türk TV’lerinde muhteşem “Ramazan güzellemeleri” yayınlıyordu.
[19 NİSAN 2006]


| Çocukların yetişkinlere karşı daima anlayışlı olmaları gerekir.
Küçük Prens’ten...
[17 NİSAN 2006]


| Kızıl saçlı dişi Rambo
Hedef kitleye, onun zihnindeki doğru kodlamalara uygun mesajlar gönderebilme becerisini gösterirseniz başarmamanız mümkün değil.
[16 NİSAN 2006]


| “Private label” konusuna devam: “Kardeşim, bana ne senin çayının kalitesinden!”
Şahin Tekgündüz’ün yorumu...
[14 NİSAN 2006]


| Reklam yapmaya başlamadan önce yapılacak o kadar çoooooooook şey var ki!
Zorunluluktan ben de kullandım, ama şu “reklam yapma” deyimini öncelikle ve kesinlikle lügatimizden çıkarmamız gerekiyor galiba. “Reklam yapmayacağız da ne yapacağız?” sorusu kafaya dank edince “öncelikle ne yapılacağı” ile ilgili hayati cevapları bulmak mecburiyetinde kalırız da, belki işler şirazesine oturur.
[13 NİSAN 2006]


| “No-name” de bir markadır.
“No-name” bile markadır, ama “private label” üreticiyle perakendecinin ortaklaşa peydah ettiği bir “piç”tir. Cefasını üreticinin çektiği, sefasını perakendecinin sürdüğü...
[12 NİSAN 2006]


| Pazarlama, pazarlama yaklaşımları ve anlambilimsel bir kavram olarak meronimi...
Kulaktan kulağa pazarlama, gerilla pazarlama, yeşil pazarlama, etnik pazarlama, interaktif pazarlama derken, farkında olmadan "pazarlama"yı teknik ve taktik bir araca indirgeme gibi bir olumsuzluğa sebebiyet veriyor olabilir miyiz? Kendi ellerimizle bir "körün fili" algısı yaratıyor olmayalım.
[9 NİSAN 2006]


| Mevzuat değişmedi, ama...
Küçük Prens’ten...
[8 NİSAN 2006]


| Vitra ve Artema’nın logoları daha yeni değişmemiş miydi?
Logolar eskir ve değişir, dogal bir süreçtir bu. Aslında logolar eskimez de, biz yenileniriz, estetik algılarımız değişir.
[6 NİSAN 2006]


| “Marketing is power, soft power...”
“İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanan Harvard’ın Kennedy Hükümet Fakültesi Dekanı Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askeri yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimleri bulunduğu düşüncesinden hareket ediyor. İstediğiniz bir şeyi elde etmenin üç temel yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetinizle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak (şiddet); karşınızdakini çeşitli biçimlerde satın almak (servet); ve “ince güç” kullanarak ikna etmek (bilgi).
[3 NİSAN 2006]


| Haydi pazarlamacılar, pazara!
Gazeteci Fatih Pınar, NTVMSNBC için, foto-röportaj adını verdiği çalışmalar yapmış. Enfes gazeteci fotoğrafları eşliğinde temayla ilgili otantik sesleri bir dosya olarak bir araya getirmiş.
[2 NİSAN 2006]


| “Üreten tüketici: prosumer” tartışmalarına Gaziantep’ten itiraz!
“Üreten tüketici” konusuyla ilgili yazımı tamamlamıştım ki, müşteri temsilcilerimizden Meral Kaya’nın dahili mailimize gönderdiği bir fotoğraf yazının tam tuzu biberi, biraz da arkadaşlar arasında eğlencesi oldu.
[1 NİSAN 2006]


| “Üreten tüketici”ye benden de bir katkı: Üreticiyle tüketici arasındaki yakınlaşma ihtiyacı pazarlamayı doğurmuştur.
Zeynep Özata’nın “Tüketen Üretici: Prosumer” yazısını ve altındaki yorumları okuduysanız bu yazıyla daha kolay bir ilişki kurarsınız.
[31 MART 2006]


