Bilinirlik, markanın olmazsa olmaz bileşenlerindendir. Eğer markanızın bilinirlik oranını belli bir düzeye çıkaramazsanız diğer marka bileşenlerinin önemli bir bölümünü de inşa edemezsiniz. Yani Napolyon’a izafe edilen “Barut yok!” öyküsü gibi bir şey... Barut “yok”sa diğer “var”ların da bir hükmü yoktur.
Markanız pazarın dar bir segmentine yönelmiş olsa bile, çok geniş bir kitle tarafından biliniyor, tanınıyor ve onaylanıyor olması gerekir. Bu sağlanamazsa, o dar segmentte de başarılı olma şansı çok zayıftır.
Marka olgusu, “toplumsal”dır. Markayla ilgili olarak, bireylerin kişilik özelliklerinin daha çok dikkate alınması ve “kişiselleştirme” çabalarının artması yönündeki eğilim, başka bir konudur.
Daha önceki bir yazıda konuya kısaca değinmiştim:
“Markanın gerçekten marka olabilmesi için önemli koşullardan biri, sadece Ali Bey’in o markayı biliyor ve beğeniyor olması değil, aynı zamanda Kerim Bey tarafından da biliniyor ve en azından onaylanıyor olduğundan emin olmasıdır. Yoksa ‘o saate o kadar para verilir mi, kardeşim?’
Bir marka hakkındaki en ölümcül durum, bir yerde adı geçtiğinde, birinin o marka için ‘O da nedir?’ diye sormasıdır.”
Markayla ilgili olarak, aynı zamanda “meşruiyet algısı”nı sağlayan, “markanın herkes tarafından onaylanıyor ve biliniyor olmasının bilinmesi" durumudur.
Markanın yüksek bilinirlik oranı ve herkes tarafından onaylanıyor ve biliniyor olduğunun bilinmesi... Ben buna “markanın meşruiyet çizgisi” diyorum. Bu çizgiyi atlamak şarttır, ancak elbette yeterli değildir.