30 Haziran 2006 Cuma

| Markalaşma arayışlarında sürü psikolojisi sendromu: Bu piliçlere bir horoz mu lazım, ne?

Geçen gün arkadaşlarla bir iş üzerinde tartışıyorduk. İş, Erpiliç’e mi aitti, Şenpiliç’e mi? Yoksa Şeker Piliç’e mi? Karar veremedik de, genç arkadaşlardan biri küçük bir araştırma yaparak bize yardımcı oldu.


Bazı kategorilerde benim “sürü psikolojisi sendromu” dediğim bu türden gelişmeler yaşanabiliyor. Bu kavram, finans piyasalarında ve borsalardaki krizlerin mantığını açıklamak için de kullanılır. Ama o krizler konjonktüreldir, buradakiler ise kalıcı... Birisi açılışı yapıyor, sonra ikinci, üçüncü derken, bakmışsın bütün markaların arkasına kategori adı yapışıvermiş. Sonra da her şey çorba! Sürüden ayrılmaya kalksan dağın öte yanında kurtlar pusu kurmuş, korkuyorsun. E, ayrılmasan, zaten sürünün içinde kayıpsın!

Tabii cesaret gerekiyor, ama akıllıca bir cesaret, deli cesareti değil.

Tavuk sektöründen bahsediyorum. Hepsinin adı bi’şey, soyadı piliç... Bu arada tabii ki, tavuk değil, piliç... Vaadi içinde gizli!

Google’da piliç arayın, başlıyor Şeker Piliç, Er Piliç, Şen Piliç, Bey Piliç, Beyza Piliç, Ak Piliç (Politik avantajı iyi kavramış!), Emre Piliç, Ömür Piliç (Sahi, ne oldu buna, o kadar şaşaa ve şatafattan sonra?) Ateşli Piliç (Pardon, bu film adıymış:) diye alıp başını gidiyor maşallah!

Bir zamanlar Köy-Tür’ün sahibi olduğu Lades, kamuya ait bir marka olmasına rağmen gerçekten sürüden ayrı duruyordu? (İrade sahibi zihniyet değişince nasıl da her şey tepetaklak olabiliyor, değil mi?) Bana göre şu anda sanki Banvit iyi gidiyor. Tabii ki tek başına marka isminin avantajı değil bu... Marka isminde sürüye takılmayan zihniyet tabii işin kendisine de doğrudan yansıyor.

Buraya bir horoz lazım. (Eskiden horozlu cep aynaları vardı, bilir misiniz?)


Yine “sürü psikolojisi sendromu” PVC kapı ve pencere sektöründe de hakim. Zavallı Pimapen! Koca marka sürüden ayrılmak için Dr. Pimapen diye kıvranıp, patinaj yapıp duruyor. Bir zamanlar avantaj olan rekabet silahının namlusu, şimdi kendisine dönmüş durumda. Ne var? Hepsi pen... Kimi şupen, kimi bupen!

Winsa, sürüden ayrılma stratejisi ve farklı konumlandırmasıyla başarılı olabildi mi, bilmiyorum. Rakamlara falan bakmadan, dışarıya yansıyan imajı fena görünmüyor.

Peki, ne yapmak lazım? Öyle hazır reçetesi yok. Beyin duvarlarını çatlatırcasına düşünmek, bi‘yerleri terletircesine çalışmak gerekiyor. Ama sürüden kurtulmadan doktorluk diploması da alsan, profesör de olsan faydası yok! Yok.

İNTİHAR EDEN KOYUNLAR

Temmuz ayında Van’ın Gevaş ilçesinde, önce bir koyun ardından da 1479 koyun uçurumdan aşağıya atlayınca, bu facia basında “koyunlar intihar etti” diye haber oldu; kısa süre sonra Bitlis’in Tatvan ilçesinde de koyun intiharları yaşandı. Demeye kalmadı; Ağustos ayında Hakkari’nin Durankaya beldesinde bu kez “dana intiharları” meydana geldi. Bu konuya takılmıştım; “sürü psikolojisi” ne menem bir şeydir kavrayabilmek için Gustave le Bon’un “Kitleler Psikolojisi” kitabına el attım ve aradığımı da 125. sayfada buldum:

“Tekrar tekrar aynı tarzda ortaya atılan iddialar, fikir cereyanı dediğimiz şeyi husule getirir ve o zaman sirayetin kudretli mekanizması işe karışır. Fikirler, hisler, heyecanlar, inançlar kitleler üzerinden mikropların sirayeti kadar kudretli tesirlere maliktirler. Bu hadise bir sürü halinde bulundukları zaman hayvanlarda da görülebilir. Bir veya birkaç koyunun bir şeyden ürkmesi derhal öteki koyunları da ürkütür.” MELİH PEKDEMİR

29 Haziran 2006 Perşembe

| Vakko Beyoğlu’ndan Kanyon’a gidiyor, yerine Mango geliyor(muş.) E, tabii herkes kendini rahat hissettiği yerde konaklar!

Hürriyet’in haberine göre Vakko Beyoğlu’ndan Kanyon’a gidiyor, yerine Mango geliyor(muş.) Beyoğlu’nun yıllar içinde şekillenen yeni kimliğiyle Vakko kimliği birbiriyle olan ilintisini mi yitirdi yoksa? Mango Beyoğlu’na Vakko’dan daha mı çok yakışıyor şimdi? Peki, Vakko Kanyon’a uyar mı? Soruların hepsine birden el-cevap: “Evet.”

Diğer gerekçeler bana göre hikaye!