| Tüketen üretici: Prosumer
Zeynep Özata'nın “Tüketen üretici: Prosumer” ve “Peki, ama neden?” başlıklı yazıları...
[29 MART 2006]


| “Yüksek” teknolojinin sunduklarından “daha da yüksek” değerler var.
Teknolojinin kendisinden değil, onun kendisini “insansız” bir biçimde yüceltmesinden ve tarzını sorgusuz bir biçimde dayatmasından söz ediyorum; “Teknolojik dedin mi, böyle olur işte!” havasından...
[26 MART 2006]


| “Eğer elli üç dakikam olsaydı bir su pınarına doğru ağır ağır yürürdüm.”
Küçük Prens’ten...
[25 MART 2006]


| “Adam gibi adam” ve “kadın dediğin...”
“Kadın dediğin güzel olacak ama eli yüzü düzgünden çok öte bir şey. Zeki olacak zeki, seni bir hamur gibi karmasını da bilecek, o hamura kendini katmasını da.”
[23 MART 2006]


| Dengeleme
“Alacakaranlık Kuşağı” şairi, sevgili arkadaşım Ahmet Erhan'ın “Dengeleme” adlı şiiri... Dünya Şiir Günü münasebetiyle.
[22 MART 2006]


| Nutymax’i en çok Şölen yiyor!..
Maalesef bizde yanlış bir inanış var; üst markayı baskın bir biçimde kullanırsak yaptığımız reklamların bir kuruşunun bile boşa gitmeyeceğini, burada işe yaramazsa, en azından üst markaya (Şölen) yatırım yapmış olacağımızı düşünüyoruz.
[22 MART 2006]


| “Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens'ini, elbette çocuklar da okuyabilirler. Ama o, aslında yetişkinler için yazılmış bir kitaptır.
[15 MART 2006]


| Mümkün olsaydı, “tüketici” yerine “yenidenüretici” demeyi tercih ederdik!
Biz, insanların düşgücünü harekete geçirmenin nasıl bir yaratım, nasıl bir “yenidenüretim” süreci başlattığını çok gördük.
[11 MART 2006]


| Halk “bunu” istemiyordur da, verilince n’apsın, kırmamak için alıyordur!
Bazı insanların, komşunun kapısını penceresini gözetlemelerindense, acaba bu karşı konulmaz duygularını sanal ortamlarda tatmin etmeleri daha mı iyidir?
[4 MART 2006]


| Sağlam bir “strateji” üzerine çakılmayan hiçbir “anlam” algısal bütünlüğe sahip olamaz.
Pazarlama iletişimi "yaratıcı" profesyonellerinin manifestosu. Bence.
[2 MART 2006]


| Gelecekte “pazarlama” olmayacak!
Peki ne olacak?
[28 ŞUBAT 2006]


| “Logomuzu biraz daha büyütün. Yerimiz var, lütfen biraz daha!”
Bir mesajı iletme çabası içinde olan grafik bir eserde belki de en önemli husus, hem eserin muhatabının “algı”sını denetlemek hem de iletişimin hiyerarşik düzenini kurgulamak amacıyla elemanların birlerine olan oranlarına dikkat etmektir.
[27 ŞUBAT 2006]


| Ürünleri değil, ürünlerin arkasındaki fikirleri satarsınız
Pazarlama Yöneticisi Tanju Sunay'ın "Pazarlama yönetiminde son nokta: Ürün geliştirme" başlıklı yazısını "yorumsuz olarak" sizinle paylaşmak istiyorum. [26 ŞUBAT 2006]

| Reklam ve şöhret
Özellikle reklamlarda ünlü kullanma, “ünlü”nün marka olma gücünü markaya katmak ve yukarıdaki markayla aynı “irtifa”ya yükseltmek amacını da taşır. Böylece "ürün/marka" için bazı mesafaler kısalabilir.
[25 ŞUBAT 2006]


