7 Kasım 2010 Pazar

| Hocanın üfürüğü...

Birkaç yıl önce bir bayramda Samsun’da kayınvalidelerdeyiz. Bir gün Nesrin Hanım, “Selim, senden bi’şey rica edeceğim, ama kızma!” dedi, “Falanca ilçenin filanca köyünde bir hoca varmış, annem kendisini oraya götürmemizi rica ediyor.” Kayınvalideye hayır deme şansımız yok tabii... Kızmadım, ama sordum: “Niye gidecekmiş o hocaya?” İşte efendim, o hocanın namı bütün bölgeye yayılmış, nefesi çok kuvvetliymiş de, her türlü hastalığa deva oluyor, evde kalmış kızlara koca buluyormuş, falan filan. Yine sordum: “İyi de hanım, sen de baldız da evlisiniz, kime koca bulacağız?” Neyse, mesele koca meselesi değil, bir akraba çocuğunun tıbbın çare bulamadığı bir hastalığıyla ilgiliymiş.


“Yahu, inanmayın böyle hurafelere!” deyip hocayı Uğur Dündar’a ispiyonlamak da var, ama şimdi kayınvalidenin kalbini kırmaya değer mi? “Yahu,” diyorum, “beni bu hallere de düşürdünüz ya, helal olsun size! Bari kimseye söylemeyin de elaleme rezil olmayayım.”

Yola koyuluyoruz. Kayınvalide arabanın arka koltuğunda hafif bir suçluluk duygusu içinde çıt çıkarmadan oturuyor uslu uslu. İlçeye varıyoruz. Köyün yolunu bilmediğimiz için birine soruyoruz. Köy dolmuşlarının kalktığı yerden yol tarifini alabileceğimiz söyleniyor. Duraklara vardığımızda en fazla dolmuşun o köyün durağında dizilmiş olduğunu görüyoruz. Yani, belli ki ciddi bir “hoca turizmi” oluşmuş köyde. Yolu öğrenip devam ediyoruz.

Hocanın mekanını buluyoruz. Tek katlı bir köy evi... Evin sol tarafı hocaya ait küçük bir bakkal dükkanı, sağ taraftaki kapıdan ise hocaefendinin ofisine giriliyor. Girişteki kabul salonunda, basma eteği ve yeşil naylon terlikleriyle, sonradan hocanın kızı olduğunu öğrendiğimiz bir sekreter bizi karşılıyor. Derme çatma koltuklara oturuyor ve bekliyoruz. Kayınvalidede hâlâ çıt yok.

Bekleme odasının bir köşesinde kurulu olan sobanın sadece ilk iki borusu var, yani bacaya bağlanmıyor. Mevsim yaz olduğu için soba kullanılmıyordur tabii, ama ben bu manzarayı görünce Nesrin Hanım’a bir espri yapayım diyorum: “Bak hanım, tam cin peri işi... Duman boruya ihtiyaç duymadan bacaya periler tarafından taşınıyor olsa gerek!”

Şeytan dürttü derler ya, gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Daha doğrusu tutamıyoruz ve kendimizi huşu içinde randevu saatini bekleyenler arasından koşarak kapının dışına atıyoruz.

Bir süre sonra kabul ediliyoruz. Üçümüz hocanın huzurundayız. Hoca dediysem, öyle ak sakallı, nurani yüzlü biri değil. Tam tersine sakalsız, aşırı esmer, yüzü susuz toprak gibi çatlak çatlak, ince bıyıklı, epeyce kısa boylu, altmış yaşlarında kavruk bir adam. Hoca soruyor, kayınvalide cevap veriyor: Hastanın adı, doğum tarihi, anne adı...

Hoca büyük bir ciddiyetle notlarını aldıktan sonra üçüncü hamur teksir kağıtlarından beş santim genişliğinde kırpılarak birbirine yapıştırıla yapıştırıla kurdele şeklinde uzatılmış kağıdın kuyruğunu masasının altına doğru sarkıtıp masanın üzerindeki ucundan güya yazmaya başlıyor. Güya diyorum, çünkü adam yazı falan yazmıyor, Arapça gibi sağdan sola doğru karalaya karalaya yazıyormuş gibi yapıyor. “Vay üçkağıtçı!” diyorum içimden, “Ben sana gösterirdim ama, kayınvalideye dua et, kadıncağızı bozmak istemiyorum şimdi.”

Sözde hoca, kağıdı düre büke muska haline getiriyor. Arada bir diliyle ucunu ıslatarak kullandığı sabit kalemiyle bir iki kağıt daha karalıyor. Yine büyük bir ciddiyetle tarifleri veriyor; muska takılacak, sonradan yazdığı kağıtların içinde bekletildiği su da hastaya içirilecek. Yani hastanın plaseboları elimizde artık.

