27 Haziran 2006 Salı

| Robinson Crusoe’un Rolex’i günde yedi dakika geri mi kalıyordu?

Bilmem. Zaten Robinson Crusoe’un Rolex’i olduğuna dair elimizde hiçbir veri mevcut değil. Robinson’un bir Rolex’i yoktu elbette. Zaten ona “Issız bir adaya düşseniz yanınızda olmasını isteyeceğiniz üç şey nedir?” diye sorulduğunda Rolex, Range Rover ve Pınar hazır köfte yerine “Tüfek, köpek bir de Cuma!” demiş. Oysa tek bir şey isteyecekti, Thuraya uydu telefonu... (Hı! İcat edilmemiş miydi?)


Marka tanımı içinde “markanın, tüketici tarafından statü göstergesi olarak değerlendirilmesi” de bir bileşen olarak yer alır. Peki, Robinson’un kolundan çıkarmadığı bir Rolex’i olsaydı, bu tanım doğrultusunda bu markanın değeri ne olurdu sizce? Arkadaşım Uğur Alparslan’ın ifadesiyle Cuma kadar olurdu elbette! Cuma’nın da bu markayla ilgili hiçbir fikri olmadığına göre marka değeri diye bir şey olmazdı. (Tamam, altının parıltısı falan Cuma tarafından bir değer olarak algılanabilirdi, ama bu, konumuz dışı.)

Marka olgusu, toplumsaldır. Markanın “meşruiyet çizgisi”ni aşmasını sağlayan da toplumsal algıdır. Ancak, yine de markanın çift taraflı mesaj taşıdığını gözden uzak tutmamalıyız. Robinson’un Rolex’i çevreye bir mesaj aktarmaktan uzaksa da Robinson’la Rolex arasında karşılıklı sentimental bir ilişki olması ihtimal dahilindedir.

Tabii, bu ilişkinin temellerinin, Robinson’un ada öncesi yaşamında yine bir toplumsal meşruiyetten alınan referansla atılmış olabileceğini tahmin edebiliriz.

Tek başınayken marka, en fazla dedemizden yadigar bir çakı bıçağı olabilir belki! Buna marka denir mi? Şimdi o tartışmaya hiiiiç girmeyelim.