31 Temmuz 2006 Pazartesi

| “El male Rahamim...”

Bu söz, sinagoglarda okunan İbranice bir duanın adı... “Tanrı merhamet doludur.” anlamına geliyor. Arapça merhamet, rahmet ve rahim sözcükleri aynı kökten geliyor. Başlıktaki “rahamim” sözcüğünün “rahim”e benzemesi İbranice’nin Arapça’yla birlikte aynı aileye, Sami dil ailesine mensup olmasından kaynaklanıyor galiba. Dil akrabalığı, Yahudiler’le Araplar’ın biyolojik akrabalıklarına da işaret eder (mi?)

Daha önce, “Akıl almıyor!” başlıklı postamın yorum bölümünde de belirtiğim gibi temelde hiçbir kutsal kitabın, hiçbir ideolojinin ve hiçbir düşünce sisteminin çocukları vahşice katletmeyi emredebileceğine inanmıyorum. Lübnan’da yaşanan vahşette dini bir radikalizmin aşırı yorumlarının rol oynadığı açıkça görülüyor.

Tanrı’nın, yalnızca bir dinin mensuplarına karşı merhamet dolu, sıçan yavruları olarak gördüğünüz diğer insanlara karşı ise merhametsiz olduğuna inanırsanız, en büyük kötülüğü kendinize ve kendi Tanrı inancınıza yaparsınız.

1993 yılının sonları veya 1994’ün başları... Metin Toker’in Akis dergisi, gazeteci Mehmet Ali Yula yönetimine üçüncü defa yayımlanmaya başlanıyor. İkinci girişim, 12 Eylül’den sonraydı ve çok kısa sürmüştü. Üçüncüsü de öyle oldu.



Akis’in lansman kampanyasını biz yapıyoruz. O zamanlar henüz CD’lere data kaydı yapılmadığı için kampanyanın yedi sekiz ilanından ikisine ulaşabildim. TV reklam filmlerini bulmam hiç mümkün değil. (Bu blogda genelde çalışma örnekleri sergilemiyorum, ancak yeri gelince böyle sandıktan çıkarıyorum. Biliyorsunuz, buranın tarzı farklı, iş örnekleri sunmanın sonu yok çünkü...)

“Yorumsuz haber... Yalansız yorum.” sloganıyla oluşturulan kampanya, gerçek gazeteci fotoğrafları ve olayların faillerinin kendi inanç sistemleri içinden seçilmiş sözlerden oluşuyordu. Yani dinlerle, ideolojilerle onların bağlılarını birbirinden ayırıyor, yani herkesi kendi inandığı/inanması gerektiği sözlerle ikaz ediyordu.

Mesela, Sivas katliamında her ne kadar bazı yabancı servis ajanlarının kışkırtmalarından, derin devletten falan söz ediliyorduysa da, kışkırtanın yanında kışkıranların da olduğu muhakkaktı. Bu vahşet ve linç psikolojisine karşı, konuyla ilgili ilanın sözü Kuran’dan bir ayetti: “Sizin dininiz size, benim dinim bana...” Bosna’da Hristiyan Sırplar’ın Müslüman Boşnaklar’a uyguladığı soykırıma İncil’den “Fakat siz, ‘Ben kurban değil, merhamet isterim.’ sözünün ne anlama geldiğini bilmiş olsaydınız suçsuzları kurban etmezdiniz.” mealinde bir ayetle itiraz ediliyordu. Atatürk’ün “İdare-i maslahatçılar gerçek devrimci olamazlar.” sözünün de kampanyada yer aldığını hatırlıyorum.

Şimdi böyle bir iş yapıyor olsaydık, muhtemelen ilanlardan birinin başlığı, Musevi duası “Tanrı merhamet doludur.” veya Tevrat’ta çokça bulabileceğimiz bu mealde herhangi bir ayet olurdu.

| Haydi iyi bir şey yapalım, şu eksik ‘puzzle’ları tamamlayalım!

“İnternet deyince özgürlük gelir aklımıza. Bilgiye ulaşmakta özgürüz, binlerce kaynak arasından istediklerimizi seçip kullanabiliyoruz.”


“Sadece kullanmak, tüketmek, katkıda bulunamamak özgürlüğün önünde bir engeldir aslında sanal alemde. Wikiler katılımcı bir anlayışla işliyorlar, bu sayede kullanıcılar wiki tarzı sitelere diledikleri gibi, özgür bir şekilde katkıda bulunabiliyorlar.”

“15 Ocak 2001′de İngilizce olarak yayına başlayan, wiki tarzı sitelerin en büyüğü Özgür Ansiklopedi Wikipedia‘ya, şu an için internet üzerindeki en büyük ansiklopedi denebilir ve Wikipedia şimdi Türkçe dahil birçok dilde yayın yapıyor. İngilizce bölümünde 1.200.000′in üzerinde madde bulunuyor, bu çok iyi bir rakam, aradığımız hemen hemen her şeyi bulabiliyoruz.”


“2003 yılından beri yayında olan Türkçe Özgür Ansiklopedi Vikipedi, şu an için çok yeterli gibi görünmese de devamlı gelişiyor ve kapsamlı bir Türkçe ansiklopedi olma yolunda ilerliyor.”

“Türkçe Wikipedia’ya hak ettiği ilginin gösterilmediğini düşünüyorum. İngilizce olarak 1.200.000’in üzerinde madde varken, Türkçe madde sayısı şu an için 27-28 binlerde. Ve bu maddelerin bazıları yeterli ansiklopedik bilgi içermediği için taslak halinde…”

“Vikipedi’nin gelişmesi için hepimizin katkıda bulunmamız gerekiyor.”

Tekno Seyir, bu önemli konuyu gündeme getirmiş, bana da destek vermesi düşmüş. Haydi bakalım, Türkiye’nin birikimini bu özgür ortamda kayıt altına alalım, eksik ‘puzzle’ları tamamlayalım.

Ayıp oluyor!

30 Temmuz 2006 Pazar

| Ben bu kadını sevmiştim

Gole dönüştü mü bilmiyorum, geçenlerde Alper Akcan’ın ilk5’inden gelen bir pas almıştım. Konu 80’lerin modasıydı. Modayla sınırlı olarak bir şeyler karaladım. Oysa 80’ler üzerine konuşulacak o kadar çok şey var ki! Mecal bulursak belki zaman zaman değiniriz.

O zaman bizim yaşımızdakiler için 80’lerin “kült”lerinden biri de Erkekçe dergisiydi. Gırgır ve Fırt’ın yabancı dergilerden araklama ikinci sayfa güzellerinden sonra, ilk kez cinsel konuların aylık dergi formatında yer aldığı, “Bu sadece bir seks dergisi değil ha!” dedirtmek için numaradan da olsa bazı ciddi röportajların yayımlandığı, en önemlisi ise genç erkeklere göz ziyafeti kabilinden yerli güzellerin bugün için belki yarı çıplak denilebilecek pozlarının sergilendiği bir dergiydi Erkekçe... Hıncal Uluç’un yayın yönetmeni olduğu bu dergiye o dönemler kimlerin poz verdiğini saymayayım, içlerinde şimdi çoluk çocuk sahibi olanlar var.


Erkekçe’nin ardından yine Gelişim Yayınları tarafından Kadınca çıkarıldı. (Yani ben Erkekçe’den sonra çıktığını sanıyorum, yanılıyor olabilirim.) Derginin yayın yönetmeniydi, Duygu Asena adını o zamanlar duymaya başladık. Feminizm falan gibi lafları da ilk kez o zaman mı duymuştuk acaba? Belki daha önce de olabilir, zamanları biraz karıştırabilirim.

Türkiye bir karabasandan çıkmış, askeri darbe olmuş, ülke bir sürü iç ve dış sorunla boğuşurken bu feminizm gibi yeni icatlar da nerden çıkmıştı böyle? Uzatmayacağım, delikanlı adamlar olarak gıcıktık bu kadına! Zaten dergisinin de bizim için okunacak:) bir tarafı yoktu! Sonra da, bir “Kadının Adı Yok” dalgası yayıldı ortalığa... Ona daha fazla gıcık olmak için yeni bir neden yani! (Kitabın adını hâlâ çok başarılı bulurum. Bir dönem reklamcılık yapmasından kaynaklı olabilir mi?)

Zaman bizi değiştirdiği gibi elbette onu da değiştirmiştir. “Kadının Adı Yok” dahil, hiçbir kitabını okumadım. Kendisini tanıma imkanım da olmadı.

Yıllardır gazete ve dergi köşelerinde röportajlarına rastlar, göz atardım. Televizyon programlarına çıktığında can kulağıyla dinlemesem de, kulak verirdim işte!

Çok açık yazacağım, feminist hareketlere bir diyeceğim yok, ama temsilcilerine hâlâ mesafeliyim. Tabii ki bir genelleme olmasın, aklı başında herkesi tenzih ederim, ancak bu sözcülerin çoğu makul bir hak arama konumundan daha çok “yırtıkça” bir çıtır çıkarma tavrındadırlar. Ya da bana mı öyle geliyor?

Zaman içinde medya aracılığıyla izleyebildiğim kadarıyla Duygu Asena öyle değildi. Sonradan bende hep iyi bir insan izlenimi bıraktı.

Bana göre gerçekten bir derdi, bir kaygısı vardı. Samimiydi. Yüzüne sürekli mütebessim bir hüzün hakimdi. Yumuk gözlerinin altındaki erken kırışıklıklar hüznünü ve olgunluğunu destekliyordu. Şöhretine rağmen alçakgönüllü görünüyordu. Makul perdeden bir ses tonuyla konuşur, hafif titrek sesiyle ve çoğu zaman gülümser bir edayla bizi ikna etmeye çalışırdı. Belki derin bir entelektüel değildi, ama yaydığı pozitif duygu etkiliydi. Hoş bir hanımdı aynı zamanda. Kim ne derse desin, bende bıraktığı duygu buydu.

Bugün öldüğünü duydum ve bunlar geçti aklımdan bir bir... Kimileri “Türk kadın hareketinin...” falan diye başlayan ifadelerle bir şeyler söyleyeceklerdir. İşin o tarafını zaten yeterince bilmiyorum, ama ben bunları yazmaya borçlu hissettim kendimi. Hakkını helal etsin diye...

Sevmiştim. Hüznü neşeye dönüşsün gittiği yerde...

26 Temmuz 2006 Çarşamba

| Aslanın midesindeki büyük lokmadan koparabildiğim üç küçük kırıntı...

Küçük dediğime bakmayın, bütün numara bu kırıntılarda... Şahin Tekgündüz, Mah-Zen’de ilginç ve keyifli bir “iş alma” hikayesi aktarmış. Sene 1970. Yani henüz 12 Mart Muhtırası verilmemiş. Transtürk Holding, dönemin koşullarına aldırmaksızın ciddi oranda bir halk arz kampanyası gerçekleştirecek. Arslanın ağzındaki lokma bu... İstanbul’daki büyük ajanslar arasında, Ankara’dan çiçeği burnunda bir ajans da konkura katılıyor ve işi alıyor. Lokmayı onlar yemişler, bize de kırıntıları kalmış, ama altın kırıntıları...


1.
Eğer kendinize güveniniz varsa, bunu muhatabınızın anlamaması mümkün değil. Yoksa da tabii!
2.
Kurallar değişmiyor. Herkesin aklına gelmesi beklenen, ama çözüm isteyen karmaşık problemler arasında gözden kaçan, daha doğrusu karmaşık problemlerin ancak karmaşık yaklaşımlarla çözülebileceği düşüncesi nedeniyle kıyıda duran asıl basit çözümü ıskalamayacaksın. Herkesin sonradan “Tabii yaaa!” dediği gerçek çözüm bu zaten. Şimdi bu, guruların ilk nasihatleri arasında yer alıyor. Ah Şahin Abi, aah!
3.
Mevlana’nın “Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.” sözündeki gerçek daima tecelli ediyor. (Buna benzer bir lafı FSB de söylemiştir mutlaka! Bakın isterseniz.) Sen geceni gündüzüne kat, tüm birikim ve deneyimini kullan, kahrol, beyin duvarlarını çatlat, araştır, test et, sor, soruştur, yarat... Vee, bütün iş, karşı tarafın algı sınırlarına mahkum olsun. Maalesef böyle. Ya oradaki algıyı genişletme çabası göstereceksin, ya kendini helak etmeyip algı sınırlarında iş üreteceksin, ya da arkana bakmadan geri döneceksin! (Ben kırk satırı tercih ederim! Siz?) Bu noktada, eski ve tam yerinde bir deyimle Fuat Süren’in “basiret”ini takdir etmemek mümkün mü?

Bu aksi ihtiyarın, Şahin Tekgündüz’ün yazması gerektiği yolundaki kanaatim iyice pekişti. Ve tren yolculuklarından diğerlerine göre neden daha fazla hazzettiğini şimdi daha iyi anladım.

| Bir Ferrari’m olsaydı, kesinlikle ben de satardım!

Satardım, çünkü tarzım değil. Zaten “Ferrari’sini Satan Bilge”nin yazarı Robin S. Sharma’nın da Ferrari’si yokmuş, biliyor musunuz? Bizi aldatmış. Biliyorsunuz, bu kitabı okumayan neredeyse kalmadı. 26 ülkede 17 dile çevrilen kitap, Amerika ve Kanada’da 1 milyonun üzerinde satmış. Türkiye satış rakamı ise, eğer edindiğim bilgi eski değilse 250 bin adet. Sharma, Ferrari’sini satmış olsaydı bile, bu satış rakamlarıyla kim bilir kaç Ferrari alırdı?