Bundan bin yıl önce İbn Haldun şunları yazmış: “Umran ehlinden olan bedevîlerin de (kendilerine has) bir tababetleri vardır. Umumiyet itibariyle bu tıbbı bazı şahısların noksan tecrübelerine bina ederler. Onlar bunu, kabilenin yaşlı adamlarından ve ihtiyar kadınlarından tevarüs etmişlerdir. (Kocakarı ilaçları denilen) bu çeşit tababet sebebiyle nice kereler sıhhate de kavuşulur. Ancak bu çeşit tababet tabiî kanun üzere olmadığı gibi mizaca muvafık olma esası üzere de değildir. (...) Şer’iyat ve (veya nebeviyat)ta naklonunan tıp da bu kabildendir. (İptidaî ve bedevi bir tedavi usûlüdür.) Bunun vahiy ile herhangi bir alâkası yoktur.Araplarda mutad olarak mevcut olan bir husustan ibaretti. Nebi’nin (s.a.) âdet ve cibilliyetinden ibaret olan ahvalinin bahis konusu edilmesi nevinden olmak üzere onun ahvalini zikretme esnasında bu hususa da temas edilmişti. Yoksa bu husus bu tarzda teşri’ kılınan bir amel olmak üzere naklonulmuş değildir. Zira Nebî (s.a.) bize ancak şer’î hükümleri talim etmek üzere gönderilmiş, ne tıp ne de mutad (ve ahvâl-i âdiyeden) olan diğer bir şeyi tarif etmek için gönderilmemiştir. Hurma aşısı konusunda Hz. Peygamber için malum hadise vaki olmuş ve ‘sizler dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz’ demiştir. (...) Şu halde naklolunan sahih hadislerde bahis konusu edilen tıpla alâkalı herhangi bir şeyi meşrudur (şer’î bir hükümdür) diye izah etmemek lazım gelir. Ortada buna delâlet edecek hiçbir şey yoktur. Ancak bunlar teberrük ve bir iman akîdesi, samimi bir iman cihetinden kullanılacak olsa o takdirde fayda itibariyle muazzam bir tesiri görülür. Mizacî (humoral) tıpta böyle bir tesir yoktur. O sadece imanî kelimedeki samimiyetin eserlerindendir. Nitekim ishal hastalığına yakalanan zatın balla tedavi edilmesi hâdisesinde ve benzeri hallerde bu durum görülmüştür. Adam bal şerbetini inanmadan içince iyi olmamış, inanıp kalbini berkitince şifa bulmuştu.” (İbn Haldun, Mukaddime, 2. Cilt, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 6. Baskı, Ekim 2009, Sa. 892-893, İstanbul)

Şimdi de Gerald Zaltman’ı dinleyelim. Zaltman, “Tüketici Nasıl Düşünür” adlı eserinde plaseboyla ilgili olarak şunları yazar: “Bu rahatlama oldukça gerçektir ve vücut kimyasında değişmelere neden olur. Asıl iyileşme, pozitif tecrübelerin aynen yinelenmesine bağlı olarak etkisini sonra gösterir. Böylece, daha çabuk rahatlama beklentisi güçlenir ve bu yüzden ağrı daha çabuk geçer. Bu fenomen; beklenti, şartlanma ve gerçek tedavinin birleşik faaliyetini sergilemektedir. Bu birleşim, tıp dünyasında ve ötesinde, çok etkili ve kapsamlı bir güce sahiptir. (...) İnançlarımız, beklentilerimiz ve belki geçmiş tecrübelerimiz, kimyasal maddeler tarafından üretilen değişimlerle hemen hemen aynı büyüklüğe ve etkiye sahip olan biyolojik değişimlere neden olurlar. Pek çok insan için olumlu bir sonucun inancı veya beklentisi, aynı fizyolojik süreçleri tetikleyebilir ve bu yüzden, suni bir maddenin yarattığı aynı yararları üretebilir.” (Gerald Zaltman, Tüketici Nasıl Düşünür, Çev. A. Semih Bilencan, MediaCat Kitapları, İstanbul, 2004)

Eğer alıntılardaki bilgileri doğru kabul edersek, bu üçkağıtçı hocanın birçok insanı sağlığına kavuşturmuş olabileceğini de düşünebiliriz, değil mi? Evet, ortada bir çelişki olduğu doğru, ama galiba kayınvalidenin kendince haklı olduğu bir taraf da var.