9 Temmuz 2006 Pazar

| Türk entelijansiyasının değişim simgesi bir egosantrik ve Özkök’ün korkusu...

Evet, arada böyle konulara da girelim ki, her şeye tek bir gözlükten baktığımız zannı oluşmasın. Çok gözlük kullanmaya çalışıyorum, ama çoğu zaman tek kalemle yazdığım doğrudur. Ayrıca bu mevzuların bizim pazarlama ve reklam profesyonellerinin ilgisi dışında olduğunu da kimse iddia edemez.

Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, 7 Temmuz 2006 tarihli Hürriyet’te yayımlanan yazısında, “Princeton Survey Research Associates International” gözetiminde yapılan “Küresel Tutumlar” araştırmasından elde edilen sonuçların kendisini nasıl korkuttuğunu anlatıyor. Yazının linkini veriyorum, ama bazı önemli bölümlerini burada aktarayım:
Bu araştırmanın Türkiye ile ilgili sonuçlarını okuyunca inanın korktum.
Eğer bu araştırma Türk halkının gerçek duygularını yansıtıyorsa, bir felakete gidiyoruz.
* * *
Araştırma şu acı gerçeği ortaya koyuyor:
Biz Türkiye’yi, Müslüman dünyasının “en makul” üyesi sanıyorduk.
Meğer bu bir illüzyon, bir yanılsama imiş.
Tam aksine, Türkiye’nin kimyası bozuluyor.
Daha şimdiden, Müslüman dünyanın “en fanatik”, en fazla “düşmanlık” üreten ülkesi haline gelmiş.
Mesela, Yahudiler hakkında olumlu görüşe sahip Türklerin oranı yüzde 15.
Bugüne kadar “Diaspora Müslümanlarının” daha radikal olduğunu düşünürdük.
Bu araştırmaya göre hiç de öyle değil.
Almanya’da yaşayan Müslümanların (büyük çoğunluğu Türk) yüzde 38’i, Yahudiler hakkında olumlu görüşe sahip olduğunu ifade ediyor.
Sadece Arap ülkelerinde bu oran daha da düşük.
Türk halkının sadece yüzde 16’sı “Hıristiyanlara olumlu bakıyorum” diyor.
Bu oran Mısır’da yüzde 48, Endonezya’da yüzde 64, Ürdün’de yüzde 61, Pakistan gibi bir şeriat ülkesinde bile yüzde 27.
Almanya Müslümanlarının yüzde 69’u, Fransa Müslümanlarının yüzde 91’i, İngiltere Müslümanlarının yüzde 71’i, Hıristiyanlar hakkında olumlu görüşe sahip olduğunu söylüyor.
Ama sadece Hıristiyanlara karşı böyle bir duygu olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
* * *
Araplara olumlu baktığını söyleyen Türklerin oranı yüzde 46.
Oysa ABD gibi, Arap dünyasının bir bölümüyle direkt savaş içinde olan bir ülkede bile bu oran yüzde 50.
İngiltere’de yüzde 56, Mağripli gençlerle başı dertte olan Fransa’da da yüzde 68.
Türkiye’nin, Müslüman dünyanın en demokratik ülkesi olduğuna inanıyoruz değil mi?
Ama Müslüman ülkeler içinde, demokrasiye en az inanan insanlar yine Türkler.
Halkın sadece yüzde 44’ü, ülkesinde “demokrasinin işleyebileceğine” inanıyor.
İslami köktenciliğin gelişmesinden en az rahatsız olan halk yine Türkler.
Hemen itiraz edeyim, Özkök’ün “Türkiye’nin kimyası bozuluyor. Daha şimdiden, Müslüman dünyanın ‘en fanatik’, en fazla ‘düşmanlık’ üreten ülkesi haline gelmiş.” yorumuna, kimi zaman az, kimi zaman çok, zaten hep öyle olduğumuz için katılmıyorum. Tek bir tesellimiz olabilir ki, bunu eski deyimle “kuvveden fiile” çıkarma konusunda epeyce temkinliyiz. Hatta düşündüklerimiz ve söylediklerimizin tersine bir tutum içinde bile olabiliyoruz. Yani, o Hristiyanları sevmediğini söyleyen adamların köyüne iki Hristiyan gitse yatıracak yer bulamazlar ki, herhalde bu da tarihsel serüvenimizin genlerimize işlediği bir özellik olsa gerek.

Olabildiğince açık, geniş ve kozmopolit bir toplum yapısından Cumhuriyet’le birlikte son derece kapalı bir toplum yapısına geçiş yaptık.

