3 Eylül 2006 Pazar

| Paylaşmak düşünceyi büyütür, cimrilikse yoksullaştırır

Bir süre önce Eylülce’den Gaye Ör’ün bazı sorularını cevaplamıştım. Konu; bloglar, bloglarla birlikte iletişimin değişen yönü, pazarlama ve pazarlama blogları ekseninde dönüyor. Suyu boşa akıtmamak lazım, enerjiye dönüştürmek için burada da yayımlayalım:
[ FOTOĞRAFLAR: DARREN BRAUN ]

Bloğunuzdan ve neden kurduğunuzdan biraz bahseder misininiz?

‘A. Selim Tuncer | Diyalog’ adını taşıyan bloğumda, nadiren üstüme vazife olmayan konulara burnumu soktuğum oluyorsa da, ağırlıklı olarak pazarlama iletişimi kapsamına giren yazılar yazıyorum. Bunların bir kısmı pratik deneyimlerimden yola çıkarak vardığım sonuçları, bir kısmı da ‘deneme” niteliğinde, içinde daha fazla soru taşıyan ve uçuşan düşünceleri içeriyor. Bir akademisyen değilim, ama düşünce üretimi ve paylaşımını pratisyenler açısından yaşamsal derecede önemsiyorum. Maden ocağında kafa lambası olmadan çalışan biri neyse, kuramsal alt yapı sistematiği ve zenginliği olmadan iş üretmeye çalışanın durumu da odur bana göre…

Bloğumu neden kurdum? Meraktan “Nedir allahaşkına bu blog hikayesi?” diye araştırma yaparken baktım ki kuruluvermiş. İyi de olmuş!

Blog sizin için ne ifade ediyor?

Murat Kaya’nın sorduklarına verdiğim cevabı burada tekrarlayacağım. Yeni “ortam”lar, yeni “tür”lerin oluşmasını da sağlıyor. Net ortamının “blog”ların bir “tür” olarak yaratılmasına yataklık ettiği muhakkak. Televizyonun, “ortam”ın karakterine uygun olarak dizi, klip gibi türlerin yaratılmasına imkan verdiği gibi. Sinemada oturup klip izler miydik? Deli derler adama! Büyük buluş olan ve “rahim” işlevi gören, internet... Bu “ortam”da, bakalım başka neler döllenip gündemimize oturtacak?


İnternetin, özellikle bloglarla birlikte geldiği nokta itibariyle TV’den en önemli farkı, “ortam” üzerindeki iletişimin etkileşimli bir boyut kazanmış olmasından kaynaklanır. Prof. İsmail Kaya’nın çok hoşlandığım “Fare tüketir, klavye üretir.” veciz sözünü burada tekrarlayayım. Bu düzlem, taşlar yerine oturduğunda iletişimde ve sosyal yaşamda paradigma değişikliğine yol açabilecek (Belki de açtı!) güçte bir enstrümandır. Ama, bir enstrümandır; bunu da atlamamak gerekiyor.

İnsanın özü değişmiyor. Geçmişte de insanlar arasında iki tür ilişki biçimi söz konusuydu. Bunlardan biri TV gibi otoriter bir düzlemden kitlelere “iletim” yapılmasıydı. Camide vaiz, kilisede rahip, köylerde hikaye anlatıcıları, halk ozanları, medreselerde müderrisler, mevlit törenlerinde mevlithanlar, daha yüksek zümrelerde şairler, yazarlar, Antik Yunan tiyatrocuları gibi... Diğer bir ilişki biçimi ise, eşit düzlemde olan insanların birbirleriyle “iletişim”iydi. İnternet de belli bir döneme kadar “iletim” boyutunda kaldı. Bloglarla birlikte “iletişim” ortamı olmaya doğru evriliyor. Bu bakımdan önemsiyorum.

Her yenilik, birtakım kuşkular ve tereddütler oluşturur. İnternet de öyle… Yeniliklere açık denilebilecek insanların oluşturduğu reklam sektörünün başlangıçta bilgisayarlara karşı ne kadar tepkili davrandığını hatırlıyorum. Mesela, ünlü iletişimci Mc Luhan’a göre Gutenberg’le başlayan matbaa devriminin öngörülmemiş bir sonucu, toplumun parçalanmasıdır. McLuhan’ın iddiasına göre okurlar artık okuma işini bireysel olarak gerçekleştirecekleri için diğerlerinden ayrılacaklar ve birbirlerine yabancılaşmaya başlayacaklardı. Ona göre “Matbaa denilen aygıt taşınabilir kitabı yarattı, böylece insanlar kendi özel alanlarında diğerlerinden yalıtılmış olarak okuyabilir hale geldiler.” Kulağınıza nasıl geliyor?

