11 Ocak 2007 Perşembe

| Bütün bu kullandığımız prensipler Göbbels’in gö-gö-göbeğinden mi çıkmıştı yoksa?

Bu yazı bu soruyu cevaplamak iddiasıyla yazılmıyor. Okumayı bitirdiğinizde, sorunun belki tamamının cevapsız kalmış, belki yalnızca bir bölümünün cevaplanmış olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de cevaplayabilirim, o kadar da ümitsiz olmayalım.


Hemen birkaç satır şu Goebbels’ten bahsedelim, sonra da göbeğine geçeriz. Bu zatın adını duymayanınız yoktur; çok meşhurdur kendileri... Hani şu Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels... Goebbels, 1933 yılında Naziler’in iktidara gelmesiyle bakanlık koltuğuna oturmuş ve Almanya’nın savaşı kaybetmesine kadar o zamanın iletişim araçları olan yazılı basın ve radyonun imkanlarını sonuna kadar kullanarak halkı devlet ideolojisi doğrultusunda manipüle ve motive etme görevini hakkıyla yerine getirmişti. Savaş yenilgisi kesinleşince altı çocuğunu ve karısını siyanürle zehirledikten sonra kendisi de tabancasıyla intihar etmişti. Çünkü ona göre Führer’in ve nasyonal sosyalizmin olmadığı bir Almanya’da ne çocuklarının ne karısının ne de kendisinin yaşaması anlamlıydı. İnançlı adammış demek ki!

Bildiğiniz gibi, zaman zaman propaganda, tanıtım ve reklam kavramları birbirine karıştırılır. Propagandanın, tüm olumsuz anlam ve çağrışımlarına rağmen, aslında ‘siyasi reklam’ anlamı taşıdığına inananların sayısı az değildir. Çünkü reklam da ‘ticari propaganda’ olarak algılanır. Bu üç yöntemin de benzer tekniklerden yararlandığını söylemek yanlış olmaz, ancak varmak istedikleri hedefler noktasında birbirlerinden keskin biçimde ayrılırlar.


Gelelim Goebbels’in göbeğine...

Amerika’da yaşayan tasarımcı ve illüstratör Dilek Bulut, Grafik Tasarım dergisinin Ocak 2007 sayısında yayımlanan “Görsel İlteşimin Gücü Adına: Joseph Goebbels Hakkında Bir Proje” başlıklı bir yazısında, Belgrad Sanat Akademisi’nde öğretim görevlisi olan Aleksandar Macasev’in Joseph Goebbels’le ilgili bir kampanya sunumunu aktarıyor. Bulut, Macasev’den dinlediği sunumun ayrıntılarını anlattığı yazısına şöyle bir giriş yapıyor: “Bu yazıyı okuduktan sonra, insanın içini ısıtan bir tiyatro afişi hazırlarken ne kadar şanslı olduğunuzu hissetmenizi istiyorum. Çünkü tarihin çeşitli dönemlerinde en az sizler kadar yetenekli, istekli ve heyecanlı tasarımcılar, iletişimin gücünü kendi kötü emellerine alet eden insanların emrinde çalışmak zorunda kaldılar. Bu insanlardan birisi Joseph Goebbels’tir. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi propagandasının fikir babası ve propaganda malzemelerinin yaratıcı yönetmeni olarak önemli bir rol üstlenmiş ve tüm dünya tarafından tanınmıştır. Goebells’in emrindeki tasarımcılar Hitler’in ‘katliam kampanyası’nı bayraklarla, rozetlerle, posta kartlarıyla ve afişlerle milyonlara duyurmuş ve gerçekleşecek olayı bir anlamda meşrulaştırarak kamuoyu tepkisini sindirmişlerdir.”

Peki, Macasev’in bu Goebells Kampanyası nedir acaba? Bu fikri anlatmak için bu kadar uğraşmaya değer miydi bilmem, ama benim anladığım kadarıyla Macasev, bizi, Goebbels’in propaganda teknikleriyle çağdaş reklamcılık tekniklerinin aynı olduğuna, çeşitli markaların logolarını kullanarak ürettiği -yukarıda gördüğünüz- Goebbels portreleri ve etkileşimli bir internet sitesiyle inandırmak istiyor. İnanalım mı?



Zaten Dilek Bulut da yazısını şu paragrafla tamamlamış: “Goebbels’in propaganda fikirlerinin günümüzün güçlü reklam dünyasıyla ne kadar benzer olduğunu görmek, günümüz medyasında gerçeğin nasıl şekillendirildiğini konuşmak, belki Macaev’in anlatmak istediklerini daha iyi açıklayabilir, üzerine kavramlar geliştirilebilirdi. Hatta yalnız reklam dünyası değil, günümüzün politik kampanyaları da bu noktada heyecan verici bir tartışma konusu olabilirdi.”