| Su: Temizlik, arınma ve marka...
Birçok din ve kültüre göre temizlik eylemi fiziksel anlamda kirlerden kurtulmak yanında, aynı zamanda bir manevi arınmadır. Hemen bütün dinlerde arınma (purification) ve yenilenmeyi sağlamak için çeşitli şekillerde su kullanıldığı bilinmektedir.
[24 ŞUBAT 2006]


| “1 liralık kahveyi 7 liraya alanlar salak mıdır?” Soru yanlış, çünkü 7 liralık kahve 1 liralık kahve değildir.
Markayla ilgili olarak vaadedilen fiziksel faydalar (physical benefits) konusunda belki tüketici kandırılabilir. Ancak, hiç kimse markanın duygusal faydaları (emotional benefits) konusunda hiç kimseyi kandıramaz.
[23 ŞUBAT 2006]


| “Japonlar yazılarını nasıl okuyorlar?” demeyin, biz de aynen onlar gibi okuyoruz.
Sözcüklerin simgeye dönüştürüldüğü dönemlerde "okunduğu gibi yazılmak, yazıldığı gibi okunmak" gibi bir konfor söz konusu olabilir. Ancak telaffuz değiştiğinde imla değişemeyeceği için bu konfor ilelebet sürmez.
[22 ŞUBAT 2006]


| Bazı marka “duruş”ları ya da “durum”ları...
Hayatımızda ne kadar çok "ilişki" yaşıyoruz. Markalarla yaşadığımız da bunlardan biri... Her markanın kendine göre bizimle bir ilişki kurma biçimi, birer “kişilik” olarak karşımızda bir “duruş”ları vardır.
[19 ŞUBAT 2006]


| Brev fra et Andet Danmark
İnternetin, nasıl sınırları aşıp da barış için dayanışmayı sağlama noktasında işlev görebileceği de almamız gereken başka bir hisse...
[17 ŞUBAT 2006]


| Opel, otostop ve...
Hanımların büyük çoğunluğunun bugünlerde "fındık" almaktan imtina ettiklerini duyuyor ve çevremden gözlemliyorum. Peki Atlas Jet'le yolculuk yapıyorlar mı? Opel Corsa Silverline hakkında ne düşünüyorlar?
[15 ŞUBAT 2006]


| Eski albümlerden kalbime düşen kor...
Yalnızca bir şair değil, ülkesi için düşünen, ıstırap çeken bir aydındı Behçet Aysan. Şablonlara itibar etmez, beyin duvarlarını çatlatırcasına düşünürdü. Sakin yaradılışlıydı, ama anlatırken heyecanını gizlemezdi. "Doğuştan iyi" adamlardandı. İyiydi.
[14 ŞUBAT 2006]


| Pazar, muhaveredir.
Belki "sohbet" ya da "diyalog" da olabilir. Bu da eski olacak, ama "muhabbet" de diyebiliriz.
[14 ŞUBAT 2006]


| Kurtlar Çorbası
Kabul etmek gerekir ki, Kurtlar Vadisi ekibinin yaptığı en başarılı şey, satılabileceğini düşündükleri tüm değerleri bu “çuval”a doldurup “arz” etmeleri… Bu nedenle “Kurtlar Çorbası” diyorum.
[13 ŞUBAT 2006]


| Hey gidi günler!
O zamanlar bıyıksız olmak delikanlılığın raconuna sığmazdı. Şimdi bıyıklarımızı da "AB müktesebatına uyum kapasitesi" kapsamında Kopenhag kriterlerine uydurduk. Hey gidi günler!
[10 ŞUBAT 2006]


| Üstüme vazife olmayan, fakat burnumu soktuğum mevzular...
Ben onu bunu bilmem. Kapitalizmin doğuşuyla ilgili en keyifli yorum; sermaye birikiminin öncelikle feodal ilişki biçiminin içinde yer alan değirmenler, şaraphaneler gibi merkezlerde oluşmaya başladığı, buna karşılık şövalye ruhunu ve feodal ahlakı savunmak üzere Cervantes'in Don Quijote'u buralara saldırttığı ve sonunda feodalizmin, kapitalizmin yeldeğirmenlerine yenildiğidir.
[8 ŞUBAT 2006]