Bu tür “kişisel gelişim” ve “pozitif düşünme” türünden kitaplar nedense benim pek ilgimi çekmiyor. Tabii çok kişisel bir şey bu... Tavır falan almıyorum yani, bu kitapların iyi tarafları vardır mutlaka... Dostum Adem Yılmaz, bugün bana kitaptan altını çizdiği bazı cümleleri derleyip göndermiş. Ben de bunların arasından sizin için bir seçme yaptım.

“Ölüm döşeğindeyken isteyeceğin şey, asla ofisinde biraz daha fazla zaman geçirmiş olmak olmayacak.”

“Geleceğe yönelik gerçek cömertlik, şu an mevcut olan her şeyden vazgeçmeyi içerir.”

“Kendi iç dünyanda başarılı olmadıkça dışarıdaki başarının hiçbir anlamı olmadığını anlamış bulunuyorum.”

“Başkalarını yalnızca kendini sevme sanatında ustalaştığında gerçekten sevebilirsin.”

“Kaygı, zihin gücünün büyük kısmını tüketir, er ya da geç ruhu yaralar.”

“Bu dünyadaki en keyifli, dinamik ve doygun insanlar donanım açısından senden ve benden hiç farklı değiller.”

“Bilgeler bana ortalama bir insanın zihninden bir günde ortalama altmış bin düşünce geçtiğini söylemişti.”

“Çoğu kimse en büyük gelişimi karşılaştıkları en büyük güçlüklerle kazanmışlardır.”

“Zihin mükemmel bir hizmetkar, ancak berbat bir efendidir. Olumsuz düşünen biri haline gelirsen bu zihnine özen göstermediğin ve iyiliğe odaklanmak için çalışmaya zaman ayırmadığın içindir.”

“Bir kez yaşama amacının ne olduğunu bulduğunda, dünyan canlanacak. Her sabah sınırsız bir enerji ve heves kaynağıyla uyanacaksın.”

“Çoğu kimse düşünme biçimleri üzerine düşünmez, fakat düşünce tarzının kalitesi yaşam kaliteni belirler.”

“Düş gücü bilgiden daha önemlidir. Kendini olmak istediğin kişi gibi gör.”

“Yaşamında bir eksiklik varsa, bu, düşüncelerinde bir eksiklik olduğundandır.”

“Başka insanlardan üstün olmanın asil bir tarafı yoktur. Gerçek asalet önceki yaşamında olduğundan üstün biri haline gelmekte yatar.”

“Yönelim ve düşleri olmadan yaşayan insanların yaşamına yorgunluk hükmeder.”

“Yalnızca arayanlar bulur.”

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.”

“Hepimize bu yaşamsal görevi kolayca gerçekleştirmemiz için benzersiz yetenekler ve özellikler verilmiştir.”

“Kahkahasız veya sevgisiz geçen bir günün, içinde yaşam olmayan bir gün olduğuna inanırlardı.”

“Yakıcı bir tutku hissi hayallerin için en güçlü yakıttır. Biz toplumumuzda tutkuyu kaybettik. Yapmayı sevdiğimiz şeyleri yapmıyoruz. Birtakım şeyleri yapmamızın nedeni onları yapmak zorunda olduğumuzu düşünmemiz. Bu mutsuzluğun formülüdür.”

“Her zaman yapmak istediğin ama çok genç, çok yaşlı veya çok fakir olduğuna inanarak kendini kandırdığın için yapmadığın şeyleri gerçekleştir.”

“Yapmayı gerçekten sevdiğin bir şeyi yapıyorsan, aradığın derin mutluluğa mutlaka ulaşırsın.”

“Düzenli olarak oku. Günde yarım saat okumak mucizeler yaratır.”

“Karşılaşabileceğin her çözüm için her problem yazılıdır.”

“Yaşamına böylesi bir zenginlik katacak olan, senin kitaplardan çıkaracakların değil, kitapların sonunda yaşamını değiştirecek biçimde sende ortaya çıkaracaklarıdır.”


Yani gördüğünüz gibi iyi öğütler içeriyor kitap. Batılıların Doğu felsefesine duydukları ilginin biraz daha Batılılaştırılmış ve rafine edilmiş biçimi... Hani adında Ferrari falan da geçiyor. Aslında yazar Hint asıllı bir Kanadalı. Babasından dinlediklerini kaleme alması da çok zor olmamıştır herhalde. İlk bakışta, olayın, yazarın başından geçmiş olduğu algısı oluşuyorsa da, Sharma yalnızca bir kitap yazmış, yoksa ne Ferrari’sini satmış ne de turuncu entari giymiş.

selim_tuncer
Tabii, bazı ziyaretlerde bulunmuştur. Bakın, o kadarını ben de yaptım. Hatta ayinlere bile katıldım, ama orada fotoğraf çekmek dünyevi bir iş olarak ayıp kaçardı. Entari ve takunya giymedim yalnızca...

Tabii, Ferrari’sini Satan Bilge’nin, klasik tabirle bir “pazarlama başarısı” olduğunu söylemeye gerek yok.

Hayat sanattır falan gibi laflar edilir ya, bana göre hayat bir denge işidir. Ne aklın taş duvarına çarpacaksın kafayı, ne de kalbini mistisizmin balçığına gömeceksin. Evet, denge... İnsanlık bazan birine bazan diğerine savrulmuyor mu?

Eğer herkes ömrünü bir Buda rahibi gibi diz çöküp dualar okuyarak, dağ tepe dolaşarak geçirecek olsa toplumsal gelişmenin önü tıkanır, eğer her şeyi yalnızca maddi zenginlik olarak görüp ihtiraslarımızın arkasından sürüklenirsek, bu kez de hepimiz birbirimizin düşmanı olur, zenginliğimizi yaşayacak vasatı yitiririz. Denge...

Tekrar Ferrari’sini satan bilgeye dönecek olursak, Batılının yitirdiği, bizimse yitirmemize ramak kalan değerleri hatırlatıyor Sharma... Belki siz de, başka bir dil ve üslupla babaannenizden dinlemişsinizdir bunların bir kısmını.


Evet, bu ciddi laflardan sonra, “denge”yi sağlamak için başka bir frekansa geçelim. Derin düşünceleri bırakın şimdi.
Atını seven kovboy, Ferrari’sini satan bilgeye karşı…

ÖZET: Ferrasini satmaya karar veren bilge (FSB) turuncu elbisesini giyip Kartal açık oto pazarına gider. Ve arabanın etrafında atını seven kovboylar (ASK1 ve ASK2) dolanmaya başlarlar…

ASK1: Selamaleyküm hacı dayı!
FSB: Ağzını topla, hacı değilim ben…
ASK1: Turuncu ihramı görünce hacı sandıydım kusura kalma.
ASK2: Fanta reklamı oğlum bu, hacı değil…
FSB: Evet Hacı değilim, ama Budistim ben…
ASK1: Gördün mü la Cevdet, adam turistmiş. Arabasını satıyomuş…
ASK2: Hello… Güzel arabaymış. Sende cukka sağlammış bayaa emmoğlu…
FSB: Hakikat, en değerli servettir…
ASK2: Ne dedi lan?
ASK1: Haktan gelen hakka gider gibi bi’şey dedi sanırım.
ASK2: Motor nasıl motor. Muhayyer mi?
FSB: Garaj arabasıdır bu. Son bir yıldır Nirvana’ya çıktığımdan kullanmadım arabayı.
ASK1: Neylen çıktın Nirvana’ya, teleferiklen mi?
FSB: Ciddiyseniz konuşalım kardeyşim. Kapamayın arabanın önünü.
ASK1: Niye satıyon sen bu cillop gibi arabayı. Sıkıştın mı?
FSB: Evet hayat sıkıştırdı beni. İş meselesine kafayı taktım.
ASK2: Ben de iki senedir işsizim biliyon mu?
FSB: Benim işim vardı. Avukattım ben… Kazandığım davalardan mutlu olmayınca kendimi rahatlatmak için yogaya başladım. Sonra tüketim toplumundan nefret ettim. Budist oldum.
ASK1: Budistlerin metro kullanması şart mıdır ağam?
FSB: Yok değildir. Ama karizmayı bozuyor…
ASK2: Len böyle bi araba bende olacak. Arka koltuğunu keraneye çevirmezsem bana da Cevdet demesinler.
FSB: Asıl zevk, vazgeçmektir.
ASK1: Kadından vazgeçip ipinomu olalım yani.
FSB: Kadından değil, hayatın tutkuya dönüşen zevklerinden arınmak lazım.
ASK2: Yav sen parayyı bulmuşun, konuşuyon be emmoğlu. Bizim arınacak kadar paramız olsa tamam…
FSB: Para yalnızlıktır.
ASK1: Eee, parasız kalınca niye karılar bizi terkediyo o zaman.
FSB: Çünkü içinizdeki insanı göremiyorlar.
ASK1: Bağa bak, doğru konuş, ferriyi çizdirtme durduk yerde… İçimizdeki insanmış. Benim içime kimse giremez hacı…
FSB: Arabayı alıyo musunuz, almıyo musunuz kardeşim. Hasta etmeyin adamı?
ASK1: Hoop portakal, orda kal!
FSB: Portakal diilim, Budistim ben. Bu arabayı birisi alsın artık kardeşim. Yeni bi Porche buldum, onu alıcam yaaaa…
ASK2: Anaaa, bu adam bilge felan değil lan. Bak Cem Yılmaz’mış…
ASK1: Kelinden tanıdıydım aslında…
Gani Müjde, nasıl da ruh halinizi değiştirdi birden, değil mi? İşte zenginlik bu... Hayat da!

Sağol Adem...

23 Temmuz 2006 Pazar

| Mükemmel olmayı bırak, çarpıcı olmaya bak!

Hemen söyleyelim ki, kusursuzluk diye bir şey yoktur; eşyanın tabiatına aykırıdır bu... Kastedilen ya kusursuzluk çabası ya da görece bir algıdır. Elbette, plastik anlamda mükemmel denilebilecek formlar görmek mümkündür. İşte, bu mükemmellik de yazık ki o formların kusurudur. Mesela insan formunda kusursuzluktan söz etmek mümkün olacaksa, o formun kusursuzlaştırıcı bir kusurunun olması beklenir.


Eski Yunan heykelleri gibi bir kusursuzluk arayışı, kusuru baştan kabul etmek anlamına gelir. Güzel görünme ve fark edilme durumu, bir kusurla ortaya çıkar. “Put gibi güzel”lerden “yıldız” olmaz mesela, gözlemleyin. Belki aşk bile bir kusura tutulmaktır; “Ne buluyorsun o herifte/kadında?” sorusunu duyar veya sorarsınız. Sorunun cevabı “Senin bulamadığını...” olabilir mi?

Geçtiğimiz aylarda İkebana Evleri’nin reklam filmiyle ilgili oyuncu seçimi yaparken, geçen yıl Romanya güzeli seçilmiş olan bir kız üzerinde yaklaşık on beş kişi oybirliğiyle karar vermiştik. Sekiz on “kusursuz” güzel kız arasından seçilen Romanya güzelinin bir kusuru vardı; ağzı büyüktü. Hatta yazarlarımızdan İbrahim Akar “Güzelliği bir kusur ortaya çıkarır, senin ağzın büyük!” gibi bir densizlik yapıvermişti de, kızcağız biraz bozulmuştu. Ama o kusur, diğer on güzel arasında sıyrılmasını, ayrılmasını ve seçilmesini sağlamıştı. (Romanya güzeli seçilmesini de buna mı bağlamalıyız?) Hatta İbrahim dışında, belki kimse ağzının büyüklüğünü algılayamamıştı bile.

Farklılaşmayı farklılaştırarak fark ettiren adam Seth Godin, The Big Moo (Büyük Mor İnek) isimli kitabının kapağında “Stop trying to be perfect and start being remarkable!” (Mükemmel olmayı bırak, çarpıcı olmaya bak!) derken de benzer bir gerçeğe işaret etmiyor mu? Küçük kusurlar, markanızın yalnızca farklılaşmasını sağlamaz, aynı zamanda sevimlileştirir ve doğallaştırır da... Aslında kusurlu olmak, doğal olmak anlamına da gelir.

Farklılaşmak ve çarpıcı olmak, yalnızca kusurlu olmakla mümkündür demek istemiyorum kesinlikle. Ancak, küçük kusurlarınızı dert ederek hem markanızın yönetimini imkansız hale getirirsiniz hem de “kusursuzluk çabası” nedeniyle yaşayacağınız “yetersizlik duygusu” özgüveninizi yeyip tüketir.

Bence markanız kusursuzsa, mutlaka bir kusur icat edin ki, kusursuzluk kusurundan kurtulun. Aslında Cindy Crawford’un “ben”i de bir kusur sayılmalıdır, değil mi?

21 Temmuz 2006 Cuma

| “Bonne pour l’orient!”

