17 Ekim 2006 Salı

| Açık hava reklamları kent kimliği ve estetiğinin bütünleyici bir parçası olmak zorundadır artık!

Kentleri işgal eden reklam panolarıyla ilgili olarak gündeme gelen eleştirilerin, reklamın bizzat kendisine külliyen yapılan itirazlar dışında, kentin kimliğini bozduğu, daha doğrusu kimliksizleştirdiği ve bir ticari panayıra dönüştürdüğü noktasında odaklandığını, bir açıdan bakıldığında bu eleştirilerde de haklılık payı olduğunu söyleyebiliriz.


Kent mimarisi odaklı baktığınızda, gerçekten de bu reklam panolarının kentin kimliğine bir tecavüz olduğunu, hele İstanbul gibi günden güne kimliğini kaybetmekte sınır tanımayan bir kent için vahametin boyutlarının arttığını kim inkar edebilir?

Bu dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın reklam panolarına karşı müsamahasız olduğu, hatta açık hava reklamlarına getirilen yüksek vergilerin onun teşvikiyle yasalaştığı söylenir. Tabii, elinizde bir erk varsa bunu “Tiz reklam panoları kaldırıla!” şeklinde bir fermanla destekleyip gerçekten de gelişmenin önünü tıkayabilirsiniz. Ancak, takdir edersiniz ki bu, kolay ve çözüm üretmeyen bir yöntemdir. Çünkü ekonomik ve toplumsal yaşamın başka alanlarında yaşanan gelişmelerle ilintili bir başka boyutunun önüne ket vurmaya kalktığınızda, bu kez gelişmeler sizin hiç de istemediğiniz bir durum alabilir ve tam tersi sonuçlar doğurabilir.


Soruna kent kimliği ve kent estetiği açısından yaklaşanlar için de benzer bir tehlike söz konusudur. Eğer önünde duramayacağınız bir gelişmeye teslim olmamak yolunu seçerseniz, ki onurlu bir tavır olduğunu kabul ederim, bu davranışınız belki de hiç istemediğiniz bir şekilde asıl teslimiyetin önünü açabilir. Teslim olmamak için direnirken, bu kez de gerçekten kent kimliği ve estetiği noktasında sizin yapacağınız katkılardan mahrum bir şekilde yaşanan gelişmeler, kenti, kimliksizliğin zirvesine oturtabilir. Yani bazan reddetmek, daha kötüsünü kabul etmek anlamına gelebiliyor. Bu hassasiyeti duyanlar, duyarlılık ve kararlılıklarını önünde durulamaz gelişmelerin olumlu dönüşümlerine bir katkı olarak aktarma potansiyelini de taşırlar. Bunu da yapmalıdırlar.

Modern kentleri kuşatan reklam panolarını, kent kimliği ve estetiğinin bir parçası olarak geliştirmek mümkün müdür? Bu soruya ben de hemen olumlu bir cevap veremeyeceğim. Ancak karşı koymak yerine böyle bir arayışa yönelmek bana daha akılcı görünüyor.


Elbette İstanbul bu konuda diğer dünya kentlerine göre çok bakir sayılır. Özellikle Tokyo’yu görenler Latin ve Japon alfabelerinin karışımıyla oluşmuş açık hava panolarının, özellikle geceleri abartılı neon ışıltılarıyla tüm kenti egemenliği altına aldığına tanık olmuşlardır.

Konunun özgün Türk grafik sanatı, Türk reklamcılığı gibi derin tartışma alanları var. Tartışılması gerekir, ama şimdi oralara giremeyiz. Bu, kent kimliğinin bir parçası olacak reklam panolarının içerikleriyle ilgili bir durumdur. Grafik eserlerin, temsil ettiği markanın kimliğine katkıda bulunma noktasında zaafları varken, kent kimliğiyle ilgili bir katkılarının olmasını beklemek iyi niyetli bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Ama tartışmayalım mı?

İkincisi ise, bu grafik eserlerin sergilendiği, şimdi kent mobilyaları kapsamı içinde değerlendirilen ve “billboard, megaboard, citylight, megalight, raket” gibi isimler verilen konstrüksiyonların kent kimliğine ve estetiğine ne ölçüde uyum sağladıkları veya katkıda bulundukları hususudur. (Daha isimlerden kaybettiklerini düşünüyorsunuz gibi geldi bana!)

Mesele, diğer toplumsal ve ekonomik değişimlerin bir parçası olarak engellemeye muktedir olamayacağımız bu gelişmeleri, bu yönde bir zihinsel çabayla yeni İstanbul’un inşasında bir katkı olarak kullanıp kullanamayacağımız meselesidir. Kent uygarlığı üzerinde kafa yoranların, şehir planlamacıların, mimarların, reklamcıların, grafik sanatçılarının bir ikinci Tokyo olmamak için bu konuda neler yapılabileceği üzerinde çaba sarfetmeleri önemlidir.


Dün akşam, işten eve giderken Akmerkez’in önündeki Koç köprüsünü geçtikten sonra yol kenarındaki ‘billboard’larda bir çalışma olduğunu farkettim. Bitişik nizam yan yana duran beş altı adet ‘billboard’ konstrüksiyonu değiştirilmiş, yerine gerçekten “kent mobilyası” denmeyi hak eden yenileri yerleştirilmişti. Çalışmaları denetleyenler arasında eski mesai arkadaşım, şu anda Ströer-Kentvizyon’un kurucu ortaklarından olan Mustafa İlbak’ı farkettim. Uzun zamandır görüşmediğimiz için arabayı uygunsuz bir yere çekip indim. Mustafa’yla kucaklaştıktan sonra çalışmalara daha yakından baktım, gerçekten güzeldi. Söylediğine göre İstanbul’un bütün ‘billboard’ları değişiyor, hepsi ışıklı birer mobilyaya dönüşüyor.

Bu yazının da yazılmasına vesile olan Mustafa İlbak önemli bir adam... Daha doğrusu ben öyle görüyorum ve her yerde de söylüyorum: “Açık havanın Türkiye’de gerçek bir mecra olmasını en az on yıl öne alan adamdır İlbak.” 90’ların başında bu işe el attığında İstanbul’da kimsenin pek de yüzüne bakmadığı sanırım birkaç yüz paslı ‘billboard’ vardı. Son on beş yılda otobüs duraklarından çeşitli açık hava mecralarına kadar kentin mobilyalarla bezenmesinde de bu adamın çok önemli katkıları olmuştur.

Niye Mustafa’dan bahsettim? Eğer bu gelişmeler olmasaydı, şu anda İstanbul’un otobüs duraklarının çok önemli bir kısmı pastan ve çamurdan oturulmayacak halde olacaktı. Tabii ki “kimlik” konusu daha derin bir konudur, ama en azından şu anda temizlik ve estetik açısından önemli adımların atılmış olduğunu kabul etmeliyiz. Kentiyle ilgili kaygı duyanlar, toptan itirazlar geliştirmek yerine destek verirlerse “kent kimliği” konusunda da olumlu adımlar atılır diye düşünüyorum.

Geleceğe hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler bırakamayacağımız zaten belli, buna hayıflanmak yerine bırakacaklarımızın niteliğine odaklanmak daha iyi değil mi?

Not: Eğer yabancı bir sözcüğü cümle içinde Türkçe sözcük gibi kullanmak zorundaysanız, yazım kuralına göre onu tek tırnak arasına almak zorundasınız. ‘Billboard’ yazarken tırnak açıp kapatmaktan yoruldum. Şu isimler konusuna el atmak da artık sizin işiniz Mustafa... Siz ne derseniz herkes de size uyar. Hadi bakalım!