Şimdi, özellikle blogların da katkısıyla internette çok ciddi bir bilgi yığılması oluyor. “Bilgi çöplüğü” bile diyebiliriz. Yeni Delhi’deki bir profesörün araştırmalarından Kiev’deki bir delikanlının ergenlik deneyimlerine kadar her şey... O nedenle Google gibi “çöp karıştırıcıları”, konserve kutusunu pırlantadan, değerliyi değersizden, işimize yarayanı yaramayandan ayırt etmemize yardımcı oluyorlar. Bu uygulamaların daha da gelişeceğini düşünüyorum. Artık internetsiz yapamadığımızı göz ardı etmeyelim.


Aynen “yüz yüze” insan ilişkilerinde olduğu gibi bu “ortam”da da bir toplumsal ilişkiler ağı oluşuyor. Birbirleriyle benzer duyguları, ortak bilgi ve ilgileri, yakın eğilimleri paylaşanlar bir biçimde kendi aralarında bir sosyal ortam oluşuturuyorlar. Bu “iyi” mi? Şunu söyleyeyim, bu “ortam”da yüzünü görmediğim birçok “iyi” insanla tanışıyorum. Belki önce “Nesi kötü?” diye sorarak cevap aramalıyız.

Sonuç olarak blog benim için ne ifade ediyor?

1.
Öğreniyorum.
2.
Belki öğretiyorumdur da!
3.
Güncel ya da entelektüel konularla ilgili görüşlerimi paylaşarak bir biçimde tepkiler alıyorum. Bunlardan yararlanıyorum.
4.
Sağda solda dile getirdiğim bazı konulardaki düşüncelerimi, iyi kötü paylaşıyor olmanın motivasyonuyla kayıt altına alıyorum.
5.
Hatta şimdi uzun uzun konuşmaktan kurtuldum, bir konuyla ilgili adres verip (hatta başka bloglardan da) ilgili olanlara okumalarını salık veriyorum.

Bu arada, bir blog yazarı olmama rağmen “blogger” ya da “blogcu” sıfatlarından pek hazzetmediğimi yeri gelmişken belirtmiş olayım. Tabii, yapılan faaliyeti bir şekilde tanımlıyor, ancak kimliği tanımlama noktasında kullanıldığında bence yanlış oluyor. Blog, yeni bir enstrüman. Bu enstrüman, birçok insan gibi benim de kimliğime uygun imkanlar sunuyor, o ayrı. Kitap yazarına kitapçı, dergi yazarına dergici diyor muyuz? Tamam, gazeteciye gazeteci diyoruz, ama onu da onlar düşünsün!

Neden pazarlama?

Pazarlama profesyonellerine ve pazarlama akademisyenlere haksızlık yapmayalım. Bütün bildiklerimden önce haddimi bilmem gerekir. Benim odağımı, tabii ki pazarlama dairesi içinde yer alan, “pazarlama iletişimi” oluşturuyor. İşim de pazarlama iletişimi.

Pazarlama için de aynı şey söylenebilir, ama ben yine de soruyu “Neden pazarlama iletişimi?” biçiminde değiştirerek cevaplıyorum ve diyorum ki:

İlgi alanı bu kadar geniş, yalnızca tüm bilim dallarıyla değil, aynı zamanda tüm sanat dallarıyla da bir biçimde ilişkisi olan, yaratıcı dürtüyü daima canlı tutan, entelektüel anlamda sürekli beslenme ihtiyacı hissettiren başka bir meslek biliyorsan bu işi hemen bırakayım.

Kafanızda ideal bir blog yapısı var mı? Varsa nasıl olurdu?

Doğrusu zaman zaman bazı eksiklikler hissediyorum; şöyle de bir imkan olsaydı diye… Zamanla daha da gelişecektir. Şimdilik böylesi iyi, idare ediyorum. Şablonun sınırlarını zorlayarak ihtiyaçlarımı giderdiğimi düşünüyorum.

Blog ve blog yazmakla ilgili sevdikleriniz ve sevmedikleriniz neler?

Blog yazmakla ilgili en sevmediğim şey, daima bir bilgisayara ve internet bağlantısına gerek duyulması… Bazan anında yazmak gerekiyor. Bu sorunu ileride çözerler değil mi?

Kimlere neden ve nasıl bir blog yazmayı tavsiye ederdiniz?

Zihninde düşünce adına en küçük bir kırıntısı olanların bile bu yolla paylaşmalarını arzu ederim. Paylaşmak düşünceyi büyütür, cimrilikse yoksullaştırır. Yazsınlar da nasıl yazarlarsa yazsınlar. Öğreniyorum derken kastettiğim budur; aslında en iyi öğrenciler öğretmenler, en iyi okurlar da yazarlardır. Çünkü yazmak için okumak, öğretmek için de öğrenmek gerekir.