Haluk Mesci, Kırmızı dergisinin 3. sayısında yer alan “Türkiye’de grafik yok! Varsa da yeterince pahalı değil...” başlıklı yazısına “Türkiye’nin büyük bir reklamvereni, adı büyük bir yabancı tasarım şirketine gidip kurum kimliği yaptırdığında; zincir veya mağaza kavramı veya marka çalışması ısmarladığında yüreğim derinden sızlıyor. Çoğu kez, kalitesi tartışılır birtakım şeylere üç haneli binlerce doları bastırıyorlar. (Bazen de, yapılan işin “bonne pour l’orient” bir klonlama olduğu çıkıyor sonradan, şu telefon operatöründe olduğu gibi...)” cümleleriyle başlıyor ve İzmir menşeli “İzAir”in yurtdışında yaptırılan logosunu başarılı bulmadığı belirterek Türk şirketlerinin, dışarıdaki şöhretli dizayn firmalarına ödediği üç haneli bin dolarlara hayıflanıyor. Mesci “Yoksa Türk tasarımcılar yabancılara göre çok daha ucuzdu da, bu yüzden güven mi vermiyordu!?” diye sorduktan sonra devam ediyor: “İnsan düşünmeden edemiyor, niye kendi insanımıza, uzmanımıza da şans vermeyelim diye...”


Haluk Mesci yazısında Ogilvy’den de bir anekdot aktarmış, onu da olduğu gibi alıyorum:
“Bir arkadaşı aramış, ‘Bir amblem yaptırdık, onu görmeye gideceğim, benimle gelir misin?’ demiş, ‘Birlikte değerlendiririz, görüşünü söylersin.’ Buluşmuşlar, çalışmayı yapan büyük grafik tasarım şirketine toplantıya gitmişler. İşler çıkarılmış ortaya, karşılarına dizilmiş. Başlamışlar tek tek incelemeye. Ancak Ogilvy, pek de matah bir şey bulamamış aralarında...

Bir not çiziktirip usulca vermiş arkadaşına: ‘Bu çalışmaya kaç para verdiniz tanrı aşkına?’

Arkadaşı bir şeyler yazıp geri vermiş: ‘Çift haneli şu kadar bin dolar...’

Ogilvy yeni bir not yazmış: ‘Bizim ajanstaki genç çocuklardan herhangi biri, çok daha iyisini birkaç yüz dolara yapardı size.’

Arkadaşı gülmüş ve yine bir şeyler yazıp uzatmış: ‘İyi ama, o kadar bin doları vermeseydik, çalışmaya ve çıkacak sonuca gerekli saygıyı duymazdık ki!’
Bu anekdotun arkasından hemen ben de başımdan geçen benzer bir olayı anlatayım, sonra da vakanın analizine geçeriz.



İsimleri saklı tutmak istiyorum. (Fotoğrafların da hikayeyle bir ilgisi yok.) Üzerinden beş altı yıl geçti. Gıda sektöründe faaliyet gösteren bir müşterim, şirketiyle ilgili olarak yeniden yapılanma süreci başlatmıştı. Çeşitli çokuluslu şirketlerden bazı profesyonelleri transfer etmiş, çok ünlü bir pazarlama uzmanını genel müdür, yine çok ünlü bir hocamızı da pazarlama danışmanı olarak göreve başlatmıştı. Aslında bu gibi durumlarda yeni yönetim tarafından genelde şirketin tedarikçileri de gözden geçirilir, maalesef reklam ajansları da bir hizmet tedarikçisi olarak görüldüğü için o yönde de bir değişikliğe gidilir. Fakat bizimle ilişkilerini reklam ajansı hizmeti kapsamında sürdürme kararı verdiler. Ancak, daha önce bizim ürettiğimiz marka kimliği ve ürün ambalajlarını değiştirme ve bu hizmeti de yurt dışından alma yolunu seçtiler.

Süreç başladığında benden de görüş isteyip Avrupa’dan firma isimleri sordular. Ben de kendilerine iki isim vermiştim. Ancak benim önerdiğim firmaların teklifleri sanırım pahalı geldiği için Londra merkezli bir firmayla çalışmaya karar verdiler. Tabii onların da teklifleri bizim daha önce çalıştığımız fiyatlara göre beş misli falandı. (Ki bu konuda biz, Türkiye koşullarında pahalı biliniriz.) Demek ki benim önerdiğim firmaların fiyatları bizim fiyatlara göre on misli olmalıydı.

Bu arada ben, zaman içinde oluşmuş dostlukların da etkisiyle birden kendimi süreç içinde bilaücret bir danışman olarak buldum. Yani Selim Abi olarak!


Aradan geçen birkaç aydan sonra bir gün arayıp “İşler tamamlanmış, önümüzdeki hafta Londra’ya gidiyoruz. Senin de biletini aldırıyoruz, vize işlemlerini hallet.” demezler mi? O günlerde yaklaşık iki haftalık bir yurt dışı seyahatinden yeni dönmüştüm. “Hayır, ben gelemem.” dedim, “Tamam, aynı zamanda müşterimiz olduğunuz ve kötü bir sürpriz yaşamamanız için elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum, ama bugünlerde işimi gücümü bırakıp birkaç günlük bir seyahata çıkabilecek durumda değilim.”


Galiba biraz uzatıyorum, toparlayayım. Kendileri gittiler, işleri değerlendirmek üzere alıp getirmişler. Bir gün beni değerlendirme toplantısı için şirkete davet ettiler. Gittim.

Yönetim Kurulu Başkanı, Genel Müdür ve tüm birim müdürleri, pazarlama danışmanı ve daha birçok kişi toplantı odasına zor sığmış durumdalar. Bana da yer açıldı. Üç alternatifli çalışmalar toplantı odasının duvarına yaslanacak şekilde yayılmış.

Ne tahmin ediyorsunuz? Hemen söyleyeyim, Ogilvy’nin aktardığından da beter bir durum var ortada. Yani aman Tanrım! Ambalaj tasarımlarını geçtim, böyle bir logo dizaynı yapabilmek için grafik eğitimi falan almak gerekmiyor. Vallahi abartmıyorum. Felaket! Daha önceki logonun tasarımı bize ait olmadığı için farkına varmadan da olsa subjektif davranmam ihtimal konusu değil. Ambalaj tasarımlarının da hiç geri kalır yanı yok. Ayrıca, hiçbir alternatifin, Türk pazarının ve kategorinin teamüllerine, tüketici alışkanlıklarına uyan yanı da yok. Bu da önemli çünkü.


Durumumu düşünün. Danışılmak üzere davet edilmişim, ancak ortada öylesine trajikomik bir durum var ki, bir sürü önemli adam beş para etmez işlerin başına üşüşmüş ciddi ciddi tartışıyorlar. “Hiçbiri beş para etmez, hepsini çöpe atın.” diyeceğim, fakat bu kadar kestirme bir cevap ciddi anlamda inandırıcılığımı zedeleyecek. Ciddi ciddi işlerin kritiğini yapıyormuşum rolü yapsam, ortada kritik yapacak bir durum yok ki, kendimden utanıyorum. “İyi olmuş, güle güle kullanın.” desem mesleğime ihanet edeceğim. Berbat bir durumdayım yani!

Sonunda heyecansız, sakin bir ses tonuyla, yani küfür falan etmeden gerçeği söyledim. Fakat dinleyen olmadı, ya gerçekten inandırıcılığımı yitirmiştim ya da “Yahu, o kadar para verdik. Biz bunları zehir olsa içeriz vallahi!” psikolojisiyle işler uygulamaya geçti. Ürünün yeni ambalajlarıyla penetrasyonu tamamlandıktan sonra acı gerçek anlaşıldı, ama iş işten geçmişti. Eski ambalajlı ürünlerle yenilerini, hareket halindeyken değiştirmek o kadar zordur ki, operasyon gücü sınırlı firmalar için ölümcül bir iştir bu.

Hikayeyi bitiriyorum: Bu yıl başında logoyu adam etmeye çalıştık, marka kimliğini de tümden değiştirdik. Tabii beşte bir fiyatına... (İş hayatında intikam duygusuna yer olmaz:)


Evet, şimdi bizim maddelere başlayalım:

1.
Bence Mesci, İzAir logosuyla ilgili değerlendirme yaparken oldukça kibar davranmış. Ben, neyse onu söyleyeceğim; bu çalışma, hevesli bir matbaacı çırağının elinden çıkmış olma durumundan bir adım bile ileride değil. Hele bu, geçenlerde yayınladıkları, ucuz Photoshop numaralarıyla “fıstık” hostesleri bulutların üzerine oturttukları tam sayfa gazete ilanlarıyla birleşince şirketin “düşünme biçimi”ni açıkça gözlemleme imkanına kavuşuyorsunuz. Hadi logoyu ecnebiler şişirdi, bu ilanı da mı onlar yaptı yani?
2.
Bu konularda, en sıkıntılı kategorilerden biri de havayolu şirketleridir. Görsel kimlikte sempatik bir algı yaratmaya çalışırken cıvıtmamanız gerekiyor, güven algısı yaratmak için de somurtuk bir ciddiyete paçayı kaptırmamanız...


3.
Görsel kimlik tasarlamanın kahredici streslerinden biri şudur; kategorinin teamüllerine sadık kalarak özgün ve farklı olmayı başarabilmek... Eliniz kolunuz zincirlerle bağlıyken enfes fırça darbeleriyle muhteşem tablonuzu tamamlayabilmelisiniz. Yani yaratacağınız görsel kimlik bir yandan “Ben bir havayolu markasıyım, köfteci zinciri değilim.” derken, bir yandan da “Gördüğünüz gibi diğer havayolu markalarının hepsinden farklıyım.” mesajı verebilmelidir. Bu ilkeyi, margarinden gazoza, bankadan market zincirine, bilgisayardan cep telefonuna kadar her kategoriye uygulayabilirsiniz/uygulamalısınız.
4.
Ülkemizde amblem-logo, marka kimliği (brand identity), kurum kimliği (corporate identity), ambalaj tasarımı (package design) ve diğer konularında yeterli ve arzu edilen evsafta arzın olmadığı söylenir. Bu doğrudur. Ancak, arzın gelişmemesinin sorumlusu da talep noksanlığıdır. Hatta mevcut talebe göre arz fazlasının olduğunu bile söyleyebiliriz belki.
5.
Mevcut arzın yeterli olgunluğa ve bilimsel ciddiyete kavuşmadığını da kabul etmeliyiz. Ancak bu da mevcut talebin niteliği ve görgüsüyle ilgili bir durumdur. Meslek hayatımda, dışarıda bu işlere milyon dolarlar veren kalburüstü firmaların, karşılarına Türk firması çıktığında Bayrampaşa’daki bir baharatçıdan daha fazla cimri davrandığını çok gördüm. Arz kendini nasıl geliştirsin ki?
4.
Şunu hemen söylemeliyim ki, grafik dizayn başarısı konusunda İstanbul, dünyanın çeşitli merkezlerinden kesinlikle daha geri değildir. Grafik dizayn arzının iki temel sorunu vardır, biri kendini ispat edeceği bir talep ve pazar derinliği yoktur, diğeri ise grafik tasarımcılarımızın ticari grafik üretirken yabancı pazarlarda üretilmiş örneklerle beslenmeleri ve özellikle pazarlama iletişimi konusundaki eğitimsizlikleridir. Bunu, mevcut koşullarda okullarımızın yapamadığı belli, ama bir okul işlevi görecek kurumların oluşmaması da sorunu derinleştirmektedir. “Hevesli bir matbaacı çırağı” veya Ogilvy’nin ajansındaki “genç çocuklardan biri” ise sadece ironik yaklaşımlardır. İş, son derece ciddidir.
5.
Bazı firmalarımızın marka ve kurum görsel kimlik çalışmalarını yurtdışında yaptırmayı tercih etmelerine hiçbir itirazım yok. Ama burada hizmeti satın alanların bakış, görüş ve değerlendirmeleri çok önemli... Seçiciler ve kriterleri sağlam olursa, Mesci’ye katılıyorum, bugün itibariyle bu hizmetin ülkemizden alınması bence de pekala mümkündür. Ancak bu kriterler sağlam olmazsa, yukarıdaki ve daha pek çok örnekte görüldüğü gibi ecnebi firmalara iş yaptırmanın hiçbir anlamı yoktur.


6.
Yaşadığımız örnekler, yine Mesci’nin dediği gibi, ecnebilerin Türk firmalarına maalesef tam da “bonne pour l’orient” anlayışıyla hizmet ürettiklerini göstermektedir. Yani Doğu için idare eder! Oysa Türk firmalarına yalapşap işler yapan bu firmaların referanslarını incelediğinizde son derece başarılı ve gıpta edilecek projelere imza atmış olduklarını görürsünüz. Emin olun, şimdiye kadar Türkiye’ye yapılmış örnek alınacak bir iş görmediğim gibi, bunu bir yana bıraktım, idare eder işler konusunda bile aklıma gelen örnek sayısı çok az. Satın alma kriterlerinin sağlam olmadığı bir ortamda bu keklenmelerin devam edeceğini tahmin etmek zor değildir. Giden paralar benim değil, ama bu, ben de dahil hepimizin onurunu inciten bir durum!
7.
Aslında keklenmemek kaydıyla belli bir birikim ve deneyimi olan ecnebi firmalardan bu konuda hizmet almayı, ülkemizdeki rekabet kalitesinin yükselmesi ve arzın olgunlaşması açısından önemsiyorum. Ancak mevcut haliyle tam tersi bir etki yapıyor maalesef.