Ancak, bence Vakko hata yaptı, Mango akıllı davrandı. Bazı kentlere, kentlerdeki bazı bölgelere tarihin verdiği imtiyazlar oluyor. Bana göre Taksim de böyle yerlerden biridir ve içinde bugünkü durumunu dönüştürme ve mazideki itibarına yeniden kavuşma potansiyeli barındırmaktadır. Avrupa’yla Türkiye’nin buluşma noktası Atatürk Havalimanı değil, Taksim olacaktır. Buraya da yazdım işte!

| Malum Muhalif, “makul muhalif”e dönüşürse...

Malum Muhalif’le ilgili geniş açıklamalarımı daha sonraya bırakıyorum. Bugün sadece şu uyarıda bulunmak istiyorum ki, Malum Muhalif’in makulleşmesi muhalefetinin ağırlığını ve değerini artırır. Biraz da kendisine destek olması açısından “muhalif olmak”la ilgili iki Ekşi Sözlük alıntısına yer vermek istiyorum. Konuyu daha da fazla derinleştirmenin şu aşamada bir anlamı yok.

Ota boka “güzel, ilginç, enteresan...” gibi ne idüğü belirsiz sıfatlar takmayan; sıradan olan her şeyin vakit kaybı olduğunu bilen ve sıradanlığı gönül rahatlığıyla eleştirebilen; herhangi bir başarıdan sonra sevinmekten korkan ve kendini sürekli sorgulayıp mütemadiyen cahil ve aptal bulan insanlardır.

Hep korkaktırlar, zira öğrenme sürecinin ve bilginin kendisinin insanı ürkütücü ve aydırıcı aşamaları olduğunun farkına varmışlardır ve bir yandan da hep bir şeyleri açıklama ve savunma güdüsü içindedirler. Esasında iyi insanlar olmalarına rağmen, seçtikleri misyondan dolayı, eleştirdikleri insanlar tarafından “itici ve kıskanç” gibi oldukça öznel sıfatlara layık bulunurlar; hatta ve hatta kıt zekalı bir anoloji yapılır ve söz konusu insanların “şöhret aradıkları” zannedilir.

Amma, bu âlemi kim anlamış ki bu insanlar da anlasın? Esas amaç tartışma sürecini ilelebet canlı tutarak daha organik bir toplum yaratmaktır. [HEMINGWAY]

Peki “Sen ne öneriyorsun?” sorusu merkezi bir önem kazanıyor burada. Kimisi “Ben bir alternatif önerme çabasında değilim, dikkat çekmekle yetiniyorum.” diyerek bu noktada sorumluluk almaktan kaçabiliyor. Fakat bu bile tek başına önemli bir şey. Zira “Sen ne öneriyorsun?” sorusu aslında bir tuzağı da içerisinde barındırıyor.

Muhalif olmak önemli, bence gerekli de. Yaşanan durum ne olursa olsun, her şeyin daha iyi olma ihtimali var. Bu biraz da insanların ve âlemin “an sich” eksik olmasından kaynaklanıyor. İnsanın kaderi muhalif olmak aslında.

Muhalif olmak sadece yaşamanın gereğidir. [DER WEISSE STERN]
Malum Muhalif’in ilk yazılarını naif bulduğumu söylemeliyim. Bir yazımla ilgili eleştirisinden ben de istifade ettim, gönderdiği adresteki yazıyı okudum. Gelen yorumlarla ilgili bir açıklamasını makul buldum. Marketing Türkiye’nin marketing blogları inisiyatifiyle ilgili beklentisini ise çocukça...

Belli bir düzey ve kalite görürsem, belki ileride bloğumun görünür bir yerine linkini bile koyarım.

27 Haziran 2006 Salı

| Robinson Crusoe’un Rolex’i günde yedi dakika geri mi kalıyordu?

Bilmem. Zaten Robinson Crusoe’un Rolex’i olduğuna dair elimizde hiçbir veri mevcut değil. Robinson’un bir Rolex’i yoktu elbette. Zaten ona “Issız bir adaya düşseniz yanınızda olmasını isteyeceğiniz üç şey nedir?” diye sorulduğunda Rolex, Range Rover ve Pınar hazır köfte yerine “Tüfek, köpek bir de Cuma!” demiş. Oysa tek bir şey isteyecekti, Thuraya uydu telefonu... (Hı! İcat edilmemiş miydi?)


Marka tanımı içinde “markanın, tüketici tarafından statü göstergesi olarak değerlendirilmesi” de bir bileşen olarak yer alır. Peki, Robinson’un kolundan çıkarmadığı bir Rolex’i olsaydı, bu tanım doğrultusunda bu markanın değeri ne olurdu sizce? Arkadaşım Uğur Alparslan’ın ifadesiyle Cuma kadar olurdu elbette! Cuma’nın da bu markayla ilgili hiçbir fikri olmadığına göre marka değeri diye bir şey olmazdı. (Tamam, altının parıltısı falan Cuma tarafından bir değer olarak algılanabilirdi, ama bu, konumuz dışı.)

Marka olgusu, toplumsaldır. Markanın “meşruiyet çizgisi”ni aşmasını sağlayan da toplumsal algıdır. Ancak, yine de markanın çift taraflı mesaj taşıdığını gözden uzak tutmamalıyız. Robinson’un Rolex’i çevreye bir mesaj aktarmaktan uzaksa da Robinson’la Rolex arasında karşılıklı sentimental bir ilişki olması ihtimal dahilindedir.

Tabii, bu ilişkinin temellerinin, Robinson’un ada öncesi yaşamında yine bir toplumsal meşruiyetten alınan referansla atılmış olabileceğini tahmin edebiliriz.

Tek başınayken marka, en fazla dedemizden yadigar bir çakı bıçağı olabilir belki! Buna marka denir mi? Şimdi o tartışmaya hiiiiç girmeyelim.

