Şu Türkiye’nin tanıtımı denilen işe yıllardır hiç ilgi göstermedim. Tanıtım ihalesine demek istemiyorum; kimin yaptığı, ne yaptığı, niye yaptığı gibi konuları, vaka olarak bile önemsemedim. Çünkü konuyu ne taraftan tutsan elinde kalıyor. Ortalıkta Güven Borça gibi işe yarar nasihatlerde bulunanlar da var zaten, onları kim dinliyor ki beni kim dinleyecek?
Çeşitli vesilelerle karşıma çıkan filmleri izliyorum, konuşulanlara kulak kabartıyorum tabii. E, bazan ayağımın dibine kadar gelen pasları da taca atacak değilim! Bir ara başbakanımızın “Ben ülkemin pazarlamacısıyım.” sözü ve Ali Taran’ın “Ben Türkiye’nin iletişim çözümünü buldum.” iddiası üzerine “Pazarlama stratejisi olmayan bir ülkenin pazarlamacısı olmak mümkün mü?” ve “Marka adı Törökország!” başlıklı iki yazı yazmıştım. Bu da üçüncüsü oluyor. Bu seferki pası da Atıf Hoca’nın dergisi Mediathink’ten almış oldum. Mediathink, ihaleyi Alman şirketi Sea Ajans’ın (Ajansın adına dikkatinizi çekerim, sadece güneşi ve kumu eksik!) aldığını duyuruyor ve bir dergicilik başarısı olarak ele geçirdiği bu yılın tanıtım çalışmalarını sergiliyor ilk sayısında...
Bu yılın Marka Konferansı’na katılmadım, ama hem Adana millletvekili hem de Başbakan’ın danışmanlarından Ömer Çelik’in Türkiye markası konusunda konuşacağını bildiğim için kendisini dinleyen bazı dostlara sıcağı sıcağına konuşma içeriğini sordum; hayretler içinde şunu söylediler: “Çelik, Türkiye’nin markalaşamamasını ulus olarak fazlaca özgüven sahibi olmamıza bağladı.”
Umarım ben yanlış anlamamışımdır; oysa tam tersine özgüven ve bununla da bir şekilde bağlantısı olan kimlik sorunlarımızın markalaşma konusunda önemli engeller oluşturduğu bir vakıadır. Bu sorunları aştığımızda da güvencesi yok, ama kendimiz kimlik sorunu yaşarken başkasının karşısında hangi kimlikle arz-ı endam edeceğimiz elbette çok ciddi bir handikaptır.
Bu yazının başlığı bir özgüven hikayesinin son cümlesini oluşturuyor. Kıssa gerçek mi bilmiyorum, ama hissesi çok sağlam: Amerikalı bir karı koca Venedik’te gondolla kanal/sokaklarda dolaşıyorlar. Sokaklarda bazı evlerin pencerelerinden karşıdan karşıya gerilmiş iplerde kurutulmak üzere gömlek, pijama, külot, sutyen gibi çamaşırların asılmış olduğunu gören Amerikalı turistler gondol sürücüsüne “Bunlar da ne böyle?” diye sorarlar. Verilen cevap: “Bunlar İtalya’nın bayraklarıdır.”
Donları gömlekleri pencerelerden sallandıralım anlamında söylemiyorum bunu, ama bizde benzer bir durum olsa, turistler görüp bizi ayıplarlar ezikliğiyle belediye zabıtamız en sert önlemleri alır, yukarıdakine benzer bir laf etmeye yeltenen taksi şoförü ise soluğu karakolda alırdı değil mi?
Tanıtım ihalesi ya da Mediathink’in ifadesiyle Türkiye’yi tanıt(ama)ma konusunu neden önemsemiyorum:
1.
Bir defa bu Türkiye’nin tanıtım projesi değil, Türk turizminin satışıyla ilgili konjonktürel bir kampanyadır. Birçok “güzel” iş yapılmıştır, ama şu ana kadar da hiçbir çalışma, zaten deniz, kum, güneş ekseninin ötesine geçememiştir. Bu da öyledir.
2.
Amaç, bırakın Türkiye’yi, Türkiye’nin turizmini markalaştırmak bile değildir, satmaktır. Böyle bir hedefle yola çıkıldığında satış da istenilen oranda gerçekleştirilememektedir / gerçekleşemez.
3.
Bu işte, sanırım Türk turizm lobisinin etkisiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “turizm” tarafı daima baskın oluyor.
4.
Daha önce de yazmıştım; ihaleyi yapan Turizm Bakanlığı, ihalenin adı “Türkiye’nin Tanıtım İhalesi...” Yapılan iş, ürün (turizm) satışına destek... Arkasında ciddi bir pazarlama stratejisi olmadığı için ürünü de fiyat rekabetiyle yok pahasına satıyoruz zaten. Ayrıca bu satışı da standart bir yaklaşımla yapıyoruz. Önceki yıl Japonya’da Türk Haftası esnasında Tokyo Büyükelçiliğimizin bir görevlisine “Türkiye’nin tanıtım işleri burada nasıl gidiyor?” diye sorduğumda şu yanıtı almıştım: “Bir deniz filmi yapıp bize gönderiyorlar. Biz de buradaki TV’lerde yayımlatıyoruz. Ama Japonlar’ı buradan Türkiye’ye deniz için öldürsen gönderemezsin. Onların deniz tatili için çok daha yakın ve çok daha cazip o kadar seçeneği var ki!”
5.
Durumun farkında olanlar elbette var. Gerekli uyarıların da yapıldığını görüyorum. Turizm satışı, büyük bir stratejinin parçası olabilirse, bundan hem turizm kazanır hem de turizmin Türkiye markasına kazandırdıkları olur. Bu şekliyle boş... Bu nedenle olsa gerek, Başbakanlık bünyesinde Türkiye Tanıtım Konseyi oluşturulmuş, ama bir defa adı sorunlu, meseleye nasıl bakacağını da açık ediyor: Tanıtım!.. Konsey üyelerine bir göz attığımızda (reklamcılık ve halkla ilişkilerle ilgili kuruluşları dışarıda tutarsak) işe yine yanlış bir yerden başlandığını hemen farkedebilirsiniz: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Seyahat Acentaları Vakfı, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Turizm Yatırımcıları Derneği, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği...
5.
İhaleyi kazanan son çalışmalara gelince... Ne diyeyim?
Üzerinde atraksiyon yapılan harf Maximum Kart’taki gibi sözcüğün ortasında yer almadığı için toplam algının tamamlanması biraz zaman alıyor; yukarıdaki örnekte olduğu gibi ilk bakışta “ürkie” diye okunabiliyor.
Bu kampanyadan bir hayır beklemek mümkün değil de, dua edelim; örökország, uirc, urchia, urcija, urcja, urecko, ürgi, urkiet, urkki, urkojska, urska, wrci, yrkiet, yrkland gibi T’si sökülmüş Türkiye’lerin o dillerde ayıp ya da çirkin anlamları olmasın!