8.
Avrupa’da ve Amerika’da bu hizmetler uzun yıllardır reklam ajanslarının hizmet kapsamının dışına çıkarılmış ve firmalar ayrışmıştır. Bu, bambaşka ve uzun bir mevzudur, ama ben “pazarlama iletişimi” çerçevesi içinde değerlendirilmesi gereken bu hizmetlerin çizgi üstü (above the line) ve çizgi altı (below the line) biçiminde ayrıştırılmasına temelde karşıyım. Aslında bu ayrım, reklam ajanslarının yaptığı, reklamverenin de özellikle fiyat politikalarından dolayı teslim olduğu bir ayrımdır ve tercümesi, kârlı işler ve zahmetli işler biçiminde yapılabilir. Ben, dünyada da gelişen, fakat tekelleşmiş reklam ajanslarının gölgesi altında bir türlü kendini ifade edemeyen “crossing the line” anlayışını benimsiyorum. (Bir ara yazarız umarım.)
9.
“Branding” başlığı altında incelenmesi gereken ambalaj dizaynı, bir marka için hem kimliğin kendini ifade ettiği en önemli parça hem de bedava ve zaman limiti olmayan bir iletişim mecraıdır. Bunu çizgi altına atmak, marka için intihardan başka bir şey değildir.
10.
Bu işlerde amaç, estetik harikalar veya bir sanat şaheseri yaratmak değildir elbette; pazarlama iletişimi kapsamında doğru işler yapmaktır. Ancak, işi doğru yapmanın da temel koşullarından biri insan algısında kodlamaları olan, beğeni ve albeni oluşturacak güzellikler yaratmaktır. Yani yapılan iş ticaridir, bir sünnet davetiyesi değildir ve buna pazarın olumlu bir tepki vermesi beklenir.


11.
Bu güzellikler, rasyonel değerlendirme ve kritiklere açık değildir. Daha doğrusu şöyle söyleyelim; hiçbir tüketici maruz kaldığı bir ambalaj dizaynını kritize etmez. Dizayn estetiğinin etkisi gayri iradidir ve insan zihnindeki kodlamalardan bağımsız değildir. Bu kodlamaları zihnimize kazıyansa temelde doğadır. Hem dünyaya gelmeden önce doğadır hem de dünyaya geldikten sonra duyularımızla algıladığımız doğadır. Uzmanlığı grafik dizayn olan bir tasarımcı, doğadaki renk ve leke değerlerini, perspektif ve derinlikleri, denge ve oranları beyninde harmanladığı bir iş haline getirmiştir. Başarılı bir tasarımcı için yetenek şarttır, ancak eğitimsiz olmaz. Uzmanlığı bu olmayan ve yaratılmış bir grafik eseri değerlendirme konumunda bulunan kişilerde gayri iradi ve insiyaki etki kaybolur, zihnindeki kodlamalar radyasyona maruz kalmış bir elektronik cihaz gibi sapıtır ve saçmalar. (Bu alandaki kantitatif ve kalitatif araştırma sonuçları da bu bakımdan kirlidir.) Oluşan parazit etkisinden kendisini ancak uzmanlar koruyabilir. Bu çalışmaları satın alanların çok önemli bir çoğunluğunun uzmanlığı o yönde olmadığı için böyle bir durumda “kriter” de yok demektir. Böylece de geriye, iş yaptırılan kurum veya şahsın güvenilirliği kalmaktadır. “Ecnebilere daha çok güveniyoruz!” şeklinde bir sonuç çıkıyor mu buradan?
12.
Bu konudaki en, ama en tehlikeli durum, insanların grafik bir eseri değerlendirebileceklerini ve anlayabileceklerini sanmalarıdır. Eserle nesnel koşullarda ve gayri iradi bir biçimde yüz yüze, göz göze geldiğinde olumlu etkiler alacakken, kritik mevkiinde bulunan insanların “o an”da tüm doğal algılama yetilerini kaybedip saçmalamaları da doğal bir durumdur, ama zararlıdır. Bu konuda da eğitim durumu yeterli bir ölçü değildir, bir pazarlama gurusundan tutun da başarılı bir film yönetmenine kadar uzmanlık alanı grafik dizayn olmayan herkes bu duruma düşebilir. Aslında kendileri için bir trajedidir, ama dışarıdan bakıldığında tabii ki komediye dönüşüverir.
13.
Ülkemizde bu işler, gerçekten itibarını zedeleyecek ölçüde ucuzdur. Çünkü hem genel pazar hem de bu pazar yeterince olgunlaşmamıştır. Böylesine ölü fiyatların geçerli olduğu bir pazarda, küçük atölyeler dışında “arz”a kim, niye heves etsin ki? Ancak, kaşını gözünü yararak ve milyon dolarlar ödeyerek de olsa ecnebilerden hizmet alacak kadar bu konuya önem verenlerin sayısının artması pazarın olgunlaşacağının işaretleridir. Mevcut durum ise, doğru bir partner bulmaları halinde, işverenler için bir avantajdır.


Şimdilik bu kadarla yetinelim. Zaten bu konulara zaman zaman değiniyoruz. Konuyla ilgili yazıların linklerini aşağıda göreceksiniz. Yazının aralarına serpiştirdiğim görseller ise yabancı dizayn firmalarının yine yabancı markalara ve birkaç Türk markasına yaptıkları iş örneklerinden seçmeler biçimindedir. Mukayese edesiniz diye...

Sorunu gündeme taşıdığı için Haluk Mesci’ye teşekkür ediyorum. Elbette hizmeti istediğimiz yerden alabiliriz, ama şu “Bonne pour l’orient!” uyanıklığına karşı uyanık olalım isterseniz. Ağırımıza gidiyor.

OKUMA PARÇALARI:
| İnanamıyorum, Ülker’de neler oluyor böyle?
| Yazı, Macintosh’unuzun (ya da PC, her neyse) insafına ve kabiliyetine bırakılmayacak kadar önemli bir konudur.
| Vitra ve Artema’nın logoları daha yeni değişmemiş miydi?
| “Logomuzu biraz daha büyütün. Yerimiz var, lütfen biraz daha!”
| Nutymax’i en çok Şölen yiyor!..
| Amblem soyutlamadır
| “Pe-te-te” mi, “pıtıt” mı?

20 Temmuz 2006 Perşembe

| Her global marka, doğduğu toprakların gücünü bir biçimde koluna takıp globalleşiyor

Global markalar falan diyoruz ya, bunları kökü olmayan globaller olarak düşünmemeliyiz. Her global marka, doğduğu toprakların gücünü bir biçimde koluna takıp globalleşiyor. İtalyan markaları İtalya, Amerikan markaları Amerika, Japon markaları Japonya algısıyla yanyana büyüyüp serpiliyor. Ülke imajları, markalar için mesafeleri kısaltıyor.

Bu yargıyı doğru kabul edersek (tabii ki doğru) bu durumda olumsuz ülke imajları o ülkeden çıkarak globalleşmeye çalışan markanın ayağına dolaşır, eteğinden çekiştirir mi? Evet. Bizim ükemizin dünya kamuoyu algısındaki yeri nerdedir? Biliyorsunuz. Bu yüzden, dünya pazarlarında deniz seviyesinin epeyce altında bir rakımdan yola çıkarak markalaşma savaşı veren Türk markalarının önünde saygıyla eğilmemiz gerekiyor. Bir de Dr. Mehmet Öz gibi Türkiye algısının olumlu yönde değişmesi için inanılmaz katkıları olanların önünde tabii...

Türk Tanıtma Konseyi, bu adama bir teşekkür mektubu göndermiş midir acaba? Sanmıyorum. Ben Türk Tanıtma Konseyi’nin yerinde olsam Mehmet Öz’e şöyle bir yazı gönderirdim:

“Sayın Mehmet Öz,

Amerika Birleşik Devletleri ve dünya kamuoyunda Türkiye algısının olumlu anlamda değişmesi yolunda gösterdiğiniz üstün çabadan dolayı teşekkür ederiz.

Ayrıca, bir Türkiye vatandaşı olmanızdan dolayı ülkemiz imajının kişisel imajınıza verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diler, en kısa zamanda bu sorunun giderilmesi için gerekli önlemleri alacağımızı bildirmek isteriz.”

Utanalım mı? Bir adamın tek başına başardığının yarısını bile koskoca bir ülke olarak yapamamaktan dolayı...

19 Temmuz 2006 Çarşamba

| “Ben nostalji satıyorum!”

Çalışırken genelde televizyon karşımda açık durur. Maksat ortamın sessizliği bozulsun. Geçenlerde bir yaz-gezi proğramı Bodrum Ortakent civarlarında dolaşıyor. Beyaz pos bıyıklı, beyaz saçlı, altmış yaşlarında tonton bir elma şekeri satıcısına sunucu elinde mikrofonuyla yaklaşıyor. Bu sunucuların konuşma olsun tarzındaki geyik soruları olur; “Peki, yenge ne diyor bu işe?”, “Sen şimdi bu yükseklikten balıklama dalıyorsun ha! Hadi dal da görelim.”, “Teknenle yüzlerce turist gezdiriyorsun. Bu kadar güzel kızla her gün bir arada olmak nasıl bir duygu? Ha ha ha!” gibi... Tabii, onlar da ne yapsınlar? Görev icabı işte... Kasabanın yerlilerine sanayi devrimininin Ortakent’e etkilerini soracak değiller ya!

Adı Şeker Baba’ymış. Oranın ünlülerinden... Yine geyik bir soru: “Ha ha ha! Peki, nerden aklına geldi senin bu elma şekeri işi?”

Şeker Baba’nın cevabı “Bir gün hanım dedi ki...” veya “Benim babam eşşeklerle dereden elmaları geçirirken...” falan gibi hiç geyik türünden değil.

Şırrak diye cevabı yapıştırıyor sunucuya: “Ben elma şekeri değil, nostalji satıyorum. Bir nevi halka hizmet yani!”

17 Temmuz 2006 Pazartesi

| Sırtına öyle bir sorumluluk yükleyelim ki, kahrolsun ve mahzenini en ücra köşelerine kadar bizim için boşaltsın!

Şahin Tekgündüz’ü size şimdi uzun uzun tanıtmayayım. Zaten tanıyanlar tanıyordur, tanımayanlar da nasıl olsa tanır. Tek bir şey söyleyeceğim; reklam sektörünün eskilerinden, birikimli, dürüst, temiz kalpli aksi bir ihtiyardır o. Anılarını bizlere taşıyacağı, gerçekten yararlanacağımız bir blog hazırladı kendisi... Bloğunun adı Mah-Zen.


Şöyle diyor bloğunda: “Yıllardır mahzende beklemiş, dinlenmiş, demlenmiş, bugüne taşınmaya değer anıların gün ışığına çıkarılacağı yer Mah-Zen... Zen’le bir ilintisi yok. Ama Zen felsefesinin, ‘Şu anda eksik olan nedir?’ ve ‘Şimdi değilse ne zaman?’ sorularını kendine yakın bulur. Mah-Zen aynı zamanda, ‘söz uçar, yazı kalır’ anlayışının da somut bir yansıması. Mah-Zen’in sadece serin, loş ve sessiz dehlizlerinde dolaşılmaz, zaman zaman, o günlerden taşınan tatlar, bugünün tatlarıyla da harman edilir.”

Bu mahzeni iyice boşaltmak için bir şey yapmalıyız; bu bloğu takip edilenlere almak ve (bloğu olanlar için) bloglarımızda linkini vermek. Sırtına öyle bir sorumluluk yükleyelim ki, kahrolsun ve mahzenini en ücra köşelerine kadar bizim için boşaltsın.

Boşaltsın.

| Pazar günleri siz ne yapıyorsunuz?


Yukarıda, A. Selim Tuncer | Diyalog’la ilgili geçtiğimiz haftanın ziyaretçi istatistiklerini görüyorsunuz. Aslında bu blog için “ziyaretçi” yerine “okur” demek daha doğru olacaktır. Müze mi burası?

Haftanın Cumartesi’ye kadarki altı gününden sonra Pazar gününün okur sayısındaki dramatik düşüşü görüyorsunuz. Oysa bence, en güzel blog okuma günü Pazar’dır. Geleneksel medyada Pazar günlerindeki artışa karşılık, internetteki genel ziyaretçi düşüşünü pek anlamlandıramıyorum. Bunu, evlerde bilgisayar ve internet bağlantısı sayısının düşüklüğüne mi bağlamak gerekiyor acaba? Bir yerlerde bu konuyla ilgili açıklama vardır, ama ben bilmiyorum.

Pazar günleriyle ilgili olarak bana şöyle bir proğram mantıklı geliyor, bir tavsiye yani: Tamam, Cumartesi gecesi çeşitli nedenlerle eve biraz geç geldiniz. E, haftanın yorgunluğu da var. Pazar sabahı diğer günlere göre biraz daha fazla uyumak hakkınız. Öğle saatlerinden biraz önce kalktınız ve mükellef kahvaltı sofranıza oturdunuz. Şimdi şımarıklık yapmayayım, kahvaltı masanıza dizüstü bilgisayarınızı götürün demeyeceğim, çayınızı yudumlarken Pazar gazetelerinizi okuyun. Onların da biraz daha yaşaması gerekiyor. (Yalnız, dikkat edin elinize bulaşan mürekkebi bir şekilde ağzınıza götürmekten kaçının, ne de olsa kimyasal!) Gazetelerin cafcaflı fotoğraflarıyla falan uyku mahmurluğunuz da geçmiştir. Şimdi...