Macasev’in, tezini güçlendirmek için Joseph Goebbels’in “Bir yalanı bin defa tekrar edersen gerçeğe dönüşür.” sözünü, bin defa söylemese de baş tacı ettiği anlaşılıyor. E, evet! Adam galiba haklı, çünkü biz de Türkiye’de suların kireçli olduğuna, Calgon kullanmazsak çamaşır makinemizin pahalıya patlayacak arızalar yapacağına inanmış bulunuyoruz artık!

Böyle dediğime bakmayın, ben reklamla propagandanın apayrı işler olduğunu, ancak yanlış olduğuna inanmakla birlikte kimi zaman ve yukarıdaki gibi kimi örneklerde reklamın propagandaya yaklaştığını, daha da önemlisi bambaşka hedeflere sahip oldukları durumlarda bile benzer teknikleri kullanabildiklerini düşünüyorum. Bana göre propaganda diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin, aynı zamanda demokratik rejimlerin henüz demokratikleşmemiş odaklarının işidir. Peki, işe yarıyor mudur? Evet, toplumsal gelişmişlik düzeyine göre değişen oranlarda hâlâ işe yaradığını, Türkiye örneğinde de gördüğümüz gibi, söyleyebiliriz.



Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin yazarı Milan Kundera “İdeoloji çağı bitti, imagoloji çağı başladı.” derken belki ideolojilerle birlikte propaganda döneminin de sona erdiğini ifade etmeye çalışıyordu. Ben, tamamen sona erdiğini elbette düşünmüyorum, hatta daha sofistike yöntemlerle geliştirildiğini, bugün Pentagon’un ve CIA’in “algılama yönetimi” dedikleri şeyin, aslında “algılama manipülasyonu” anlamına geldiği söylüyorum.

Çoğulcu demokrasiler nasıl propagandanın kökünü kazıyacaksa/kazıyorsa, çoğulcu serbest pazarlar da propagandaya yaklaşan reklamların kökünü kazıyacaktır.

Yine çeşitli vesilelerle dile getirdiğim gibi, bana göre reklamın üç ayrı niteliği barındırması gerekir; doğruluk, güzellik ve iyilik... [*] [*] İletişimin teknikleri tamamen ayrı bir konudur, bu anlamda propagandayla reklam arasında benzeşmeler olabilir/vardır. Ancak, propaganda Goebbels‘in afişleri gibi ‘güzel’ olabilirse de, ‘iyi’ ve ‘doğru’ olamaz.

Grafik Tasarım dergisinin Kasım 2006 tarihli sayısındaki “Grafik tasarım: İki boyutlu yüzeyde dört boyutlu bir evren yaratmak...” başlıklı yazımın son paragraflarının bu konuyla ilgili olarak yeterince açıklayıcı olduğunu düşünüyorum: “Bildiğimiz gibi felsefenin kapsamı içine giren üç temel normatif bilim dalı var: Doğruluk temeli üzerine kurulmuş mantık, iyilik temeli üzerine kurulmuş ahlak ve güzellik temeli üzerine kurulmuş estetik... Bunları doğru-yanlış, iyi-kötü ve güzel-çirkin şeklinde zıtlıklarıyla birlikte ifade edebiliriz. Aslında şunu söylüyorum; nasıl ki insanlık uzun süre ve büyük çoğunlukla ‘yanlış’ta ve ‘kötü’de ısrar etmezse, yine uzun süre ve büyük çoğunlukla ‘çirkin’e demir atmaz. Elbette insanın özünde yanlış, kötü ve çirkin de var ve iradesini bu yönde de kullanabiliyor. Ama asıl liman doğru, iyi ve güzeldir. Kalıcı değerler yaratmak isteyenlerin odaklanacağı yer de burasıdır. Belki burada ‘fayda’ konusunda bir tartışma olabilir; ayrı bir kategori olarak mı değerlendirileceği, yoksa ‘mantık’ın bir tezahürü olarak mı görüleceği şeklinde... Ama sonuçta o da ‘pozitif’ alanın içindedir. Hatta, Prof. Dr. Mustafa Ergün’ün Sanat Felsefesi isimli makalesinden öğrendiğime göre filozoflar arasında ‘Faydalı olan güzel, güzel olan iyi ve aynı zamanda faydalıdır.’ görüşünü savunanlar da olmuştur. Bir sanat olarak grafik eserde, güzellik dışında iyilik ve doğruluk niteliklerinin olmaması onu sanat eseri olmaktan çıkarmaz. Ancak, esere bir görsel iletişim tasarımı olarak baktığımızda, bence, insanlığın vazgeçilmez ve temel terazileri olan doğruluk ve iyiliğin eksik olması, eserin işlevini yerine getirme konusunda da ciddi bir eksiklik yaratacaktır. Grafik tasarımcının, bir iletişim mimarı olarak bunu dikkate almaması düşünülemez.”

Acaba soruyu cevaplayabildim mi?