Cumhuriyet, Batı’daki toplumsal ve siyasal gelişmelere paralel olarak Osmanlı’da yaşanan sürecin bir sonucu olmasına rağmen mitolojik bir “yeniden doğuş efsanesi” biçiminde yansıtılınca tarihsel algılamamızda kırılan hatlar oluştu. Zaten esas olarak bir savaşlar kronolojisi olarak hatırlanan mazi, zaferlerine ve başarılarına sahip çıkılan, özellikle toplumsal yaşamla ilgili alanlarda bugünün kriterleriyle yargılanarak lanetlenebilen eciş bücüş bir oyuncağa dönüştü.
Bu zavallı adamlar 70 sene evvelin ayrı bir dünya olduğunu zannediyorlar. Ayrı bir dünya değildir. Köprülü orada yaşıyor, sosyalizm orada yaşıyor. Şefik Hüsnü’nün eski Aydınlık’ta çıkan bir sürü yazısını okuyup anlayamazsın. Halbuki, Osmanlı imparatorluğu’nun modern insanı 20. yüzyılın insanıdır, bizimle anlaşabilecek bir insan. Ama onu okuyamıyoruz. Bu millet, okumuşları, 70 sene evvelinin yazısını okuyamadan gezebiliyor! Bunu ben son derece gülünç buluyorum. Harf devrimi başka, o çok lazımdı. Ama bu demek değildir ki öbürünü de bilmeyeceksin!
Bu süreçte Osmanlı’yı savunan akımlar oluştuğu gibi yeni rejimi bir “cumhura rağmen cumhuriyet” mantığıyla savunanlar da olmadı değil. Her iki akımın da günümüze kadar gelen temsilcilerinin tartışmaları, zaman zaman düşünsel değişimler yaşasalar da aslında hep irrasyonel bir zeminde gelişti. Kutsallaştırma konusunda da pek birbirlerinden farkları yoktu. Osmanlı hayranlarının yeni rejime yönelik eleştirileri genelde dini duyarlılıklar üzerinden yapıldığı için buradaki kutsallaştırma eğilimi daha ağır basıyordu.
Ama Türkiye’de Bizans’tan söz edilince tüyleri ürperip Osmanlı’dan söz edilince memnun olanlar da var; Osmanlı’dan söz edilince tüyleri ürperip Cumhuriyet’ten söz edilince memnun olanlar da...
Oysa Osmanlı ve Osmanlı hanedanındaki değişim, siyasi ayrışmalar ve güç kavgaları dışında aynı hatta yürüyordu. O günün Osmanlıcılar’ının da, Türkçüler’inin de, İslamcılar’ının da bugünkü ayrışmalar gibi benzer yönleri çoktu. Hedef modernleşmeydi, ama herkesin kendine göre bir modernleşme projesi vardı. Değişim tek yöndeydi ve eğer Osmanlı düzeni bugün meşruti bir krallık olarak devam ediyor olsaydı, büyük ihtimalle Monaco prensesiyle yakalanan şehzadeler, İstanbul jet sosyetesinin gözdesi kerimeler Hürriyet’in Kelebek ekini ya da Televole proğramlarını süslüyor olacaklardı. Çok acılar çekmiş olmasına rağmen, aslında Osmanlı hanedanı bugünkü onurlu ve gerçekten asil duruşunu iktidarın ellerinden alınmış olmasına borçludur belki de.

Cumhuriyet’ten sonra ayrışan güçler ve bunların kavgaları yeni rejim için bir iç düşman imkanı yaratırken, aynı zamanda dört tarafımızı çeviren düşmanlıkları bir paranoyaya dönüştürmek de belki o zaman için gerekliydi. Belki.
Resmi tarihin alternatifleri kendileri de birer resmi tarih yaratıyor. Çünkü bu iki grubun ortak vasfı, tarih bilmemeleri, tarihi malzemeyi kullanmayı bilmemeleridir. O yüzden böyle bir tartışma anlamsız kalıyor.
Ama bu durum, gerçekten çok uzadı. “Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmaması” anlaşılır bir şeydi, ama tüm dünyanın Türkler’e düşman olması tuhaftı. Neredeyse düşmanlıkları Meksika’ya, Kongo’ya, Malezya’ya kadar yaygınlaştırmak üzereydik yani.