Şimdi bilgisayarınızın başına geçin ve bloglarda gezinin. Hafta içinde alelacele göz attığınız yazı ve yorumları şöyle kahvaltı üzerine sindirerek bir daha okuyun. Eklenen yeni yazılar da vardır mutlaka... Sonra, şu konuda benim de görüşlerim vardı dediğiniz, fakat hafta içinin iş telaşıyla pek ilgilenemediğiniz yazılara rahat rahat yorumlarınızı yazın. Katılın ve keyfini çıkarın yani. Etkileşimli bir mecrayla karşı karşıya olduğunuzu unutmayın. Kahvaltı sofranızdaki alışkanlığınızı şimdi bırakın, buralarda bir köşe yazarı okumuyorsunuz. Görüşlere katılın, reddedin, itiraz edin, katkıda bulunun. Hem de hemen. Neredeyse her blog yazarı küfür ve hakaret hariç her türlü yorumunuzu saygıyla ve tahammülle karşılayacaktır. Onun için onların bloğu var zaten. Ancak buna tahammül gösteremeyecek olanlar kendilerini sipere atarlar. Oysa bloglar açık alan, tam bir platform yani. Tekrar hatırlatayım, siperinden atış yapan bir köşe yazarı yok burada. Siz de bu tarafa atış yapabilirsiniz. İşte size enfes bir Pazar etkinliği...

Öğlen saatlerini aştınız. Evliyseniz ve çocuklarınız varsa mızıldanmaya başlarlar artık. Onlara karşı da sorumluluklarınız var. Bekarsanız sorun yok, biraz daha takılabilirsiniz buralara.

Artık, İstanbul’daysanız Belgrad ormanına mı gidersiniz, Kanyon ya da Akmerkez’e mi, yoksa Boğaz’da bir balık mı (Pafuli’nin tuzda levreğini tavsiye ederim) yemek istersiniz, orası sizin bileceğiniz (daha doğrusu çocukların bileceği) bir iş. Belki de biraz daha uzaklara kaçarsınız, Maşukiye, Sapanca, Karaburun (Ümit Kılıç’ın Gizli Bahçe’si, Kalkanlar muhteşem...), Fenerköy... Ankara’daysanız, pek bilmem, Gölbaşı falan mı oluyor? Neyse, her kentin nefes alacak yerleri vardır mutlaka...

Bakın, iki dostun reklamını yaptım. Ama haksız rekabet gibi bir durum söz konusu değil bu mecrada... Yorum kapısı açık, sıralayın siz de dostlarınızın mekanlarını... Veya beğendiğiniz, tavsiye edeceğiniz yerleri. Yanıltıcı olmasın yeter, hiçbir sınır yok, görüyorsunuz.

Eve döndünüz. Yatmadan önce bir blog turu daha öneririm. Yazdığınız yorumlara cevaplar gelmiştir, vakit geçirmeden sizin de yazmanız gerekiyordur falan... Ne güzel.

Siz Pazar günü bizi bırakıp gidiyorsanız, benden de bu Pazartesi size bundan başka yazı yok. :) Oysa ne keyifli mevzularım vardı.


Karaburun dedim ya... Burası İstanbul’un Karadeniz’e açılan köylerinden biri. Kemerburgaz yolu üzerinden gidiliyor. Gizli Bahçe’nin sahibi Türk gıda sektörünün bahtsız duayenlerinden biri; Ümit Kılıç. Büyük fotoğrafta ayakta duran şaşkın ihtiyar o. Şöminenin yanındaki eşi Belma Yenge oluyor. Restoranı birlikte işletiyorlar. Bir gittiğimde İbrahim Sadri’yle karşılaşmıştık, o da sağdaki. Burada Ümit Abi’nin Anadolu’nun çeşitli yörelerinden taşıdığı otantik yiyeceklerle tanışabilir, hemen tekneden alınmış balıklardan yiyebilir, kışın şöminenin başında, yazın bahçede canlı fasıl, türkü dinleyebilir ya da zaman zaman Macar, Romen gibi otantik müzik gruplarının performansına tanık olabilirsiniz. O da olmadı kırık dökük bir gramofondan Hafız Burhan dinleyebilirsiniz. Denizi düşünmeyin, bazan öyle yağmur bastırır ki, balıkçı motorları deniz canavarı görmüş gibi yuvalarına koşuştururlar. Garsonun yetişemediği yerde siparişinizi mutfaktan kendiniz almayı becerebilecekseniz ilginenin. Eviniz gibi, fazlaca...

14 Temmuz 2006 Cuma

| Oo piti piiti, karamela sepeti...


Alper Akcan, ilk5 diye bi’şey çıkardı. Şimdi de pası bana atmış. Konu 80’lerin modası... Oysa ben modayı takip etmem, yakışanı giyerim. (Ne geyiktir bu!) 80’lerde moda olanlardan kendime göre ilk beşi sıralamam gerekiyor galiba. Peki.

1. Çizme ve apolet
Kimileri “Bakın, her şeye rağmen apolitize olmadım. Apoletlerimle içimdeki militan ruhu hâlâ yaşatıyorum.” mesajı vermek, kimileri de askeri yönetimle uyumlu olduğunu göstermek için (Belki yani, ne bileyim?) apoletli gömlekler giyerdi. Erkekler tabii... Ben de giydim, ama niyetimi söylemem. Kadınlarsa kırmızı, siyah, sarı vb. renklerde bir çizmeler giyerlerdi ki, militarizm bile o çizmelerin ağırlığı altında eziliverirdi, Allah muhafaza!

2. Tayt ve tunik
Türk kadınını madara etmek ve erkeğinden soğutmak gayesiyle iç ve dış düşmanlarımız tarafından icat edilip empoze edilen, daha çok parlak siyah renkte (Ayrıca ışıl ışıl fosforlu renkleri de vardı.) tayt modasını bu listenin dışında mı bırakmak gerekirdi acaba? Çünkü bu, modadan öte bi’şeydi; kadınların derisi haline gelmişti. (Allahım, aklıma getirdin Alper!) Tunik ise biraz daha mahçup kadınların, vücutlarının kalça bölümünü örtmek için buna karşı geliştirdikleri bir savunma mekanizmasıydı belki de... Şimdi, modanın rüzgarından kendini kurtaramayıp en seksi bikiniyi satın aldıktan sonra ayaklarını denize sokana kadar üstüne elbise (veya T-box’ın Cin Tunik, Plajtolon ve Shıngır Dama ürünlerinden birini) giyen, sonra da denizi örtü olarak kullanan kadınların ruh hali gibi. (Niye o parayı verdin o bikiniye, be ablacığım?)

3. Üç altın
Bilekteki altın künyeye eşlik eden ve serçe parmakta ışıldayan tek taş altın yüzük ve kapağını açarken “klink” diye ses çıkaran altın kaplama Dupont çakmak. Çıkardığı “klink” sesinin tonu ve tınısına göre sahte olup olmadığı tartışılır, hatta bu konuda “Seni keklemişler oğlum, bu sahte!” laflarından kavgalar bile çıkardı. İtiraf ediyorum, bir süre Dupont kullandım, ama diğer ikisini tövbe!

4. Arslan yelesi
Millet olarak kendimizi iyi hissetmemiz için özel olarak geliştirilmiş, üst tarafı kısa, ama enseye doğru arslan yelesi şeklinde salınan saçlar... “Ezik göründüğümüze bakmayın, gerektiğinde arslan gibi kükremesini de biliriz!” anlamı taşıdığı muhakkaktı. (O zaman gerekli miktarda saç teline sahip olduğu halde, şükürler olsun abiniz buna hiç tevessül ve teşebbüs etmedi. Yirmi sene sonra kendimle gurur duyuyorum.)

5. Perma ve röfle
İnsanoğlu nelere tahammül gösteriyor yarabbi! Ben o zamanlarda karımı boşamadım ya!

selim_tuncer
Arslan yelesi yaptırmadığımın, serçe parmağıma altın yüzük takmadığımın kanıtı olan bir fotoğraf. Siz şimdi tanıyamazsınız, siyah gömlekli olan benim. (Beyaz çorabım var, ama pantolonum ve ayakkabım da beyazımsı. O kadar da olsun! 80'lere karşı koymak kolay mı?) Yalnız, bıyıklar henüz Kopenhag kriterlerinin zulmüne uğramamış. En soldaki arkadaşın ismini çıkaramadım, ondan sonra soldan sağa, şimdi devletin önemli kademelerinde yöneticilik yapan arkadaşlar, bıyıksız İlhan Bilecik, bıyıklısı Muhittin Yılmaz. (Onların sayesinde bu devlet ayakta duruyor.) Sağ üstteki ise müzmin karamsar şair Ahmet Erhan ve sağ alttaki ben. (Biz adam olmayız!)

Aslında Alper’in bu pası niye bana verdiğini biliyorum, ama o konuya girmeyeyim. Şimdi benim de mi pas vermem gerekiyor? Seksenlerde bir de “Oo piti piiti, karamela sepeti...” vardı.

İsmail Hocam, size denk geldi, ben ne yapayım?

| Mektup, mail ve fokus grup: “Armut olgunlaşınca dibine mi düşsün, yoksa yukarı mı uçsun?”

Mektup okumak, sonra da tek tek cevaplamak gibi bir işimiz de oluştu değil mi? Bazan cevaplanmış mektuplar sakladığımız çekmeceden taşmaya başlayınca, çekmeceyi boşaltmak, mektupların belge değeri olmayanları çöpe atmak gerekiyor. Bu mektuplar, Postacı Ahmet Amca yerine, dijital bir platform marifetiyle gelip gittiği için adına “mail” [*] [*] diyoruz.


Geçenlerde, mektupları tek tek kontrol ederek çekmeceyi boşaltmaya çalışıyordum. Epeyce bir mektubu bir kenara ayırdım, çöpe atamadım. Bunlardan birini biraz sonra burada yayımlayacağım, ancak bu konuda bir iki laf daha edeyim:

1.
“Mail”ler mektuplara göre daha zahmetsiz gidip geliyor.
2.
“Mail”ler gidip gelirken, ne oluyorsa, platformda bozulanlar oluyor. Özellikle Türkçe sorunu... Mektupların bozulması için ıslanması falan gerekirdi.
3.
Mektup için kağıt, kalem, zarf ve bir de postacı gerekiyordu. Büyük Postane’deki bankolarda harıl harıl mektup yazan kalabalığı hatırlayanınız var mı? Şimdi, bilgisayar ve internet bağlantısı yeterli. Eğer bilgisayarınız yoksa ve ondan uzaktaysanız internet kafe veya arkadaşınızın bilgisayarınızı kullanabilirsiniz. Tam yazmak için arkadaşınızın bilgisayarının başına oturmuşsunuz, ilk tuşa basmak için aranırken acı gerçeği farkedersiniz: “Hadi be! Kuu klavye miydi? Abi ben söyliiim, sen yaz be!”
4.
Mektuplar eski zamanlarda “Gözüm nurum efendim!”, daha yakın zamanlarda “Pek muhterem kardeşim!”, daha da yakın zamanlarda “Canım anneciğim!” hitaplarıyla başlarken, “mail”ler “slm”, “mrb”, “nbr” diye başlayabiliyor. Tabii daha makul başlayanları da yok değil.
5.
Yani, kendine özgü bir “mail” dili oluşmuş durumda.
6.
Mektup, “mail”e göre daha saygıyla yaklaşılan bir şeydi. Daha bir özenilirdi. Kaba sözcükler falan kullanılmazdı. “Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden” öpülür, herkese “selam” edilirdi. “Mail”ler, yayılma imkanı daha kolay bir araç olmasına rağmen, daha yakası bağrı açık olabiliyor. Neden ki? İtibarı mı zayıf?
7.
MSN’leri falan şimdi hiç konu etmeyeyim. Ama “mail”in bir özelliği de ping-pong topu karakteri taşıması... Gönderiyorsun geri geliyor, bir daha gönderiyorsun yine anında cevap alabiliyorsun. Buna postacı dayanır mı?

Neyse, uzatmayalım. Şimdi ziyan olmasın diye aradan cımbızladığım bir “mail”i buraya alıyorum. Takıntılı olduğum konulardan birini Tunç Kılınç’la yazışıyoruz. Fokus grup falan... Hep söylüyorum, bu konuda temkinliyim. Arada değinirim, bir de yazı yazmıştım. Bakmayın öyle, külliyen karşıyım demedim, temkinliyim.

Benim yazdığım bir “mail”... İzin almadığım için Tunç’unkileri vermiyorum. Üslup ve ifadelerden yazışmanın iki kişi, hatta iki erkek arasında yapıldığı belli oluyor. Burada doğrudan yazsam, böyle bir üslup kullanmazdım. Oturup eni konu mektup yazsam, kesinlikle yine üslubuma dikkat ederdim. Dikkatimi çekti, hem konu hem de bir “mail” üslubu örneği olması nedeniyle içtenlikle buraya alıyorum:


Ben uzmanlık konularını fokus gruplara sormam. “Armut olgunlaşınca dibine mi düşsün, yoksa yukarı mı uçsun?” sorusuna tüketicilerin vereceği cevap ağırlıklı olarak “Yukarı uçsun!” şeklinde olacaktır. Newton da onlara “Nah uçar!” diye cevap verir.
……..
Kullanıcı olarak senin memnuniyetini önemsemem gerekir. Bu da bir veridir. İçinde çok fazla subjektif değerlendirmeler barındırsa da bir veridir ve ciddiye almak gerekir. Bunu samimiyetle söylüyorum.

Yaratılmış bir eserle ilgili hiç kimseye hiçbir şey sormam demiyorum. Ama aldığım cevapları analiz eder, hangisinin tartışmasız uzmanlık alanlarına girdiğini, hangisinin “öznel beğeni” çerçevesi içinde kaldığını, daha da önemlisi hangisinin “mutlaka bir cevap verecek olmanın dayanılmaz ruh hali”yle kirlendiğini ayırt etmeye çalışırım.

Kalitatif araştırmalara göre kantitatif araştırmalara karşı biraz daha hoşgörülüyüm.