26 Haziran 2006 Pazartesi

| Kendinden başkasını da düşünmek

Prof. Dr. İsmail Kaya, Ege Cansen’den bir alıntı yapmış ve bu yazıyı bir de Pazarola başlığı altındaki “pazarlama” tanımıyla birlikte okumamızı istemiş bizden. Diyalog’dan da tanıdık olduğunuz bir yaklaşım olduğu için buraya taşımasam kesinlikle başım ağrırdı:

“Oyun Teorisi, özet olarak şunu söyler. İnsanlar sadece ve sadece kendi çıkarlarını, üçüncü şahıslara karşı korumaya kalkarsa, günün sonunda kendi çıkarını koruyamamış olur. Çünkü çıkarını koruyan bireyin karşısında, kendi çıkarlarını koruyan binlerce hatta milyonlarca başkalarının çıkarına tecavüz eden üçüncü şahıs vardır. Bu kadar çok tecavüzcüye karşı birey, kendi çıkarını koruyamaz. Tam aksine; eğer insanlar kendi kişisel çıkarlarından, başkaları için fedakârlık etmeyi bir yaşam biçimi haline getirirse, günün sonunda kendi çıkarlarını korumuş olur. Çünkü her birey, başkası için üçüncü şahıstır. Eğer insanlar, kendi çıkarlarını öne çıkarmak yerine, üçüncü şahısların çıkarlarına saygılı davransa, bireyin çıkarları, milyonlarca üçüncü şahıs tarafından korunmuş olur. Bu kadar çok kollayanı olanın, sırtı da kolay kolay yere gelmez.”

| Deli mi, ne?

24 Haziran 2006 Cumartesi

| Anahtarı komşuya bırakmak...

Eskiden tatile gidilirken anahtar komuşya bırakılırdı… Artık o komşu evimize göz kulak olur, yaramaz mahalle çocuklarının bahçeye girip meyveleri talan etmesini engeller, balıkların periyodik yemlerini verir, arada bir pencereleri açıp evi havalandırırdı muhtemelen. Çünkü bize bir komşu anahtar bıraktığında valide hanım öyle yapardı. Hatta meşgul olduğunda bazı işleri bize söylerdi de, mırın kırın yapardık.

Marketing Post’tan Cengizhan, “Selim Abi, tatile çıkıyorum. Yazılarına değer verdiğim birkaç kişiden rica ediyorum; bloğuma sen de bir yazı yazar mısın?” dediğinde aklıma bunlar geldi. Komşuluk hakkı var tabii, hayır diyemezsin. Yarın da o senin bloğunu havalandırır, çiçekleri sular, kuşların yemini suyunu verir, öyle değil mi?

[ KOMŞUNUN BLOĞU ]

22 Haziran 2006 Perşembe

| “Soft power...”


Aydın Doğan Vakfınca düzenlenen 23. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması'nda birinciliği Polonyalı Pawel Kuczynski kazandı.Yarışmada ikinciliği alan İranlı sanatçı Mohammad Amin Aghaey, aynı zamanda başarı ödülünün de sahibi oldu. Ukraynalı sanatçı Yuriy Kosobukin ise üçüncülüğe layık görüldü.

Beni en fazla ilgilendiren ise Türkiye’den Şevket Yalaz’ın mansiyon alan karikatürü oldu. Tabii diğer karikatürler de görülmeye değer.

| “Marketing is power, soft power...”
| Coca Cola ve “soft power”...
| İnce gücün gücü ve güç kayması
| Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?
| “Çoğulcu” pazarlama

21 Haziran 2006 Çarşamba

| Minarelerden ziyade, bunlar için hazırlanan zarif kılıflara bozuluyorum, söyleyeyim!

Daha önce başka “esinlenmeler”le ilgili de yazdığını hatırlıyorum; Haluk Mesci, Ortak Defter’de bir başka “esinlenme”yi ifşa etmiş. Sütaş Yoğurtsever’le ilgili... “Vaaay! Molson Canadian birasının 2000’de ses getiren ‘I am Canadian’ filmi, olmuş sana ‘yoğurtsever’ filmi! I am Canadian filmini görmek-indirmek isterseniz, adres şöyle: home7.swipnet.se


Satan satmış, alan almış, vallahi işin o tarafıyla ilgilenmiyorum. Şimdiye kadar da bulaşmadım, bana ne? Ancak bu minarelerin ipek kılıfları benim asabımı, muhtemelen yeni kuşağın da ahlakını bozuyor.

Konuyu uzatıp ne asabımı daha fazla bozmaya ne de zamanımı boşa harcamaya niyetim var. Reklamı “sanat” gibi görüp ulvi bir yerlere de yükseltmek istemiyorum. Bir şekilde bilerek veya bilmeyerek böyle bir yönteme başvurmuş bir ajansı hemen günah keçisi de yapmayalım, evet! Ama allahaşkına “Yapmış da n’olmuş ki, siz sonuca bakın; işe yaramış mı, yaramamış mı?” ya da “Yapmış, ama en başarılı uygulama bizimkisi... Orijinalinden daha iyi yani!” gibi kılıflarla özellikle genç reklamcıların yaratmaktan çok adaptasyon için külliyat tırtıklamasına zemin hazırlamayın.

Yeterli petrolümüz olmayabilir, ama memlekette yaratıcı fikir kıtlığı yaşandığını iddia ediyorsanız, her şeyden önce ayıp ediyorsunuz demektir.

19 Haziran 2006 Pazartesi

| Değer kavramından ilişki değeri kavramına...