| La havle!
Pazarlama sosyal olduğu kadar, antropoljik bir olgudur da... İlk insandan bu yana temel kuralları değişmemiştir, gelişmiştir. Sahtekar bile, içgüdüsel olsa da, bu kuralların bir kısmını uyguladığında görün neler oluyor?
[6 ŞUBAT 2006]


| Algı ve gerçek: Algı gerçektir... Ve değiştirilebilen tek gerçek algıdır.
“Bilinçten bağımsız olarak var olan gerçek”i değiştiremezsiniz, zaten bunu değiştirmeye muktedir olsanız bile işinize yaramaz. Çünkü bilinçler kendi “gerçek”lerini, sizden ve “gerçek”ten bağımsız olarak yaratmaya yine devam ederler. Ama bilincin tek “gerçek”i olan “algı”ları değiştirebilirsiniz. İşinize de yarar.
[6 ŞUBAT 2006]


| “Vallahi, biz çocukken…”
Bu arada ben de kuşağımı öğrenmiş oldum: Baby Boomers... Yani doğum oranının yüksek olduğu bir dönemde doğmuş kişilerin oluşturduğu kuşak. Anlaşıldığı gibi ortalıkta "biz"den çok var. "Arz"ın yüksek olmasıyla "değer" arasındaki ilişkiyi de "pazar"ın insafına değil, sizin "vicdan"ınıza bırakıyorum artık!
[30 OCAK 2006]


| Blonde bride aman... Aman aman!
İletişim yatırımına başlamadan önce “ne”yin iletişimini yaptığınızı tekrar gözden geçirin. Tekrar tekrar! İşin her santimetrekaresi düzgün olsun, mesele sadece bu. Kritik bir yerde yapılan hata bir çuval iniciri berbat edebilir çünkü.
[29 OCAK 2006]


| Hamas’ın “imaj”ını ve Filistin’deki dengeleri değiştiren iletişimci
Hamas, benimsediği “pazarlama iletişimi” stratejisiyle önemli bir “değer” elde etmiştir. Bence, bunu kaybetmemek için olsa bile “realite”nin yeni “imaj”a ters düşmemesi uğruna elinden geleni yapacaktır.
[27 OCAK 2006]


| Bir âdet ve âdet kanı güzellemesi: Kotex
Film, ben kadınım ve kadın budur diyor. İkna ediciliği zayıf, uçan kaçan kadınların yer aldığı diğer ped reklamlarının yanında kadını bambaşka bir yerden yakalayor.
[25 OCAK 2006]


| Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramı ve marka/ihtiyaç ilişkisi
Geçenlerde, bir reklamcı arkadaşın kendisiyle yapılmış bir söyleşide “Marka bir ihtiyaç değildir, bir arzu nesnesidir.” biçimindeki ifadesini görünce, içimden “Arzulamak bir ihtiyacın sonucu değil midir?” diye geçirdim. Tabii sözü edilen “arzu”nun “hangi ihtiyacın sonucu” olduğunu görmek için de Maslow’un piramidine bakmak işe yarayabilir.
[24 OCAK 2006]


| Bloglar bir trend mi, yoksa büyük bir buluş mu?
Büyük buluş olan ve "rahim" işlevi gören, internet... Bu "ortam"da, bakalım başka neler döllenip gündemimize oturtacak?
[23 OCAK 2006]


| Kuş gribi mi, insanlık gribi mi?
İnsanlık bir taraftan uygarlaşma çabası içinde olurken, diğer taraftan "vahşi" yanı paçalarından aşağı doğru çekiştirip duruyor.
[21 OCAK 2006]


