Özgüven sahibi olmamız için çok zengin, çok zeki, çok yakışıklı, çok güzel olmamız gerekmiyor. Oxford’da bir MBA programını da bitirmiş olmayabilirsiniz pekâlâ. Makam mevki sahibi de değilsinizdir, olabilir. Eğer işiniz değilse, bir boks maçında elbette yeriniz ring değil, seyirci koltuklarından biri olmalıdır; onun adı özgüven değil, deli cesaretidir. Ben akıllı insanların sahip olması gereken özgüvenden söz ediyorum. Yani kendine güven duymaktan...
Özgüven sahibi olmak için, yeryüzünde konuk olduğumuz şu kısacık ömrümüzde, tüm evren için bir değer ifade ettiğimizin bilincinde olmamız yeterlidir. Bir içten gülümsemenizin bile ilişkide olduğunuz herkes ve her şey için ne büyük bir “değer” olduğunun farkında değil misiniz yoksa? Vallahi gerisini boşverin!
Ajansın ön pencereleri yemyeşil bir yamaca bakar. Yıllardır İstanbul mevsimlerini o yamaçtan izleriz; ilkbahar yeşil, sonbahar sarı, kış beyaz... Arazi askeriyeye ait olduğu için müteahhitlerin iğfalinden kendini kurtarmayı başarmıştır. O nedenle ajansa her yeni konuk geldiğinde bunun sohbeti açılır, yamacın iyi ki askeriyeye ait olduğu, yoksa böyle bir güzelliğin çoktan yitip gideceği gibi konular, bazan ciddi toplantıların bile girizgahını oluşturur. Gerçekten de öyledir durum.
Bir gün yamacın başına olağan boyutlardan çok büyük bir bayrak direğinin dikildiğini gördük. Hatta aramızda, şeklen benzese bile bunun bayrak direği olamayacağını, olsa olsa bir televizyon vericisi olabileceğini iddia edenler de oldu. Aradan günler geçtikten sonra, direğe asılan devasa bir Türk bayrağı tartışmaları noktaladı. Sonra da sohbet konuları, Türk bayrağının grafik olarak güzelliğinden renginin etkisine, tepenin iyi rüzgar alması sayesinde dalgalanmasının zarafetinden büyüklükten kaynaklı ihtişamına doğru genişledi. Güzeldi yani, karşımızda dalgalanan bir Türk bayrağından gocunacak değildik ya, elbette keyif aldık.
Bir gün Boğaziçi Köprüsü’nden Avrupa yakasına geçerken bir de baktım ki, birkaç tepeden aynı cesamette bayraklar dalgalanıyor. Bizim bayrak da onlardan biriymiş meğer. Yani bizim bayrak, şu tepede büyük bir Türk bayrağı ne güzel dalgalanır duygusuyla değil, organize bir etkinliğin parçası olarak imal edilmemiş mi? Biz tartışmaları kaçırmışız, kulağı delik reklamcılar olacağız güya!
Basından öğrendiğime göre bu bayrakları İstanbul Büyükşehir Belediyesi organize etmiş, hatta Kadir Topbaş açılışını (yani asılışını) falan da yapmış. Ama bizim bayrak yine de farklı... Askeriye, Boğaz’a bakan bir tepeye sahip olduğu için, Büyükşehir Belediyesi’ninkilerden de daha büyük olarak kendi inisiyatifiyle yaptırmış bu bayrağı.
Kadir Topbaş’ın bir de açıklaması var... Böyle büyük bayrakları Amerika’da görmüşmüş de, onun için hemen kolları sıvayıp harekete geçmiş. E, zaten bu Amerikalılar bir büyüklük ve irilik hastalığına sahip olduklarını biliyoruz. Bunu bize bulaştırmaya gerek yok ki! Onların daha binbir türlü bayrak kullanma alışkanlıkları da var! Ne yapalım yani? Ayrıca bu bayrakları gören Türk vatandaşları Çanakkale’yi hatırlayacaklarmış! Çanakkale’yi elbette hiç unutmayalım, ama şimdi durduk yerde nereden çıktı bu, anlamış değilim. Kültür Bakanımız Atilla Koç’la Yunanistan’ın güzel ve sarışın bakanının el ele sirtaki oynadığı şu günlerde, adamların Konstantinapolis’i geri alma heveslerinden mi kuşkulanmaya başladık yoksa?
Pencerelerimizin karşısındaki yamacın tepesinde nazlı nazlı dalgalanan, seyrettikçe hoşumuza giden bayrak, buralar bizden sorulur iddiasının abartılı bir imzası haline gelince tüm büyüsü de bozuluverdi birden. İşin doğallığı kayboldu çünkü. Diğer arkadaşlarım adına konuşmuş olmayayım, en azından benim için...