“Değer, aynı zamanda ürünü saran hizmet sunumlarının da bir parçası olarak görülebilir ki, buna literatürde ‘genişletilmiş ürün kavramı’ adı verilmektedir. Özellikle Levitt’in (1969; Payne ve Holt, 1999 içinde) çalışmaları, sadece fabrikada üretilen ürünle değil ambalaj, hizmet, reklam, finansman, teslimat kolaylıkları ve insanların değer vereceği diğer unsurların fabrikadan çıkan ürüne eklenmesiyle değer yaratılabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu açıdan bakıldığında müşteriye sunulan değer, ürünün veya hizmetin bir parçasıdır ve tedarikçi tarafından yönetilebilmektedir.”


“Yapılan ampirik araştırma sayısının yetersizliği de ‘ilişki değeri’ kavramının gelişmesinde bir engel oluşturmaktadır. Özellikle algı gibi belirlenmesi çok zor olan konuların çalışıldığı değer araştırmalarında, anket ve deneysel çalışmalar, hatalı sonuçlar doğurabilecektir. Bu nedenle, nitel araştırmalara ağırlık verilmesi, konunun derinlemesine anlaşılmasına katkı sağlayabilecektir. Diğer yandan, ilişki değeri kavramı, oldukça dinamik bir yapıdadır ve sürekli değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle de, yapılan araştırmaların ilişkinin bir kesiti yerine, ilişki süreci boyunca ortaya çıkan değer yaratımlarını izlemesi, daha faydalı sonuçlar doğurabilecektir.”

Zeynep’ten... Nefessiz bırakacak kadar uzun bir makale, ama yine de ben üşenmeyin, okuyun derim. Not da verebilirsiniz!

[ FOTOĞRAF: GREGORY COLBERT ]

| Da Vinci Şifresi’nin Şifresi!

Şöhreti yakalamış benzer romanları sinema sektörü asla kaçırmıyor. Dan Brown’ın milyonlar satan ve özellikle Hristiyan dünyasında şaşkınlık yaratan kitabı Da Vinci Şifresi’nin filmini bugün gördüm. Film, Leonardo Da Vinci’nin kendi eserlerinde sırlar sakladığı, ıssız İskoç şapeline garip sembollerin oyulduğu ve Katolik kilisesi ile kadim bir gizli örgütün, insanlığa sunulan en büyük armağanlardan bir tanesi olan Kutsal Kâse’yi ele geçirmek için asırlardır mücadele ettikleri gizemli bir dünyayla tanıştırıyor bizi... 

Hemen söyleyeyim, filmi izlerken sıkıldım. Kitabı zaten okumamıştım. Sinema çıkışında, bir kitap, özellikle de roman delisi karıma hemen “Sen bu tuğla gibi kitabı okurken nasıl sıkılmadın?” diye sordum. Sıkılmamış, kesinlikle kitap daha akıcı ve sürükleyiciymiş. Bence bu filmin türünün örnekleri arasında “Gül’ün Adı” gibi çok daha başarılıları var. Bir defa film, kurgusal bir polisiye öykü üzerine oturtulmuş. Yani olayların gerçeklikle bir ilgisi yok. Bu öykü de, kendi içinde birtakım şifreler içeriyor muydu, bilemem. O zaman da arkasından “Da Vinci Şifresi’nin Şifresi” diye bir film yapılmalı veya bir kitap yazılmalı. 

Sanıyorum, zaten tartışılan, romanın edebi başarısından ziyade ortaya attığı iddialar... Gerçekten Sion tarikatı diye bir gizli örgüt var mı? Kutsal Kâse diye bir şey var mı, varsa günümüze kadar gelmiş mi? Kaç tane İncil var ve bunların hangisi doğru? İsa, Tanrı’nın oğlu mu, yoksa herhangi bir insan mı? Leonardo Da Vinci’nin eserlerinde hep böyle şifreler mi gizli? Isaac Newton’ın kafasına düşen elma, Adem’in ısırıp attığı elma mıydı? (Bu son soruyu ben uydurdum. Biraz şifreli bir mizah, iyi gelir!) 

Filmin İsa’ya yönelik hakaretler içerdiği iddiasına gelince... Ben öyle bir şey algılamadım. Hani İsa’nın etiyle kemiğiyle bir insan olduğunun söylenmesi, onu asırlardır Tanrı’nın oğlu olarak bilen Hristiyanlara ağır gelebilir de, bu arada Müslümanlara ne oluyor, onu anlamadım. Siz zaten öyle inanmıyor muydunuz? 

Bence bu münbit araziden daha çoook roman ve film çıkar.  

OKUMA PARÇASI:  

“Hepimizi aldatmış!” diye bağırıyordu Langdon. “Bizi, hepimizi ve bizim üzerimizden bütün dünyayı aldatmış!” 

Sophie Neveu başını Codex Atlanticus’a gömmüş Langdon’u seyrediyordu. “Kim?” diyebildi. “Dan Brown! Başka kim olabilir? Benim, senin, bizim seçilmemiz tesadüf değildi. Bir simgebilim profesörü ve bir kriptolog! Tabii ki anlattığı her şeye inanacaktık. Dinlerinden memnun olmayan, ‘hakikat bir yerlerde gizleniyor olmalı’ diyen milyonlar da bizi takip edecekti.”  

“Neler söylüyorsun sen?” diye direndi Sophie. 

“Ne demek aldatmış? Kutsal Kâse yalan mıydı diyorsun? Son Akşam Yemeği tablosundaki işaretler, Mona Lisa'nın anlattığı sırlar, Sion Tarikatı… Yalan mıydı bunlar?” 

Robert Langdon “Nasıl oldu da bu oyuna geldik?” dercesine başını salladı. “Leonardo solaktı Sophie… Solaktı ve Ortadoğulu bir kölenin çocuğuydu. Bu her şeyi açıklıyor. Geri kalan her şey Dan Brown'ın sivri zekasının ürünüydü.”  