Zamansal düzlemde şizofrenik, coğrafi alanda da paranoid bir psikoloji içine girivermiştik. Yani içimiz, dışımız, her yanımız düşman olduğu gibi, geçmişimiz de bize düşmandı. Sığınacak bir tek liman bırakmamıştık kendimize...
Zamanın kaybolmuşu yoktur. Yaşanan her şey, -müspet, menfi- bizi inşa eder. Yalnız bizi değil, bizden sonraki kuşakları da... Yaşadıklarımızı ‘anında’ belki en iyi şekilde inşa edemeyiz. Ama, onları ‘değerlendirdiğimiz’ vakit; gelecek daha ‘emin’ olur.
Elimizden çıkan topraklar, mübadeleler, azınlık mülklerine el koyma gibi birtakım politikalarla coğrafyanın renkleri de grileşivermiş, kalan renkler de birbiriyle uyumunu kaybetmişti.
Osmanlı Tarihi, açıkça söyleyelim biz Türklerin tarihidir, Türk devletinin tarihidir; ama aynı zamanda etrafımızdaki yirmi küsür devlette yaşayan onu aşkın milletin, çok dinli, çok dilli kavimlerin ortak tarihidir.
Biz bize kalıverdik. Oysa, telgrafın, telefonun, radyonun, televizyonun ve internetin olmadığı bir zaman diliminde, Anadolu’nun orta yerinde yaşayan ve yerinden hiç kıpırdamamış bir köylü, herhalde biliyordu ki kendisi çok geniş bir imparatorluğun ve bir milletler topluluğun üyesidir. Zaten kendisi camiye, komşusu ise kiliseye gidiyordu.

Kendimizle dünya arasına çok kalın duvarlar örmüştük. Yalnızdık. Korkuyorduk, ama bir yandan da korkularla besleniyorduk. Eziktik. Ezikliğimiz kimi zaman yalakalığa, kimi zaman ise nefrete dönüşüyordu. AB bizi zengin edecek diye birden AB yandaşı oluyor, Rum gemileri konusu açılınca efeleniveriyorduk.
Doğduğu yere lanet etmenin iki tezahürü var. Bir tanesi çok anormal bir milliyetçi oluyorsun. Yani o utandığın, sıkıldığın, pek kabul edemediğin şeyi artık bastırırcasına anormal bir milliyetçilik bu. Veyahut da her vesile ile onu taşlamak, kusmak falan gibi böyle bir durumda kalıyorsun.
Hijyen bir toplum yaratma çabası, bu toplumu mikroplara karşı daha dayanıksız ve savunmasız mı bıraktı acaba? Tüm bunları kritik amaçlı yazdığımı sanmayın. Yeterince hakim olmadığım ve altından kalkamayacağım yüklerin altına girmeye niyetli de değilim. Özkök’ün korkularıyla ilgili olarak durduğum yerden ne görüyorum, onu aktarmaya çalıştım. Şuna inanıyorum ki, soğukkanlılığımızı kaybettikçe, korktukça gerçekten de korktuğumuz başımıza geliyor. Derim ki korkmayıp anlamaya çalışalım. Sorunun, dünyanın bir parçası olduğumuzu çok nadir aklımıza getirdiğimizden, başkalarıyla ilişkilerimizin doğallığını yitirmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Şimdi Türkiye'de hiç kimse, özellikle sosyalist takım Batı'yı bilmez. İslamcılar, İslam ülkeleri üzerinde geniş bir bilgi sahibi değildi. Milliyetçilerin çoğu zaman kendi memleketimizi bile tanıdıkları şüphe götürür. Nerede kaldı ki öbürünü tanıyacak. O bakımdan, bu milliyetçi-muhafazakarın kasabalı olması gibi bir olguyu silmemiz lazımdır. Bizde maalesef bu iş böyledir. Ve kasaba değerleriyle hareket ettikleri için maalesef bu kitleler gerekli kadroları da içlerine alamadılar.
Bu arada bizi rafine edecek tüm faaliyetlerin de epeyce uzağında kaldık maalesef. Bu da bir etmen olabilir mi?
Ruslar eğitimli, bilgin ve sanatçı bir halk, ama büyük ressam ve romancıların torunları durgun. Akademinin icatları ve laboratuvarlarda elde ettikleri bilgiler sanayiye dökülemiyor. Rus halkı bizim şark komşumuz olan İranlılar gibi kültürel mirasına ve bilincine sahip, edebiyatını seviyor ve biliyor. Türkiye’nin endüstriyel geçmişi ve zenginliği Rusya ile İran arasında bir yerde, girişimciliği hepsinin önünde; buna rağmen bu iki ülke okumuşlarının bilgi birikimine ve kültürel inceliğine sahip değiliz. Onun için de kasaba hatibi birisi bizde kitleleri etkiliyor ve rey alıyor.



***
Hayran olmak güzel bir kelime... Ama hayranlığın bir ayarı olmadığı için kullanmaktan pek hazzetmem. Uç noktalarda hayranlıklarım yoktur çünkü.

Kendisini çok yakından tanımam. Yazıları, kitapları ve televizyon proğramlarıyla bilirim. O Miniaturk’ün danışmanıyken ben de konumlandırma ve iletişim faaliyetlerini yürütüyordum. Yalnızca bir kez işle ilgili olarak Cengiz Özdemir’in odasında bir araya geldik ve en fazla bir saat sohbet ettik. O kadar.