Yakışıklı bir moderatör karşısında menapoz dönemine ramak kalmış kadınların “Ay bayıldım Semih Bey, siz mi yaptınız bunu?” biçimindeki yargılarını en yakındaki çöp kutusuna fırlatırım vallahi.

Fıstık gibi bir kız kapına gelmiş, sana boktan bir traş losyonunu koklatıyor, sen de “En az senin kadar hoş!” demiyorsan, artık ben sana ne diyeyim Tunç? :)

AÇIKLAMALAR:
1.
Kaba kelimelerden dolayı özür dilerim. Tabii bu, ne de olsa özel bir yazışma.
2.
Menapoz ifadesi yaş grubu tanımlaması için kullanılmıştır. :) Hiçbir kötü niyet söz konusu değil. Ayrıca erkekler, kendi aralarında kadınlarla ilgili benzer konuşmalar yaparlar. Hadi şimdi, masum rolü oynamayın, kadınlar da erkeklerle ilgili benzer konuşmalar yaparlar. Sonra menapoz dönemi, kadının en güzel yaş dönemidir. Ben de andropoz dönemindeyim zaten:) Kadınlar başımızın tacı... (Vaziyeti kurtarabilmiş miyimdir Tunç?)
3.
Zaten Tunç da kapısına gelen bir hanım kardeşimize öyle “compliment”lar falan yapar mı hiç? Dilimizde...
4.
Tek mesaj, tek mesaj diye yırtınıyorum, bu yazının iki ayrı teması oldu. Bir taşla iki kuş ya da bir koyundan iki postun “maliyet denetimi” ya da “Milli Prodüktivite Merkezi” ile ilgili bir yanı var mıdır acaba?

OKUMA PARÇASI:
Etnografik Tüketici Araştırmaları | Zeynep Özata

12 Temmuz 2006 Çarşamba

| İnanamıyorum, Ülker’de neler oluyor böyle?

Geçen yıl, 15 Aralık 2005’te, bazı şirketlerde yaşanan markalar karmaşına karşı bir öneri niteliğinde sayılabilecek “Tepsi Marka” ya da “Markalar Tepsisi” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazı, doğrudan Ülker’le ilgili değildi elbette, ama bu karmaşayı fazlasıyla yaşayan şirketlerden biri olarak o da bir vaka analizi şeklinde bahse konu olmuştu. Okuduğunuz bu yazı ise, Ülker’de yaşanan ve Elmaaltshift sayesinde haberdar olduğum bir gelişme üzerine kaleme alındı. O nedenle sözünü ettiğim yazının ilgili paragraflarının bir bölümünü buraya almam gerekecek:
Ülker, henüz bisküvi, çikolata, gofret kategorisi dışına taşmamışken, özellikle geliştirilmiş ürünlerde Ülker Hanımeller, Ülker Dido, Ülker Çokoprens, Ülker Çokokrem gibi altmarkalar kullanıyordu. Altmarka kullanmadığı klasik ürünleri de vardı; Ülker Çikolata, Ülker Çikolatalı Gofret gibi.. Bu kategoride bu anlayış aynen devam ediyor. Bence yanlış da değil.

Asıl sorun, Ülker’in komşu, hatta uzak komşu alanlara sıçramasıyla başladı ve Sultanbeyli tarzında bir “markalar mahallesi” oluşuverdi. Bunun dışında, bir zamanlar Mis-Nestle’nin yaptığı gibi Ülker/HeroBaby, Ülker/DanCake, Ülker/Mavi-Yeşil gibi uygulamalar da var. Bir de “brand+subbrand+subsubbrand+subsubsubbrand” gibi tuhaflıklar: Ülker+Golf+Fantasia+Club gibi...

Ülker’le ilgili orta ve uzun vadeli projeksiyonlar, ayrı bir tartışma alanı... Ortada ciddi bir “iş başarısı” varken, bazı yanlışları analiz etmenin inandırıcılığı da zaten yeterli olmayabilir. Konuyu “marka” özelinde irdelediğimizi belirtmiş olalım. Çünkü markanın/markaların doğru yönetilmesi bileşenlerden biridir. Yapının kullandığı diğer pazar enstrümanlarının gücü, başka taraflardaki açıkları bir süre için bile olsa kapatmaya yeter.
......
Özellikle gıda kategorisinde komşu alanlara sıçrama yaygın bir uygulama... Sanırım “iş stratejileri” kapsamında buna ihtiyaç da oluyor, itiraz etmek yanlış olur. Ancak “marka yönetimi” konusunda ciddi anlamda bir pejmürdeliğin olduğunu, bu türden bir marka stratejisinin (stratejisizliği demek daha uygun olur) bir süre sonra “markalı ürünler”i ambalajlanmış emtiaya (commodity) dönüştürdüğünü/dönüştüreceğini kabul etmek gerekir.

Bana göre Ülker ve benzeri markaların yapması gereken şey, ana kategorisinde marka-altmarka ilişkisini benimseyip komşu kategorilerin her birinde ayrı markalar yaratmalarıdır. (Tabii ana kategoriyi bir vakıa olarak alıyorum. Yoksa bu da şart değil.) Bu, “iş stratejileri” açısından da çok çok önemlidir. Şemsiyenin (umbrella) bu kadar genişleyip pazarcı brandasına dönüşmesi, orta şiddetteki rüzgarlara bile dayanıklılığını azaltır. Brandayı korumaya gücünüz yetebilir, ancak kazıklar için sürekli gereksiz maliyetlere katlanmak zorunda kalırsınız.
Elmaaltshift, Cola Turka’nın logo ve ambalaj dizaynının değiştirildiğini duyuruyor, markanın sitesinde (Daha önceden de Cola Turka’nın Ülker’den bağımsız bir sitesi var mıydı, bilmiyorum.) televizyonlarda izlemediğimiz yeni reklam filmlerinin yer aldığını haber veriyordu.

Oysa gözlerden kaçan bir başka önemli, hem de çok önemli bir değişiklik daha vardı. Yeni ambalajlarda, eskiden Cola Turka logosunun üstünde yer alan Ülker logosu çıkarılmıştı. Ülker’in tüm ürünlerinde üst marka pozisyonunda yer alan Ülker, Cola Turka’dan neden çıkarılmıştı acaba? Ya da böyle başka bir örnek var mı? Hayır, “Ben uyardım da yaptılar.” falan demeyeceğim elbette; koskoca Ülker benim bir lafımla marka stratejisini değiştirecek değil ya!

Aslında strateji, bir buzdağı gibidir. Biz onun yalnızca denizin üstünde kalan bölümünü görebildiğimiz için, tahmin, yorum ve analizlerimizde ‘görünen’ üzerinden hareket etmek zorunda kalırız. Bu durum, ister istemez isabet oranını azaltır. Ama bir de “görünen köy”ler vardır ki, o konularda daha güvenle konuşabiliriz.


1.
Cola Turka’nın lansmanda da kullandığı logo ve ambalaj dizaynı, bırakın tasarım kalitesini, işçiliği bile son derece zayıf bir çalışmaydı. Bu bakımdan, böylesine stratejik önemi haiz, ama ne yazık ki naif ve acemice üretilmiş olan bu enstrümanların yenilenmesi anlaşılır, hatta geç kalınmış bir karardır. Yeni logo ve ambalaj dizaynı ihtiyacı karşılayacak nitelikleri taşıyor mu? Şimdi bu kritiğe hiç girmeyelim!
2.
Cola Turka, tam bir “follower” stratejisi izliyor, ama yazık ki doğru bir biçimde “follow” da edemiyor. Renk kodlaması (color coding) Coca Cola’yla aynı. Gerçi bunu milli renklerimiz olduğu biçiminde bir savunmayla açıklayabilirler, ama ürünle (kola) yan yana getirdiğinizde kırmızının milli renk olma özelliği ve algısı kaybolur. Kategorinin rengi olan kırmızının etkili bir biçimde kullanılmasının bir “follower” için elbette zorunluluk olduğunu kabul edebiliriz, ancak Pepsi’nin laciverdi gibi ikinci bir renk lekesiyle dominant renk olan kırmızının yanında ayırt edici bir renk algısı yaratabilirlerdi.
3.
Cola Turka, ciddi bir konumlandırma sorunuyla pazara girdi. Konjonktürden yararlanmak marka için bazı mesafeleri kısaltabilir, ama konjonktürün markayı yukarıda tutan dalgaları durulduğunda hangi adaya oturacağıyla ilgili ciddi önlemler gerekiyordu ve böyle bir strateji üzerinde kafa yorulmadığı belliydi. Şu anda markanın “konum”uyla ilgili bir şey söyleyebilecek olan var mı? Ben iyice Kristal Cola’nın yanına doğru yaklaştığı kanaatindeyim.
4.
Bence lansmanda iki ciddi sorunları vardı. Biri logo ve ambalajdı, ki şimdi bunun için bir şeyler yapmışlar, ikincisi ise, hamasi bir espri üzerine kurguladıkları yaklaşımda “içecek” olmamasıydı. Hatırlarsınız, “pack-shot”larda bir kola kutusu açılıyor, pıst diye tükürük gibi bir kola gazı pıstlıyordu. (Bunu hâlâ da sponsor oldukları bazı proğramların girişlerinde kullanıyorlar.) Bunun üzerine Coca Cola öyle bir strateji izledi ki, ciddi de bir medya planmasıyla dosta düşmana kola nedir, köpük nedir, kapak fırlaması nedir, serinlik nedir, cam ve buzun tokuşma tınısı nedir gösterdi. Bu, Cola Turka’ya karşı özel olarak geliştirilmiş bir strateji miydi, bilemiyorum. Ancak en azından medya stratejisinde bunun dikkate alındığı belliydi. Coca Cola, acayip bir şekilde Cola Turka’yı en zayıf, en mukavemetsiz olduğu yerden ezivermişti yani... Şimdi sitede gördüğüm filmle güya Cola Turka bu ezikliğini de gidermeye çalışıyor, ama şişeden akan kola değil sanki motor yağı... Çok para vermiş olabilirler, ama ucuz prodüksiyon algısı maalesef her şeye sinmiş durumda... Ayrıca “following”de o kadar ileriye gidilmiş ki, sanki Coca Cola’nın ses düzeni üzerine kalitesiz ve taklit görüntüler eklenmiş... Olmuyor nedense!
5.
Bence Ülker’in belki de en büyük stratejik hatalarından biri Cola Turka’dır. Haydi birazcık yumuşatalım; en azından Cola Turka’da Ülker’in bir üst marka olarak konumlandırılması hataydı. (Kaldırıldığına göre, şimdi bu hata farkedilmiş olmalı.) Birçok kategoride pazar lideri olan Ülker, iki “kült” markanın yer aldığı ve lider olması asla mümkün olmayan bir kategoriye “dalış” yaptı. Cola Turka’nın taşlar yerine oturduğunda pazardaki yeri üçüncülüktür. (Şu anda da öyle galiba. Yalnız, dünyadaki başarılarının tersine Pepsi’nin Türk pazarındaki aculluğunun da avantajını yaşıyor.) Para mı kazanıyor, elbette! İç ve yakın dış pazarlarda belli bir pazar payı kazanmadı mı? Evet. Peki ne kaybediyor? Çok şey. Belki de Ülker logosunu benim geçen yılki yazımda ileri sürdüğüm gerekçeler yüzünden değil de, bu yüzden çıkardılar ambalajın üstünden.

Belki de Cola Turka’yı elden çıkaracaklar ha, ne dersiniz? Yani ne bileyim işte, buzdağının altı!

Yoksa, yoksa grafik tasarımcının bir unutkanlığı mı bu? Vallahi rezil olurum... Tabii Ülker de!

NOTLAR:
1. Amerikan menşeli bir ürün kategorisi, yani kola üzerinden Türk hamaseti yapılmasının tuhaflığına takmıyorum. Galiba kimse de takmıyor zaten. Marka değerlerinin tümüyle bir hamaset üzerine oturtulmasının “konumlandırma stratejisi” bakımından yanlış olduğunu düşünüyorum. Markanın şu anda “nâçâr” kalmasını da bu yanlışa bağlıyorum. Ulusal bir kola markasının iç pazarda da, yakın dış pazarlarda da başarılı olmasından hepimiz övünç duyarız. Ancak “Turka” isminin, Türk cumhuriyetleri hariç, bu yakın dış pazarlarda da markanın önünü tıkadığını/tıkayacağını sanıyorum.
2. Yeni farkettim. Ülker, Cafe Crown markasında da Ülker logosunu diğerlerine göre biraz mahçup kullanmış. Özellikle ekonomik ambalajlarda Ülker logosu markanın tepesine konulmak yerine ambalajın eteğinde yer almış. Ülker için bu da yeni bir uygulama.

11 Temmuz 2006 Salı

| “Yeteri kadar tüketemeyenlerin tüketme haklarını özgürce kullanabilecekleri bir dünyayı gerçekleştirebileceğimize inanıyorum.”