“Eskinin hikmeti! Kripteksteki şifreler? Her şey o kadar güzel oturmuştu ki üst üste. Hem Leonardo’nun solaklığı neyi açıklar? Sion Tarikatı'nın lideri değildi, solaktı… Ne demek bu?”  

“Her şeyi açıklayacağım Sophie. Leonardo eskinin hikmetine hiç de prim vermediğini yazmış not defterine. Onun aradığı hikmetle inancın buluşmasıydı. Sofia değil, Hagia Sofia; kutsal hikmet yani. Leonardo Avrupa’nın felsefesi ile Doğu’nun dinini buluşturmaya çalışıyordu. Sembolik olarak bunu yapacak bir köprü de planlamıştı; İstanbul’da… Asya’yla Avrupa’yı birleştirecek ilk Boğaz Köprüsü’nü. Codex’te Memlüklerin Suriye Devâdâr’ına gönderdiği mektuplar da var. Codex’i yayınlayan Profesör Richter, Leonardo’nun Anadolu’da Müslüman olduğunu bile iddia ediyor. Anlıyor musun? Dan Brown muhteşem bir hikaye uydurmuş. Bizi de, Leonardo’yu da kullanmış.”  

“Ama neden?” diye direndi Sophie. “Sadece daha çok satan bir kitap için mi?”  

“Hayır” dedi Langdon. “Umberto Eco’yu tanıyor musun?”  

“Kitaplarını okudum. Şu Gülün Adı ve… Ve Foucoult Sarkacı.”  

“Dan Brown bu iki kitabın intikamını alıyordu. Farkındaysan azılı bir kafir olan Eco o iki kitapta Mabed Şövalyelerini ve onlarla irtibatlı olan bütün bir Masonik kültürü yerin dibine geçiriyordu. Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi'ni Masonların siparişiyle yazdığını da duymuşsundur. Gül Kardeşliği kendisini temize çıkarmak için bizi, Leonardo’yu, Mecdelli Meryem’i, Hazreti İsa’yı, kısacası herkesi kullanmış. Eco’nun sunduğu resme ne kadar da uyuyor bu tavır?”  

“Bir dakika,” dedi Sophie. “Baştan alalım. Ta şu Ortadoğulu anne faslından…”

| Hani reklamsız da oluyordu?

Benzer satış tekniğini kullanan başka firmalar da yok değil. Hatırlıyorum, yıllar önce bu işi çelik tencereciler başlatmıştı. Yurt sathına yayılmış on binlerce hanım satış temsilcisi, altın günü, gümüş günü, mevlit, düğün, dernek gibi mahallin kadınlarının toplaştığı organizasyonlarda muhteşem ve mucizevi icat çelik tencere takımlarını taksitle falan satarlardı.


Avon’dan söz ediyorum. Söylediklerine göre 200.000 satış temsilcileri varmış. Bunlar da çelik tencerecilerle aynı taktiği kullanıyorlar, çeşit çeşit kozmetik ürününü “Zaten kaliteli, reklama ne hacet?” veya “Reklama harcanan para sizin cebinizden çıkar.” gibi argümanlarla hanımlara satıyorlardı.

İlginç! Şimdi televizyondalar. N’oldu ki?

18 Haziran 2006 Pazar

| Hah! Nihayet “private label”lar konusunda görüşümü destekleyen bir rapor gördüm.

Yaklaşık bundan iki ay kadar önce “No-name de bir markadır” başlıklı yazımda “Her ne kadar bugünün araştırma sonuçları arasında görüşümü destekleyen yeterli veri elde edemesem de, özel markaların, bazı emtia (commodity) dışında geleceğini parlak görmediğimi söylemeliyim. ‘No-name’ bile markadır, ama ‘private label’ üreticiyle perakendecinin ortaklaşa peydah ettiği bir ‘piç’tir. Cefasını üreticinin çektiği, sefasını perakendecinin sürdüğü...” demiştim. [ FOTOĞRAFLAR: ROBERT & SHANA PARKE HARRISON ]


Marketing Türkiye’yle birlikte verilen aylık perakende dergisi Instore, Haziran sayısında, uluslararası araştırma şirketi Deloitte’in “Perakendenin Küresel Gücü 2006” raporunda yer verdiği “perakendeyi bekleyen yedi risk”i gündemine taşımış. Finansal olmayan riskler, uluslararası ekonomi, uluslararası tedarik zinciri, terörizm, yetenek yönetimi, yeni medya gibi riskler arasında “marka yönetimi” de yer alıyor.

Instore’dan aynen alıyorum: “Perakendeciler, geniş yelpazeli tedarikçi markalar karşısında kendi ‘private label’ ürünlerini korumak için sonu gelmeyen bir fiyat indirimi spiraliyle karşı karşıyalar. Ayrıca tedarikçi markaların her türlü riskini de üstlenerek kendi marka imajlarını tehlikeye atıyorlar. Bu da bir yandan mali risk, öte yandan perakende markasının zarar görmesi riskini beraberinde getiriyor.”

Şimdiye kadar ne zaman “Bu işin sonu yok!” dediğimde çoğu meslektaşın “Hayır hayır, ‘private label’lar Amerika’da da, Avrupa’da da gün geçtikçe gelişiyor. Daha da gelişecek.” demelerine ne kadar ikna olmayıp bozulsam da susmak zorunda kalıyordum. Heyhat ki, maalesef artık hislere, öngörülere, kritik analitik düşünmeye rağbet eden kalmadı. Varsa yoksa araştırma, rapor, matematik, geometri... Hah işte, alın size rapor! Hem de Deloitte’in. Deloitte’in diyorum arkadaşım, niye ağzının içinden mır mır edip duruyorsun ki?


Ben yine ‘hissi kablel-vukû’ söyleyeceğimi söyleyeyim. Bu söyleyeceklerimin de raporu birkaç ay sonra çıkar nasıl olsa!