| Cezaevi tanıtımında “celebrity” kullanımı...
Acı, hüzün, hasret sözcükleri ifade edemezler burayı, aczlerinden utanırlar. İnsanız, "ceza"yı görüp "suç"u bağışlar, "suçu" duyup "ceza"yı az bulabiliriz. Sinop Cezaevi için "gerçek öyküler" ve "gerçek türküler" harabesi denilebilir.
[18 OCAK 2006]


| Fortis yalnızca Dışbank’ı değil, bizi de satın aldı
Fortis, 985 milyon Euro’ya insan kaynağı, binaları, ekipmanları, işletim sistemi, en önemlisi müşteri portföyüyle birlikte çalışan bir organizasyonu satın aldı. Ama, yaptığı etkin iletişimle de bizi satın aldı. Ne kadar ucuza gittiğimizi farkediyor musunuz?
[15 OCAK 2006]


| Bakın, işte bu iyi GİTT’i...
Özellikle erkek çocuklarının otomobil dünyasına karşı ilgisini bilirsiniz. Akaryakıt istasyonlarının otomobille olan ilgileri, onları da çocukların gözünde odağa oturtuyor.
[12 OCAK 2006]


| Eğer “her şey Türkiye için”se, lütfen şu “herşey”i düzeltelim.
Türkçe de Türkiye'den sayılacağına göre bu hizmeti bekleriz. Çünkü Türkçe'de "her şey" ayrı yazılır. Üstelik eski TDK, yeni TDK, Dil Derneği, Ali Püsküllüoğlu arasında hangisini dikkate alırsanız alın, ihtilafsız ve tartışmasız bir konudur bu. Akparti, herhalde bize yeni bir imla kuralı dikte edecek değildir.
[11 OCAK 2006]


| Ali Saydam: Kadınlar! Haydi fındık almaya!..
“Fındık Tanıtım Grubu, web sitesinde ilk kampanyada yüzde 30 artış sağlandığını söylüyor. Fındık üreticileri de battıklarını... İnşallah bu sefer satarlar da, biz de tükürdüğümüzü yalar, "değerler falan önemli değildir, aslolan reklamın yaratıcı, konuşturan, 'güzel ve çarpıcı' olmasıdır" deriz...”
[11 OCAK 2006]


| FTG’de sağduyunun sesi… Eşbaşkan Özongun: “Türk vatandaşının değerlerine özen göstermemiz lazım.”
Çocukluğumu fındık taneleri üzerinde kayıp bir yerlerimi inciterek geçirdim. Bu nedenle fındıkla ilgili olarak, her toplumda az ya da çok rastlanan düşük profilli belden aşağı erkek kültürünün dile düşürdüğü “afrodizyak” yaklaşımının Türk Fındığı’nı kirletmesine üzülüyorum doğrusu.
[6 OCAK 2006]


| Marka adı seçiminde “Buralar benden sorulur!” psikolojisine taze bir örnek: Türkiye-Finans-Katılım-Bankası...
Yaygın temel yanlışlardan biri de kategori adlarını marka adı haline getirmektir. “Kategoriyi ben temsil ediyorum.” gibi bir iddiayla yola çıkılarak jenerik bir isim belirlenir, ancak bir süre sonra o kategorinin o kadar çok sahibi çıkar ki, bunların hepsi küçük ortaklardan biri oluverir.
[5 OCAK 2006]


| Bana marka adını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Marka adı, marka bileşenleri arasında yer alır ve marka yaratım sürecinin ilk önemli basamaklarından biridir.
[24 ARALIK 2005]


| De Gaulle: “Üç yüz yirmi beş çeşit peynir üreten bir ülkeyi yönetebilmek kolay değil!”
Bilelim ki, maliyeti en düşük, katma değeri en yüksek ve tükenmeyen tek kaynak "yaratıcılık"tır. Adı üstünde "yaratıcılık"...
[20 ARALIK 2005]


| Evet, “algı” her şeydir. Peki “imaj”?
İşimiz, sonuçta istediğimiz “algı”yı oluşturabilmektir, ama iletişimin itme (push) ve çekme (pull) süreçlerinin tümü sistematik ve senkronize bir biçimde yönetilirse sonuca ulaşılabilir.
[18ARALIK 2005]


| "Marka odaklı" bir özelleştirme yaklaşımı önerisi: Bir türlü özelleştirilemeyen Çaykur