Daha önceki bir postada da yazmıştım: Prof. Dr. Yavuz Odabaşı’nın, birinci baskısı 1999 yılında yapılan ve tükendiği için uzun zamandır piyasada bulunamayan “Tüketim Kültürü: Yetinen Toplumdan Tüketen Topluma” isimli kitabının geçtiğimiz ay yeni baskısı yapıldı. Bunun üzerine Özgür Alaz’ın teklifiyle bir blog turu düzenleme kararı alındı, Hoca da bunu kabul etti. (Blog turunun ne demek olduğunu bilmeyenlerdenseniz bkz. Ben biliyorum:)


Hemen Hoca’yı bunaltmak, terletmek, cendereye almak, hadi belki biraz da kendisinden bir şeyler öğrenmek için Özgür Alaz, Prof. Dr. İsmail Kaya, Selim Yörük, Onur Yüksel, Marketing Post ve A. Selim Tuncer’den oluşan acil bir blog timi kuruldu. Ama heyhat ki, Hoca’da bunalacak, terleyecek bir hal yok. Sükunetle ve tatlı tatlı sorularımızı cevaplıyor. Neyse, tabii ki bizim asıl amacımız sorularımıza cevap almak ve bunları size aktarmaktı. Gerisi latife...

SORU:

Hocam, bir yandan “aracı” medya kuruluşları tüketim kültürünü empoze ederek “tüketici yurttaş” yaratma çabası sergilerken diğer yandan buna karşı bir tavrın, tüketici haklarıyla ilgili bir kültürün ve hukuki altyapının oluşturulmaya, geliştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Siz de bu kitabınızda, bir bilim adamı sorumluluğu ve bir etelektüel içtenliğiyle tüketim alışkanlıklarının yarattığı köleliğe karşı çıkarken, diğer yandan, sahip olduğunuz “pazarlamacı” kimliğinizle, tüketim kültürünün oluşmasına hizmet eden “talep yaratma” amacını zımnen desteklemiş olmuyor musunuz? (Tabii kıyısından köşesinden de olsa, biz de!) Bu durum nedeniyle, kendi içinizde bir ikilem ve açmaz yaşadığınızı düşünüyor musunuz? Bu bağlamda, “yetinen toplum”la “pazarlama” ilişkisini nasıl kurguluyorsunuz?

CEVAP:

“Yaşamdaki her konunun olduğu gibi tüketim ve kültürünün de kendi içerisinde olumlu ve olumsuz yönleri bulunduğu bilincinde olmamız gerekiyor. Herkes gibi bende de bu çelişki zaman zaman söz konusu olabilmekte. Söylediğiniz gibi, bir taraftan tüketimden vazgeçememek diğer taraftan da tüketimin yaratabileceği israf ve olumsuzluklar, yaşantımızdaki çelişkilerden bir tanesidir. Ancak kişisel kanaatime göre, insanlığın geldiği noktada tüketimle ilgili olumsuzlukların olabildiğince azaltılabileceğine ve hepsinden daha önemlisi, dünyamızda ve çevremizde henüz daha yeteri kadar tüketemeyen insanların tüketme haklarını özgürce kullanabilecekleri bir dünyayı gerçekleştirebileceğimize olan inancım sonsuz. Bu konudaki en önemli göstergeler, bilim, sanat ve teknoloji alanlarındaki gelişmelerdir diyebiliriz.

Günümüzdeki anlamıyla yetinen toplum aslında sürdürülebilir tüketimi ve üretimi gerçekleştirebilen toplumdur. Sürdürülebilir pazarlama, sürdürülebilir kalkınma bu bağlamda çok anlam ifade ediyor. Sürdürülebilirlikten kastımız minimum değil optimumdur. Yani yarın için bugünü feda etmeden pazarlama ve büyümedir. Pakistan’ın Sialkot bölgesindeki çocuk işçilerinin çok kötü şartlar altında, yok denecek bir ücrette çalışmak zorunda bırakılmış olmaları ve sömürülmeleri, yetinen toplum bireyi olarak düşünülmemelidir. Bütün bunların yanında her şeyin sürdürerülebilir bir boyuta indirgendiği bir dünyada özellikle kazançların da sürdürülebilir bir boyuta getirilmesiyle, denge ve uyum sağlanabilecek gibi görünüyor. Bu nedenle, paylaşım ve fedakarlık üreticiden tüketiciye kadar geçen bir süreç içerisindeki tüm insanların üzerinde düşünmesi gereken bir tüketim kültürü unsuru haline gelmiştir.”

Yavuz Hoca’ya teşekkür ederiz.

Edit [19 TEMMUZ 2006]

Tamamlanan blog turunun diğer durakları:

ÖZGÜR ALAZ
PROF. DR. İSMAİL KAYA
SELİM YÖRÜK
ONUR YÜKSEL
MARKETING POST

10 Temmuz 2006 Pazartesi

| Sabah’ın yeni “iletişim” yazarı Nuran Yıldız...

Türkiye’nin en çok satan iki gazetesi olan Hürriyet ve Sabah’ta uzun süredir “iletişim” konularında iki iletişimci, Prof. Ali Atıf Bir ve Ali Saydam haftalık yazılar yazıyorlar(dı.) Parantez içinde geçmiş zaman kipi kullanmamın nedeni, Saydam’ın Sabah’taki yazılarına son vermesi... Atıf Hoca Hürriyet’te devam ediyor.

Haftada bir de olsa (Atıf Hoca haftada iki...), bu gazetelerimizin bir iletişimci yazara yer vermesi mesleğimiz açısında olumlu. Nitekim, bu durum yerleşik bir alışkanlığa ve beklentiye dönüşmüş olmalı ki, çok hızlı bir biçimde Ali Saydam’ın boşalttığı köşe dolduruldu.

Tabii, bu yazar ve yazılardan yararlandığımızı da söylemeliyiz, ama daha önemlisi Türkiye’de belirli bir meslek gurubunun ilgisini çekebilecek bir konunun yüz binlerle ifade edilen tirajlara sahip olan gazetelerle çok geniş bir kitleye ulaşıyor olmasıdır. Bu durum, ister istemez yazarlarımızın, yazılarının kıvamını bu gerçek doğrultusunda oluşturmalarını gerekli kılıyor.

Bu yazarların, okur talep ve beklentilerinden çok, gazeteye bir renk ve zenginlik katma, asıl olarak da bir medya organı olarak reklamcılara daha şirin görünme ve onların da bir biçimde ilgi odağı olma niyetini karşıladığını söylemek doğru olacaktır. Olsun, yine de iyi...

Sabah’ın Ali Saydam’dan boşalan iletişim yazarı koltuğuna Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nde yardımcı doçent olarak görev yapan ve çok sayıda bilimsel makalesi ve “Liderler, İmajlar ve Medya” adlı bir kitabı bulunan
Nuran Yıldız oturdu. Geçtiğimiz Pazar günkü köşesinde oldukça velud bir profil sergileyen Yıldız’ın, koltuğu doldurmakta herhangi bir sıkıntısının olmayacağını gözlemledim. Yalnızca bir başlangıç heyecanı şeklinde kalmamasını dileyelim. Uzun kısa, bir günde toplam yedi ayrı konuyu köşesine taşıyan Yıldız’ın özellikle “Sözcükler ülkesi”, “Public Diplomacy” ve “İnek yerine konma hissi” yazılarına kendimi çok yakın hissettim.

İletişim konularında yazanların, çok önemli bir iletişim aracı olan dil konusunda pejmürde davranmalarına doğrusu canım sıkılmıyor değil. Yazılarını dijital ortamda gönderdiklerini düşündüğüm için yazı işlerinin kusuru olabileceğini pek sanmıyorum; bu konuya Atıf Hoca’nın da Ali Saydam’ın da yeterli özeni göstermediklerini düşünüyorum. Nuran Yıldız’ı özellikle cümle kurguları (syntax) ve akıcılık konusunda da başarılı buldum. Ancak, noktalama imlerinin önü ve arkasındaki espaslar konusunda sorunlar var. Bir de tırnak içine alınan cümle, bildiğim kadarıyla tırnak dışındaki bir cümlenin noktasıyla, virgülüyle tüm imlâ özelliklerini taşımalı...

“Her güzelin bir kusuru olurmuş.” demesem.

| Düşünce köprüsü...

“Bir kasabaya giden dar bir köprü olduğunu varsayalım. Köprünün önünde trafik yığılması oluyor. Daha geniş, yeni bir köprü yapılıyor. Artık köprü darboğazı ortadan kalktığı için trafik kasabadaki bir sonraki darboğaza kadar rahat akacak, ama bu sefer de orada birikecektir.

selim_tuncer
Bilgi konusunda da aynı şey geçerlidir. Eskiden bilgi eksikliği bir darboğazdı. Darboğaz genişletildi, ama trafik şimdi de bir sonraki darboğazda birikiyor. İşte bu darboğaz ‘düşünce eksikliği’dir.”

Yukarıdaki satırlar Rekabetüstü’nün yazarı Edward de Bono’ya ait. Bu rekabetüstü (surpetition) yaklaşımlara birçok yazıda değiniyorum, ama bir gün özel olarak De Bono ekseninde inceleyebiliriz. Rekabetüstü derken kolestrolsüz yumurtayı kastetmiyorum.

9 Temmuz 2006 Pazar

| Türk entelijansiyasının değişim simgesi bir egosantrik ve Özkök’ün korkusu...

Evet, arada böyle konulara da girelim ki, her şeye tek bir gözlükten baktığımız zannı oluşmasın. Çok gözlük kullanmaya çalışıyorum, ama çoğu zaman tek kalemle yazdığım doğrudur. Ayrıca bu mevzuların bizim pazarlama ve reklam profesyonellerinin ilgisi dışında olduğunu da kimse iddia edemez.

Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, 7 Temmuz 2006 tarihli Hürriyet’te yayımlanan yazısında, “Princeton Survey Research Associates International” gözetiminde yapılan “Küresel Tutumlar” araştırmasından elde edilen sonuçların kendisini nasıl korkuttuğunu anlatıyor. Yazının linkini veriyorum, ama bazı önemli bölümlerini burada aktarayım:
Bu araştırmanın Türkiye ile ilgili sonuçlarını okuyunca inanın korktum.
Eğer bu araştırma Türk halkının gerçek duygularını yansıtıyorsa, bir felakete gidiyoruz.
* * *
Araştırma şu acı gerçeği ortaya koyuyor:
Biz Türkiye’yi, Müslüman dünyasının “en makul” üyesi sanıyorduk.
Meğer bu bir illüzyon, bir yanılsama imiş.
Tam aksine, Türkiye’nin kimyası bozuluyor.
Daha şimdiden, Müslüman dünyanın “en fanatik”, en fazla “düşmanlık” üreten ülkesi haline gelmiş.
Mesela, Yahudiler hakkında olumlu görüşe sahip Türklerin oranı yüzde 15.
Bugüne kadar “Diaspora Müslümanlarının” daha radikal olduğunu düşünürdük.
Bu araştırmaya göre hiç de öyle değil.
Almanya’da yaşayan Müslümanların (büyük çoğunluğu Türk) yüzde 38’i, Yahudiler hakkında olumlu görüşe sahip olduğunu ifade ediyor.
Sadece Arap ülkelerinde bu oran daha da düşük.
Türk halkının sadece yüzde 16’sı “Hıristiyanlara olumlu bakıyorum” diyor.
Bu oran Mısır’da yüzde 48, Endonezya’da yüzde 64, Ürdün’de yüzde 61, Pakistan gibi bir şeriat ülkesinde bile yüzde 27.
Almanya Müslümanlarının yüzde 69’u, Fransa Müslümanlarının yüzde 91’i, İngiltere Müslümanlarının yüzde 71’i, Hıristiyanlar hakkında olumlu görüşe sahip olduğunu söylüyor.
Ama sadece Hıristiyanlara karşı böyle bir duygu olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
* * *
Araplara olumlu baktığını söyleyen Türklerin oranı yüzde 46.
Oysa ABD gibi, Arap dünyasının bir bölümüyle direkt savaş içinde olan bir ülkede bile bu oran yüzde 50.
İngiltere’de yüzde 56, Mağripli gençlerle başı dertte olan Fransa’da da yüzde 68.
Türkiye’nin, Müslüman dünyanın en demokratik ülkesi olduğuna inanıyoruz değil mi?
Ama Müslüman ülkeler içinde, demokrasiye en az inanan insanlar yine Türkler.
Halkın sadece yüzde 44’ü, ülkesinde “demokrasinin işleyebileceğine” inanıyor.
İslami köktenciliğin gelişmesinden en az rahatsız olan halk yine Türkler.
Hemen itiraz edeyim, Özkök’ün “Türkiye’nin kimyası bozuluyor. Daha şimdiden, Müslüman dünyanın ‘en fanatik’, en fazla ‘düşmanlık’ üreten ülkesi haline gelmiş.” yorumuna, kimi zaman az, kimi zaman çok, zaten hep öyle olduğumuz için katılmıyorum. Tek bir tesellimiz olabilir ki, bunu eski deyimle “kuvveden fiile” çıkarma konusunda epeyce temkinliyiz. Hatta düşündüklerimiz ve söylediklerimizin tersine bir tutum içinde bile olabiliyoruz. Yani, o Hristiyanları sevmediğini söyleyen adamların köyüne iki Hristiyan gitse yatıracak yer bulamazlar ki, herhalde bu da tarihsel serüvenimizin genlerimize işlediği bir özellik olsa gerek.

Olabildiğince açık, geniş ve kozmopolit bir toplum yapısından Cumhuriyet’le birlikte son derece kapalı bir toplum yapısına geçiş yaptık.