1.
Aynen raporda dile getirildiği gibi perakendecinin en ucuza satma, tedarikçinin en ucuza mal etme yarışı sonucu bizim zincirlerde de bu ürünlerin kalitesi iyice düştü/düşüyor. Hele bizim gibi tedarikçisinin zeki, çevik ve fakat ahlaksız olduğu bir memlekette zamanla bu durum daha da vahim bir hal alabilir. Hatta yarın çay paketinin içinden un, puding paketinden pudra şekeri çıkabilir.
2.
Bu durum zincir markalarına zarar verir mi? Gerçi bana ne, ama vermemesi mümkün mü? Yarım kiloluk ‘private label’ çayı aldım, eve getirdim, şöyle bir beş çayı içeyim dedim, ama bir türlü dem alamıyorum. Şimdi ben bu durumun, Tüketici Hakları Yasası’nın bilmem kaçıncı maddesine girip girmediğini mi araştırırım, yoksa ürün bilgileri arasında altı punto olarak yer alan üretici firmanın kim olduğunu öğrenmeye mi çalışırım. Tabii ki ikisini de yapmam! Bizim memlekette işler böyle yürümez. Önce okkalı bir küfürle kendimi rahatlatmalıyım. Sizce kime küfrederim?
3.
Bu zincirlerin bana tarhana çorbasından don lastiğine kadar binlerce çeşit ürün sunması hizmet kapsamları içine girer. Kimse “Aaaa, bu zincir utanmadan don lastiği de satıyor.” diye dalga geçmez. Tam tersine herkes “Helal olsun. Adamlar don lastiğine kadar her şeyi satıyor.” diye takdir eder. Oysa, yine bana ne ama, “zincir” markalı don lastiği gören birinin o markayla ilgili duygularının allak bullak olması ihtimal dahilindedir. Allah korusun, intiharlara bile sebebiyet verebilir.
4.
Bir defa bir zincirde arzu ettiğim markayı bulabilmem tüketici hakları kapsamına girer. Hatta derhal yasaya böyle bir madde eklenmelidir. Diyelim ki, bu akşam evde şöye bir makarna ziyafeti çekmeye niyetlendim. Önce her türlü gerekli sebzeyi aldım. Hatta soslar bölümünde hazır fesleğen sosu bile buldum. Makarna reyonuna geçip rafları karıştırıyorum. Reyonun önemli bir kısmını “zincir” markalı uyduruk makarnalar işgal etmiş. İkinci sırada zincirin bağlı olduğu holdingin iki ayrı makarna markası daha arzı endam ediyor. Benim istediğim markanın birkaç paketi ise hiç namına yakışmayacak biçimde alt raflarda karga cesedi pozisyonunda sürünüyor. Hadi görüntüye razı oldum, ama ‘penne’si yok. Bilmiyorum, kime küfredeyim? Neyse, eve giderken yol üzerindeki şarküteride bulurum diyorum, şarküterinin önünde park yeri bulamadığım için duramıyorum. E, artık küfrediyorum yani!


5.
Zincirler üreticiyi bellemek ve “private label” piçlerini imal etmek için bu politikalarını sürdürdükçe bir gün o üreticinin bir kısmını genelevde bulacaklar, bir kısmı için de kırk mevlidi okutmak zorunda kalacaklar. (Gerçi bu hayırı bile çok görebilirler.) Ortada üretici kalmayınca da bu sefer kendileri güçlü üreticilerin kucağına oturacaklar. Tabii, etme bulma dünyası! Bu arada, tedarik sorunları baş gösterince reyon görevlilerinin yufka açması, kasiyerlerin sırayla elmalı turta yapması gibi imalat manzaralarıyla karşılaşmamız da ihtimal dahilindedir.
6.
Veya adil ve hakkaniyet sahibi, ‘kazan kazan’ ilkesini benimsemiş bir zincir gelir, bunlar için kırk mevlidi okutabilir. Kendilerine çok güvenmesinler, Keloğlan’ın zekası kaba kuvvete galip gelebilir.
7.
Her gün canı yanan biri, Şahin Tekgündüz gibi yazarsa ellerindeki ‘private label’lar her an infilak edip tüm sistemi havaya uçuracak saatli bombalara dönüşebilirler.
8.
En tehlikelisi de, bir gün biri, bloglarda “Uyduruk zincir markalarına hayır!” kampanyası başlatabilir. Durun, bir gün dedim, bugün değil! Biraz daha zamanı var.

Evet, Deloitte’ten sekiz maddelik bir araştırma raporu bekliyorum.

16 Haziran 2006 Cuma

| “Gel hemşo, bir öpem!”

Yaklaşık on yıl oluyor. Uzun yıllar Almanya’ya ihracat yapmış olan bir dostum, beni bir müşteriyle tanıştıracağını söyleyerek ajansa geldi. Yanında getirdiği arkadaşı, Almanya’da ticaretle uğraşan Kayserili Ermeni vatandaşlarımızdan biri... Ellerinde boş peynir tenekeleri, Polonya’da üretilmiş bazı beyaz peynir çeşitleri... Bir dizi peynir çeşidi için ambalaj dizaynı istiyorlar. Tam hizmet verdiğimiz, böyle parça bir işi almayacağımız için arkadaşım aracı oluyor. Kabul ediyoruz. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak, Almanyalı’dan öyle bir talep geliyor ki, gerçekten şaşırıyoruz. Peynir tenekelerinin üzerinde mutlaka cami resmi istiyor. “Peynir tenekesinin üstünde cami resminin ne işi var, siz işi bize bırakın.” falan diyoruz, ama adam Nuh diyor, peygamber demiyor. Biz de işi kabul etmiyoruz.

Bu peynir işine biraz sonra dönelim.