Paragraflar arasına serpiştirdiğim alıntıların da sahibi olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan söz ediyorum. Başlıkta yer alan “egosantrik” de o oluyor.

Ben bu adamı (bu hitabı kullanabilme cüretini vallahi kendisi veriyor) Türk aydınının bir değişim simgesi olarak görüyorum. Çok mu iddialı?

1.
Bu adam, yukarıda değindiğimiz konuları önyargısız ve komplekssiz, ama bir kampa bağlı olmadan, hem yatay hem de dikey bilgi, analiz ve yorumlarla tartışıyor. Korkmuyor, anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
2.
Yine yukarıda değinmeye çalıştığım herhangi bir zihinsel kilitlenmeden kendini uzak tutmayı başarabilmiş.
3.
Son dönem Osmanlı aydınının Cumhuriyet aydınına göre ciddi bir avantajı vardı. Çok geniş bir coğrafyadaydı. Bir adım attığında Bağdat’ta, bir adım attığında Kahire’de, bir başka adımında ise Paris’teydi. Bu geniş coğrafyanın kültürel iklimini soluyordu. Bana göre Ortaylı da öyle... Moskova’dan Paris’e, Tahran’dan Roma’ya, Şam’dan Bakü’ye kadar çok geniş bir coğrafyaya ait birikimin üstünde oturuyor. Bunda bir Avusturyalı olarak doğmuş olmasının payı mutlaka vardır.
4.
Bildiği diller konusunda rivayet muhtelif, ama en az beş dil biliyor. (Osmanlı’da bir Mevlevi dedesinin, Esrar Dede’nin İtalyanca-Türkçe sözlük çalışmasını gördüğümde doğrusu şaşırmıştım. Şeyh Galip’le aynı dönemde yaşadığı için biraz gölgede kalmış olsa da Esrar Dede bir şair ve karma olarak İtalyanca-Türkçe-Rumca olarak yazdığı şiirler de var. Buyurun.)
5.
Evet, egosantrik bir sempatik. Bu nedenle benmerkezciliği batmıyor. Öğrencilerine ve çevresine karşı zaman zaman kabalaşabiliyor, hatta bazan aşağılıyor. Bu tarzı onayladığımı söyleyemesem de bunu kısa yoldan sonuç almak için bir eğitim yöntemi olarak kullandığını hissediyorum. Türk aydınlarının ortalama tekrarlarına göre aykırı şeyler söylerken yavan münazara ve münakaşalardan yine kendini bu yöntemle koruyor, karşı tarafın cesaretini kırıyor. Zaten, zihnen çok dolaşıyor, bu nedenle kendisini bir merkeze bağlamalı. O da “ben” merkez oluyor haliyle...
6.
Kendini dinletmeyi biliyor.
7.
Konuşurken anlaşılıyor ki çok iyi bir hafızası var.
8.
Mühendislere karşı önyargılı ve acımasız olmasının sebebi nedir ki?
9.
Başkalarının gereksiz yere kutsallaştırdığı veya anlamsız yere korktuğu birçok şeye karşı umursamaz, lakayt, ironik, küçümser bir tavırla yaklaşıyor, ama hakaret etmiyor. Bizde bu tavırlar bile hakaret sayılabilir, ama üslubundan dolayı kimse hiddetlenip cevap vermiyor.
10.
Bu benmerkezci yapıdan etrafa yayılan sevimli, hatta biraz meczupmuş gibi bir yansıma her şeyi yumuşatıyor. Çatık kaşlı tartışmaları bile kendine göre bir ayara sokuyor. Rahat. Özgüven sahibi...
11.
Çok mu iyi bir tarihçi? Bilemem. Öyle gibi duruyor, ama ben bu tarafından daha çok diğer taraflarıyla ilgileniyorum. Hocası olan Halil İnalcık, Şerif Mardin gibi önemli tarihçi ve sosyologlarımız da var mesela, ama onlar için aynı şeyleri söylemiyorum.
12.
İnternetsiz de İlber Ortaylı olunabileceğini kanıtlıyor, ama internetle arası hoş olmadığı için benim bu yazımı okuyamayacak, onun için rahat rahat yazıyorum. Ancak birilerinin çıkış alıp fakslaması gerek.
13.
“Türk aydının değişim simgesi” diyerek birçok aydınımıza haksızlık etmiş oluyor muyum? Hayır, hakkını teslim edeceğimiz çok Türk aydını var, ancak Ortaylı’nın “figüratif” değeri yüksek.
14.
Uğursuz sayıda tamamlamış olmayalım. İyi adam, iyi... Tabii peygamber değil herhalde!