Çaykur, ne kadar hak ettiği çok tartışmalı olan itibarının saltanatını hala pazarda sürdürüyor. Geniş ve hantal gövdesiyle pazara oturmuş, pazarın önemli bir bölümünü doldurmuş bulunan Çaykur, rekabet fırsatları konusunda eşitliği bozduğu için de pazar bir türlü olgunlaşamıyor.
[15 ARALIK 2005]


| “Tepsi Marka” ya da “Markalar Tepsisi”...
Aaker, marka ilişkilerini altmarkalar (subbrands), onaylanan, desteklenen markalar (endorsed brands), markalar evi (house of brands), markalı ev (branded house) şeklinde dört ana kategoride topluyor ve alt açılımlarla dokuz tür marka ilişkisi tesbit ediyor.
[15 ARALIK 2005]


| İtibarsızlaşan “ISO”lar, itibar kazandırır mı?
Belki de “itibar”ın en fazla lazım olduğu şey, bu sertifika sistemidir. ISO’lar İsmail'e, HCCP ise Hasip’e dönüştü iyice!
[13 ARALIK 2005]


| Bir veda mektubu :(
"Kendini" bırakıp gitmek zorunda kalıyorsun. Aynı zamanda "giden", "kalan"ın da bir parçasını alıp götürüyor. Bir parçalanma, karşılıklı bir savrulma... Onun için sert oluyor gerçekten.
[13 ARALIK 2005]


| “Helal”inden bir yazı: Yeşil pazarlama…
“Helal gıda sertifikası”nın laikliğe aykırılık durumu, hangi noktadan oluşuyor? Böyle bir standart olamaz mı? Olursa bu stantardı TSE mi, yani devlet mi belirlemeli? İtirazlar standarda mı, yoksa standardın devletçe belirlenmesine mi?
[11 ARALIK 2005]


| Türk satıyor, Türk alıyor, İtalyan’ın ruhu bile duymuyor!
Biz kendi ülkemizin marka değerini arkamıza almaktan mahrumken, Türkiye’de, elalemin marka değeri katkılarıyla gömlek üretiriz, ayakkabı satarız, kravat satın alırız.
[10 ARALIK 2005]


| Her marka, bir uygarlıktır.
Ünlü tarihçi Arnold Toynbee, uygarlıkların oluşması ve gelişmesi için “göğüslenebilir bir meydan okuma” faktörüyle karşı karşıya gelmelerinin şart olduğunu söyler. İklimler, bitki örtüsü, komşu toplulukların baskıları gibi etkilerin göğüslenebilir tehdidi olmadan bir uygarlığın doğması mümkün değildir.
[7 ARALIK 2005]


| “Pe-te-te” mi, “pıtıt” mı?
PTT’nin amblem ve logosu sanırım birkaç yıl önce değiştirildi. Eskisini unutttum bile, ama sanki kamu kuruluşları arasında iyi bir ambleme sahip nadir kuruluşlardan biriydi.
[6 ARALIK 2005]


| Markanın meşruiyet çizgisi
Markayla ilgili olarak, aynı zamanda "meşruiyet algısı"nı sağlayan, "markanın herkes tarafından biliniyor olmasının bilinmesi" durumudur.
[5 ARALIK 2005]


| Linklerle ilgili bir açıklama: Keşke dışarıda da böyle bir dayanışma olsa!
Link verdiğim hiçbir sitenin içeriğine kefil değilim. Bu sitelerde katıldığım veya katılmadığım görüşler yer alabilir. Ancak ne olursa olsun, değer vermediğim sitelere iş olsun diye link vermem.
[4 ARALIK 2005]