İki yıl kadar önce bir iş seyahati için Japonya’dayım. On gün kadar Tokyo, Kyoto ve çeşitli şehirlerde iş icabı dolaştık durduk. Tamam, bu Japonlar gerçekten sevimli insanlar, ama bilenler bilir, yemek kültürleri bize oldukça uzaktır. Hani biz de güya Orta Asya’dan, onlara yakın bölgelerden buralara göç etmişiz, ama bu yemekleri yiyebilmek için genlerimizin de hiçbir yardım ve desteğini göremiyoruz. Yani, bir tek sularının tadı bizimkiyle aynı... (Gördüğünüz gibi ejderha pınarından içebiliyorum!) Birkaç çeşit dışında, özellikle ben, Japonlar’ın iştahla (gerçekten çok iştahlı yiyorlar) yedikleri yemeklere ağzımı süremiyorum. Japon işadamları bile, herhalde durumu tahmin ettikleri için lezzet nedir bilmeyen biz zavallı “zevksiz”leri Çin lokantalarında ağırlıyorlar.


Tabii gelişmiş ve büyük bir kent olduğu için özellikle Tokyo’da her çeşit zevke hitap eden restoranlar yok değil, Türk lokantası bile var. Ama düşünün ki Beylikdüzü’nden Kartal’a nefis köreltmeye gideceksiniz, olacak iş değil! Neyse, bazı yenilebilir Japon yemekleri dışında, genelde Amerikan restoranlarında kırk dört numara pabuç büyüklüğündeki “beaf”lerle, İtalyan restoranlarında pizza ve makarnalarla vaziyeti idare ediyoruz. Öyle ki, yaşadığımız damak mahrumiyeti sonucu, İtalyan restoranındaki genç İtalyan garsona neredeyse “Gel hemşo, seni bir öpem!” diyerek sarılacağız. Abarttım mı acaba? Hayır!

Tokyo’da Türk Büyükelçiliği’nden bir görevlinin misafiriyiz. “Burada epeyce yoksunluk çekmişsinizdir, ben sizi bir Pakistan lokantasına götüreyim.” diyor. Hemen kabul ediyoruz. Şimdi bölgenin ismini hatırlayamıyorum, bizim Beyoğlu’nun arka sokakları gibi dar ve karanlık sokaklarda Toyota’sıyla bizi dolaştıra dolaştıra, iki katlı dar bir binada bulunan lokantaya getiriyor. (Bu arada Japonya’da trafik İngiltere’deki gibi soldan akıyor. Mihmandarımız her köşe dönüşte veya her araba “sağ”layışında tersim döndüğü için benim yüreğim ağzıma geliyor.) Bu iki katlı binanın üst kat penceresinin hemen altında fırçayla kocaman “halal” yazdığı dikkatten kaçacak bir görüntü değil. Kocaman!

İçeri girdiğimizde gördüğümüz manzarayı hakkıyla anlatmaya kalksam yazı çok uzar. Kapıyı açar açmaz buhar, sigara dumanı, köri ve yemek kokularının ılık rüzgarı yüzünüze, gözünüze, burnunuza üşüşüyor. Masaları, masa örtüleri, sandalyeleriyle Anadolu’nun herhangi bir kasabasında, müdavimi çarşı esnafı olan küçük bir lokanta havasında... Esmer Pakistanlı erkekler iştahla yemeklerini yiyorlar. Merak ediyorsanız, çatal kaşık kullandıklarını söyleyeyim. Mihmandarımız yemeği nasıl almamız gerektiğiyle ilgili ayak üstü kısa bir brifing verdikten sonra yemeklere yöneliyoruz. Pakistan usulü bir açık büfe... Üstünde ilginç formda birkaç tencere... Kapaklarını açıyor, yemeklerinizi tabağınıza alıp tekrar kapatıyorsunuz. Yemeklerin çok sıcak olduğunu hatırlıyorum, ama altında bir ısıtma düzeneği var mıydı, farkında değilim.

İtibarlı müşteriyiz. Kolları dirseklerine kadar sıvalı lokantanın sahibi masamıza kadar gelip yerlere kadar eğilerek bir şeyler söylüyor. Biz de gülümseyip duruyoruz işte!

Ve yemekten ilk kaşığı ağzıma atıyorum. Allahım! Dudaklarımdan midemin ortasına kadar bir ateş topunun yuvarlanarak indiğini hissediyorum. Acı, bu kadar acı olabilir mi? Arkadaşım sanırım benden daha tahammüllü... Biraz daha rahat. Tabii, nedense Pakistan yemek kültürüyle Türk yemek kültürünün birbirine yakın olduğunu düşünen mihmandarımıza ayıp olmasın diye bir sürü ateş topunu mideye indirmek zorunda kalıyoruz. Sen misin Japonlar’ın yemeklerine laf söyleyen!

Uzattığımın farkındayım, son bir hikaye... Tokyo’nun banliyölerinden birinde bir süpermarketi ziyarete gidiyoruz. Öğle saatleri, acıktık. İnşallah buralarda da bir İtalyan restoranı buluruz diye dua ediyorum. Çıkıp caddede bir süre yürüyoruz. Meydan gibi bir yere geldiğimizde görüyoruz ki, tam karşımızda Kentucky Fried Chicken... Sevimli sakalıyla uzaktan gülümseyen Albay Sanders, bize öz dedemiz gibi görünüyor. Hayatımda hiç o kadar tavuk yediğimi hatırlamıyorum.