Tayyip Erdoğan’ın sürpriz bir biçimde İstanbul Büyküşehir Belediye Başkanlığını kazandığı dönemde çevremdeki bazı insanların aşırı kaygıları oluşmuştu, bunları siz de hatırlarsınız. İçkili yerlerin ruhsatları iptal edilecekmiş, şehir otobüsleri harem-selamlık şeklinde ayrılacakmış, genelev kapatılacakmış (Niye bu kadar derdine düştüysek?) falan gibi dedikodular alıp başını gitmişti. Bunların önemli bir kısmı hanımların altın günlerinden dışarı sızan gevezelikler olmasına rağmen, bu panik hali aklı başında insanların bile kafasını karaştırmıştı doğrusu. Bu arkadaşlara hep şunu söyledim: “Kaygılanmayın! İstanbul’un öyle bir sivil gücü var ki, kim gelirse gelsin, niyeti olsa bile hiç kimse İstanbullu’nun istemediği hiçbir radikal değişimi yapamaz. İstanbul Erdoğan’a değil, Erdoğan İstanbul’a uyacaktır.” Öyle olmadı mı?
İstanbul’u her türlü kötü emelden koruyacak olan yine bu güçtür. Tartışılması bile abesle iştigal, ama Yunanistan’ın hepsi İstanbul’a taşınsa ne olur ki artık? Bize Rum işi güzel mezeler yaparlar, biz de yeriz!
Lafı fazla mı uzattım ne? Diyeceğim şu ki, böyle özgüven eksiklikleri izhar etmenin hiçbir anlamı yok. Çetin Altan “Sanki Boğaz’dan geçen yabancı gemilerle, İstanbul’u gezen turistlere gönderler ve bayraklar boyunda bir mesaj verilmekte: ‘Gördük görmedik demeyin, burası bizimdir ha!..’ Böyle bir mesaj vermeyi doğuran refleks, nasıl bir kuşkuyla tedirginliğin meyvesi olarak serpilmekte acaba; çünkü pek normal değil.” diyerek bu psikolojiyi gayet güzel yazmış. Tabii, Altemur Kılıç da boş durmamış, bu yazıyı bayrağa karşı çıkma olarak değerlendirip “Bugün köşelerinde rahatlıkla yazı yazıyor, bayrağa da karşı çıkabiliyorlarsa, bu sözde ‘büyük usta’ bunu rahatlıkla pervasızca yapabiliyorsa, bu, milletin, Türk milliyetçiliğinden ve Türk bayrağından güç alarak verdikleri mücadeleler sayesindedir!” diyerek, şimdi beni de töhmet altında bırakacak bir mantıkla cevap vermiş. Bildiğimiz türden ucuz bir polemik! Bir konuya biraz eleştirel yaklaştın mı, birileri tarafından vatan haini ilan edilmek işten bile değil bu memlekette! Öyle ki, ilan edilen vatan haini sayısının sosyolojik olarak oralara ulaşması imkan dahilinde bile değildir. Senin gibi düşünmüyorum demek, maalesef kesmiyor da, işi buralara kadar vardırıyoruz.
Bayrak, ulusun ve ülkenin sembolü, bir anlamda markanın logosudur. Şimdi ben, bir müşterime, “Markamızın logosunu bu ilanda daha ağırbaşlı, soğukkanlı ve yeterli büyüklükte kullanalım, bir özgüven eksikliği hissettirmeyelim.” desem acaba anında işimi mi kaybederim? Belki de, ha!
Yoo, sanmayın ki bloğumuzun misyonundan saptık, şimdi bizim havalara geçiyoruz. Bu büyüklük hastalığını daha önce işlemiştik. Hiç hazzetmediğim bir espri olmasına rağmen, şu işlev konusunu hatırlatmanın bundan daha iyi bir vasatı olamaz. Biz işlev yerine, marka değerleri diyelim; bunun içini doldurmak için ne yapıyoruz acaba? Bayrak öncelikle bağımsızlığın, özgürlüğün, Türklüğün, milliyetçiliğin, ülkenin ve milletin simgesi olsun, tamam... Ama buna özgüven, bilim, kalite, içtenlik, dürüstlük, çalışkanlık, insanlık, barış, dostluk gibi değerleri eklemenin, büyüklüklerle övünmek yerine bayrağı bir “vakar” timsali olarak görmenin ve göstermenin anlamı daha büyük değil mi?
Bayrağımızla gurur duyuyoruz, ama daha fazla duymak için de daha doğru şeyler yapmalıyız.