| Marka adı Törökország!
Öncelikle şu “Türkiye’nin tanıtımı” söyleminden derhal vazgeçmeliyiz. Ne demek Türkiye’nin tanıtımı?.. Kavramları doğru kullanmadan eylemleri doğru yönetmek mümkün değildir.
[3 ARALIK 2005]


| Fokus grup ölüyor mu, yoksa zaten ölü mü doğmuştu?
BusinessWeek'in haberine göre, Yahoo'nun pazarlama direktörü Cammie Dunaway, artık 'focus' grup çalışmalarını terkettiklerini söylüyor(muş). Farketing.com bu konuya değinmiş ve "İnsanları bir odaya koyup, aynanın arkasından hareketlerini izlerken nasıl normal davranmalarını beklersiniz? İnsan hayatı bu kadar kontrollü müdür? Rahat koltuklarda üzerimizde hiçbir etki/baskı yokken verdiğimiz tepkilerle, normalde etrafımızda sayısız mesaj/yönlendirme varken verdiğimiz tepkilerin aynı olmasını beklemek ne kadar doğru?" sorularını sormuş.
[21 KASIM 2005]


| Farklılaşmanın farklılaştırılması: Mor inek...
Seth Godin'in 'Purple Cow' adlı kitabından yola çıkarak, 'Mor İneğin Akıllısı' adlı kitabını yazan Prof. Dr. Arman Kırım "farklılaşma"yı nasıl farklılaştırdı? Kitap ve konferanslar dizisi neden bu kadar ilgi gördü?
[19 KASIM 2005]


| Dijital ekonomi, iletişim endüstrileri ve bir mecra olarak televizyonun geleceği
Bir kitlesel iletişim enstrümanı olarak reklam sektörünün en önemli mecralarından biri olan televizyon, tahtından inecek mi? [18 KASIM 2005]

| Reklam, galiba sanat değildir.
“Reklam sanat mıdır?” sorusu zaman zaman reklam sektöründe gündeme gelir, konuyla ilgili kişiler, biraz ter dökerek de olsa bu soruyu cevaplandırmaya çalışır, ama ortaya bir türlü tatmin edici mutabakat çıkmaz. Peki, sorunun kuramsal anlamda cevaplandırılmış olması neyi değiştirecektir?
[16 KASIM 2005]


| Serbest piyasa ekonomisi, herkes için aynı ölçüde serbest mi?
Serbest pazar ekonomisinin herkes için aynı ölçüde serbest olup olmadığı kapitalizmin ilk dönemlerinden beri tartışılan bir konudur. Sonuçta kapitalizmin bugünkü geldiği nokta itibariyle, özellikle son birkaç yıldaki dramatik evrilişini de göz önünde bulunduracak olursak, bundan, tüm dünyanın etkilenmemesini düşünmek mümkün olmaz. Peki, ait olduğumuz sektör ya da sektörler açısından bunun analizini yapmadan doğru bir hedefe yol almak söz konusu olabilir mi?
[15 KASIM 2005]


| Pazarlama ve markalaşma stratejisi olmayan ülkenin “pazarlamacısı” olmak mümkün mü?
Sayın Başbakan’ın ülkesi için, belki de Türkiye’de ilk kez “pazarlama” kavramını cesaretle kullanması elbette çok önemli bir gelişmedir. Ancak, 'pazarlamacı' olmak için ülkenin bir “pazarlama ve markalaşma stratejisi”ne ihtiyacı olduğu unutulmamalı ve bu konuda gerçekten ciddi adımlar atılmalıdır.
[13 KASIM 2005]


| Amblem, soyutlamadır.
Bana “Amblem nedir?” diye sorulduğunda öncelikle tek bir kelimeyle cevaplıyorum: “Soyutlamadır.”
[13 KASIM 2005]


| Diyalog bir tür varolma biçimidir.
Bu sitenin adına “diyalog” dedim. İşlevini daha iyi anlatacak başka bir kavram bulabilir miydim, doğrusu bilmiyorum.
[4 KASIM 2005]