Cumhuriyet, Batı’daki toplumsal ve siyasal gelişmelere paralel olarak Osmanlı’da yaşanan sürecin bir sonucu olmasına rağmen mitolojik bir “yeniden doğuş efsanesi” biçiminde yansıtılınca tarihsel algılamamızda kırılan hatlar oluştu. Zaten esas olarak bir savaşlar kronolojisi olarak hatırlanan mazi, zaferlerine ve başarılarına sahip çıkılan, özellikle toplumsal yaşamla ilgili alanlarda bugünün kriterleriyle yargılanarak lanetlenebilen eciş bücüş bir oyuncağa dönüştü.
Bu zavallı adamlar 70 sene evvelin ayrı bir dünya olduğunu zannediyorlar. Ayrı bir dünya değildir. Köprülü orada yaşıyor, sosyalizm orada yaşıyor. Şefik Hüsnü’nün eski Aydınlık’ta çıkan bir sürü yazısını okuyup anlayamazsın. Halbuki, Osmanlı imparatorluğu’nun modern insanı 20. yüzyılın insanıdır, bizimle anlaşabilecek bir insan. Ama onu okuyamıyoruz. Bu millet, okumuşları, 70 sene evvelinin yazısını okuyamadan gezebiliyor! Bunu ben son derece gülünç buluyorum. Harf devrimi başka, o çok lazımdı. Ama bu demek değildir ki öbürünü de bilmeyeceksin!
Bu süreçte Osmanlı’yı savunan akımlar oluştuğu gibi yeni rejimi bir “cumhura rağmen cumhuriyet” mantığıyla savunanlar da olmadı değil. Her iki akımın da günümüze kadar gelen temsilcilerinin tartışmaları, zaman zaman düşünsel değişimler yaşasalar da aslında hep irrasyonel bir zeminde gelişti. Kutsallaştırma konusunda da pek birbirlerinden farkları yoktu. Osmanlı hayranlarının yeni rejime yönelik eleştirileri genelde dini duyarlılıklar üzerinden yapıldığı için buradaki kutsallaştırma eğilimi daha ağır basıyordu.
Ama Türkiye’de Bizans’tan söz edilince tüyleri ürperip Osmanlı’dan söz edilince memnun olanlar da var; Osmanlı’dan söz edilince tüyleri ürperip Cumhuriyet’ten söz edilince memnun olanlar da...
Oysa Osmanlı ve Osmanlı hanedanındaki değişim, siyasi ayrışmalar ve güç kavgaları dışında aynı hatta yürüyordu. O günün Osmanlıcılar’ının da, Türkçüler’inin de, İslamcılar’ının da bugünkü ayrışmalar gibi benzer yönleri çoktu. Hedef modernleşmeydi, ama herkesin kendine göre bir modernleşme projesi vardı. Değişim tek yöndeydi ve eğer Osmanlı düzeni bugün meşruti bir krallık olarak devam ediyor olsaydı, büyük ihtimalle Monaco prensesiyle yakalanan şehzadeler, İstanbul jet sosyetesinin gözdesi kerimeler Hürriyet’in Kelebek ekini ya da Televole proğramlarını süslüyor olacaklardı. Çok acılar çekmiş olmasına rağmen, aslında Osmanlı hanedanı bugünkü onurlu ve gerçekten asil duruşunu iktidarın ellerinden alınmış olmasına borçludur belki de.

Cumhuriyet’ten sonra ayrışan güçler ve bunların kavgaları yeni rejim için bir iç düşman imkanı yaratırken, aynı zamanda dört tarafımızı çeviren düşmanlıkları bir paranoyaya dönüştürmek de belki o zaman için gerekliydi. Belki.
Resmi tarihin alternatifleri kendileri de birer resmi tarih yaratıyor. Çünkü bu iki grubun ortak vasfı, tarih bilmemeleri, tarihi malzemeyi kullanmayı bilmemeleridir. O yüzden böyle bir tartışma anlamsız kalıyor.
Ama bu durum, gerçekten çok uzadı. “Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmaması” anlaşılır bir şeydi, ama tüm dünyanın Türkler’e düşman olması tuhaftı. Neredeyse düşmanlıkları Meksika’ya, Kongo’ya, Malezya’ya kadar yaygınlaştırmak üzereydik yani.

Zamansal düzlemde şizofrenik, coğrafi alanda da paranoid bir psikoloji içine girivermiştik. Yani içimiz, dışımız, her yanımız düşman olduğu gibi, geçmişimiz de bize düşmandı. Sığınacak bir tek liman bırakmamıştık kendimize...
Zamanın kaybolmuşu yoktur. Yaşanan her şey, -müspet, menfi- bizi inşa eder. Yalnız bizi değil, bizden sonraki kuşakları da... Yaşadıklarımızı ‘anında’ belki en iyi şekilde inşa edemeyiz. Ama, onları ‘değerlendirdiğimiz’ vakit; gelecek daha ‘emin’ olur.
Elimizden çıkan topraklar, mübadeleler, azınlık mülklerine el koyma gibi birtakım politikalarla coğrafyanın renkleri de grileşivermiş, kalan renkler de birbiriyle uyumunu kaybetmişti.
Osmanlı Tarihi, açıkça söyleyelim biz Türklerin tarihidir, Türk devletinin tarihidir; ama aynı zamanda etrafımızdaki yirmi küsür devlette yaşayan onu aşkın milletin, çok dinli, çok dilli kavimlerin ortak tarihidir.
Biz bize kalıverdik. Oysa, telgrafın, telefonun, radyonun, televizyonun ve internetin olmadığı bir zaman diliminde, Anadolu’nun orta yerinde yaşayan ve yerinden hiç kıpırdamamış bir köylü, herhalde biliyordu ki kendisi çok geniş bir imparatorluğun ve bir milletler topluluğun üyesidir. Zaten kendisi camiye, komşusu ise kiliseye gidiyordu.

Kendimizle dünya arasına çok kalın duvarlar örmüştük. Yalnızdık. Korkuyorduk, ama bir yandan da korkularla besleniyorduk. Eziktik. Ezikliğimiz kimi zaman yalakalığa, kimi zaman ise nefrete dönüşüyordu. AB bizi zengin edecek diye birden AB yandaşı oluyor, Rum gemileri konusu açılınca efeleniveriyorduk.
Doğduğu yere lanet etmenin iki tezahürü var. Bir tanesi çok anormal bir milliyetçi oluyorsun. Yani o utandığın, sıkıldığın, pek kabul edemediğin şeyi artık bastırırcasına anormal bir milliyetçilik bu. Veyahut da her vesile ile onu taşlamak, kusmak falan gibi böyle bir durumda kalıyorsun.
Hijyen bir toplum yaratma çabası, bu toplumu mikroplara karşı daha dayanıksız ve savunmasız mı bıraktı acaba? Tüm bunları kritik amaçlı yazdığımı sanmayın. Yeterince hakim olmadığım ve altından kalkamayacağım yüklerin altına girmeye niyetli de değilim. Özkök’ün korkularıyla ilgili olarak durduğum yerden ne görüyorum, onu aktarmaya çalıştım. Şuna inanıyorum ki, soğukkanlılığımızı kaybettikçe, korktukça gerçekten de korktuğumuz başımıza geliyor. Derim ki korkmayıp anlamaya çalışalım. Sorunun, dünyanın bir parçası olduğumuzu çok nadir aklımıza getirdiğimizden, başkalarıyla ilişkilerimizin doğallığını yitirmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Şimdi Türkiye'de hiç kimse, özellikle sosyalist takım Batı'yı bilmez. İslamcılar, İslam ülkeleri üzerinde geniş bir bilgi sahibi değildi. Milliyetçilerin çoğu zaman kendi memleketimizi bile tanıdıkları şüphe götürür. Nerede kaldı ki öbürünü tanıyacak. O bakımdan, bu milliyetçi-muhafazakarın kasabalı olması gibi bir olguyu silmemiz lazımdır. Bizde maalesef bu iş böyledir. Ve kasaba değerleriyle hareket ettikleri için maalesef bu kitleler gerekli kadroları da içlerine alamadılar.
Bu arada bizi rafine edecek tüm faaliyetlerin de epeyce uzağında kaldık maalesef. Bu da bir etmen olabilir mi?
Ruslar eğitimli, bilgin ve sanatçı bir halk, ama büyük ressam ve romancıların torunları durgun. Akademinin icatları ve laboratuvarlarda elde ettikleri bilgiler sanayiye dökülemiyor. Rus halkı bizim şark komşumuz olan İranlılar gibi kültürel mirasına ve bilincine sahip, edebiyatını seviyor ve biliyor. Türkiye’nin endüstriyel geçmişi ve zenginliği Rusya ile İran arasında bir yerde, girişimciliği hepsinin önünde; buna rağmen bu iki ülke okumuşlarının bilgi birikimine ve kültürel inceliğine sahip değiliz. Onun için de kasaba hatibi birisi bizde kitleleri etkiliyor ve rey alıyor.



***
Hayran olmak güzel bir kelime... Ama hayranlığın bir ayarı olmadığı için kullanmaktan pek hazzetmem. Uç noktalarda hayranlıklarım yoktur çünkü.

Kendisini çok yakından tanımam. Yazıları, kitapları ve televizyon proğramlarıyla bilirim. O Miniaturk’ün danışmanıyken ben de konumlandırma ve iletişim faaliyetlerini yürütüyordum. Yalnızca bir kez işle ilgili olarak Cengiz Özdemir’in odasında bir araya geldik ve en fazla bir saat sohbet ettik. O kadar.

Paragraflar arasına serpiştirdiğim alıntıların da sahibi olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan söz ediyorum. Başlıkta yer alan “egosantrik” de o oluyor.

Ben bu adamı (bu hitabı kullanabilme cüretini vallahi kendisi veriyor) Türk aydınının bir değişim simgesi olarak görüyorum. Çok mu iddialı?

1.
Bu adam, yukarıda değindiğimiz konuları önyargısız ve komplekssiz, ama bir kampa bağlı olmadan, hem yatay hem de dikey bilgi, analiz ve yorumlarla tartışıyor. Korkmuyor, anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
2.
Yine yukarıda değinmeye çalıştığım herhangi bir zihinsel kilitlenmeden kendini uzak tutmayı başarabilmiş.
3.
Son dönem Osmanlı aydınının Cumhuriyet aydınına göre ciddi bir avantajı vardı. Çok geniş bir coğrafyadaydı. Bir adım attığında Bağdat’ta, bir adım attığında Kahire’de, bir başka adımında ise Paris’teydi. Bu geniş coğrafyanın kültürel iklimini soluyordu. Bana göre Ortaylı da öyle... Moskova’dan Paris’e, Tahran’dan Roma’ya, Şam’dan Bakü’ye kadar çok geniş bir coğrafyaya ait birikimin üstünde oturuyor. Bunda bir Avusturyalı olarak doğmuş olmasının payı mutlaka vardır.
4.
Bildiği diller konusunda rivayet muhtelif, ama en az beş dil biliyor. (Osmanlı’da bir Mevlevi dedesinin, Esrar Dede’nin İtalyanca-Türkçe sözlük çalışmasını gördüğümde doğrusu şaşırmıştım. Şeyh Galip’le aynı dönemde yaşadığı için biraz gölgede kalmış olsa da Esrar Dede bir şair ve karma olarak İtalyanca-Türkçe-Rumca olarak yazdığı şiirler de var. Buyurun.)
5.
Evet, egosantrik bir sempatik. Bu nedenle benmerkezciliği batmıyor. Öğrencilerine ve çevresine karşı zaman zaman kabalaşabiliyor, hatta bazan aşağılıyor. Bu tarzı onayladığımı söyleyemesem de bunu kısa yoldan sonuç almak için bir eğitim yöntemi olarak kullandığını hissediyorum. Türk aydınlarının ortalama tekrarlarına göre aykırı şeyler söylerken yavan münazara ve münakaşalardan yine kendini bu yöntemle koruyor, karşı tarafın cesaretini kırıyor. Zaten, zihnen çok dolaşıyor, bu nedenle kendisini bir merkeze bağlamalı. O da “ben” merkez oluyor haliyle...
6.
Kendini dinletmeyi biliyor.
7.
Konuşurken anlaşılıyor ki çok iyi bir hafızası var.
8.
Mühendislere karşı önyargılı ve acımasız olmasının sebebi nedir ki?
9.
Başkalarının gereksiz yere kutsallaştırdığı veya anlamsız yere korktuğu birçok şeye karşı umursamaz, lakayt, ironik, küçümser bir tavırla yaklaşıyor, ama hakaret etmiyor. Bizde bu tavırlar bile hakaret sayılabilir, ama üslubundan dolayı kimse hiddetlenip cevap vermiyor.
10.
Bu benmerkezci yapıdan etrafa yayılan sevimli, hatta biraz meczupmuş gibi bir yansıma her şeyi yumuşatıyor. Çatık kaşlı tartışmaları bile kendine göre bir ayara sokuyor. Rahat. Özgüven sahibi...
11.
Çok mu iyi bir tarihçi? Bilemem. Öyle gibi duruyor, ama ben bu tarafından daha çok diğer taraflarıyla ilgileniyorum. Hocası olan Halil İnalcık, Şerif Mardin gibi önemli tarihçi ve sosyologlarımız da var mesela, ama onlar için aynı şeyleri söylemiyorum.
12.
İnternetsiz de İlber Ortaylı olunabileceğini kanıtlıyor, ama internetle arası hoş olmadığı için benim bu yazımı okuyamayacak, onun için rahat rahat yazıyorum. Ancak birilerinin çıkış alıp fakslaması gerek.
13.
“Türk aydının değişim simgesi” diyerek birçok aydınımıza haksızlık etmiş oluyor muyum? Hayır, hakkını teslim edeceğimiz çok Türk aydını var, ancak Ortaylı’nın “figüratif” değeri yüksek.
14.
Uğursuz sayıda tamamlamış olmayalım. İyi adam, iyi... Tabii peygamber değil herhalde!