Şimdi yine dönelim baştaki peynir öyküsüne... Ambalaj tasarımında iddialıyız, Türkiye’ye göre fiyatlarımız çok pahalı görünüyor, ama Almanya’nın itibarlı dizayn firmaları yanında sanırım bizim fiyatlar ucuz kalıyor. Peynirci Almanyalı iki ay kadar sonra yeniden kapımızı çalıyor. Bizimle çalışmakta ısrarlı, ama camiden de vazgeçmiyor. Bu kez yanında, yine aynı pazarda iş yapan bir başka Ermeni kökenli vatandaşımız var. O da dondurulmuş börek ve mantı işi yapıyor. Bu kez camiyi kabul ediyoruz, ama ambalajın zemininde silüet olarak kullanıyoruz. Hayır, kabul etmiyor. İstediği, şöyle minareleriyle ve kubbesiyle görkemli bir cami fotoğrafı... “Sen bu istediğini, herhangi bir yerde yaptırabilirsin, ama biz inanmadığımız bir dizaynı yapamayız?” diyerek adamcağızı ikinci kez gönderiyoruz.

Bu ısrarın ne anlama geldiğini sonradan öğreniyoruz ama... Bu arada inanmayacaksınız, bu işadamı, aradan geçen onca yıldan sonra camiden vazgeçip onun için hazırladığımız ve bedelinin bir kısmını ödediği dizaynları iki yıl önce satın aldı ve kullandı. (Almanya Türk pazarında bir şeyler değişiyor mu yoka?)

Şimdi, bu kadar gevezeliği niye yaptığımı elbette merak ediyorsunuzdur. Boşuna değil. Marketing Türkiye dergisi, 15 Haziran tarihli sayısında Almanya’daki Türk etnik pazarında faaliyet gösteren süt ve süt ürünleri markası Gazi’yi kapak konusu yaptı. Marketing Türkiye’den Gülay Haktankaçmaz, konuyla ilgili benim de görüşlerimi sormuştu. Önce, yazının formatı gereği Marketing Türkiye’de bir bölümü yayınlanabilen soruların ve verdiğim cevapların tamamını buraya alayım:

Gazi markasını biliyor musunuz?
Almanya pazarında birkaç müşterim var. Bu nedenle Gazi’yi de biraz tanıyorum. Sahibinin bir İspanyol Musevisi olduğunu biliyorum. Bence asıl ilginç olan o. Müslüman bir etnik pazarda Müslüman Türklerin dini ve milli hassasiyetlerini gözeterek, özellikle süt ve süt ürünleri kategorisinde çok önemli bir arz gerçekleştiriyor.
Neden böyle bir şey seçmiş olabilirler?
Tamamen ticari bir başarı bu. Pazarı görmek ve analiz etmekle ilgili. Etnik pazarları, kültürlerin ve dinlerin belirleyici rol oynadığı pazarlar olarak değerlendirmek gerekiyor. Tabii kültürel farklılıklar ister istemez farklı talepleri de gündeme getiriyor. Din çok önemli bir faktör. Bir Musevi’nin bunu bilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü Museviler de gıda konusunda çok hassastırlar. Hatta Müslümanlardan bile daha hassastırlar gıda konusunda. Biliyorsunuz, Musevilerin Tüm dünyada uyguladıkları ve din adamlarının verdiği bir Koşer sertifikası vardır. Bir Musevi’nin, bu anlamda, gıda konusunda hassasiyet gösterebilecek başka bir etnik grup için birtakım ürünler üretmesi, yani bu fikrin aklına gelmesi doğal. Ben öyle görüyorum. Zaten Museviler’in genel olarak ticari başarılarını biliyoruz. Ama bu gerçekten enteresan bir durum. Almanya’da belki de o dönemlerde, yani Gazi’nin ortaya çıktığı dönemlerde bu pazara yönelik hiçbir arz yokken bunu akıl etmiş. Kültürlerin çok büyük bir etkisi var. Dinlerin de öyle. Gıda konusunda dinlerin büyük belirleyici rolü var. Müslümanlar domuz eti yemedikleri gibi büyükbaş veya küçükbaş hayvanların nasıl kesilmesi gerektiği gibi kuralları da önemserler. Bu bakımdan gurbette yaşayan Türk vatandaşlarının başlangıçta çok sıkıntı yaşadıklarını biliyorum. O dönemler ortak hayvan alıp İslami kurallara göre kesmek gibi yöntemlerle bu ihtiyaçlarını karşılamışlar. Bildiğim kadarıyla Gazi’nin et ürünleri kategorisinde bir arzı yok, ama süt ve süt ürünleri de hayvansal gıdalar olduğu için belli bir hassasiyet gerektiriyor. Bu boşluğu doldurmuş Gazi markası. Dinin belirleyiciliğinden söz ediyoruz, ama gurbetteki insanların memleket lezzetlerine olan özlemleri de üstünde durulması gereken çok önemli bir etmen. Şimdi, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin tamamında Arap ve Hintlilerin de dahil olduğu etnik pazar segmentlerine yönelik olarak üretim yapan çok Türk markası var. Bu markalar henüz primitif dönemlerini yaşıyorlar. Şu an için bilimsel anlamda bir pazarlamadan söz etmek mümkün olmaz. Aynı marka adı altında peynirden salçaya, kuruyemişten kınaya kadar her şeyi paketliyorlar. Etnik pazarlarla ilgili olarak söyleyebileceğimiz bir başka ilginç nokta ise, bu pazarlara yönelik bazı ürünlerin zamanla pazarını genişleterek yaygınlaşmasıdır ki, döner buna çok iyi bir örnek oluşturuyor. Yararlı özelliklerinin anlaşılmasıyla, bir Türk tüketim alışkanlığı olan bulgurun da bu anlamda yaygınlaştığını duyuyorum.
Hedef kitlesi kadınlar olmasına rağmen markanın boks ve futbol sponsorlukları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Almanya’daki Türkler bu tip aktiviteleri izledikleri için markanın böyle bir sponsorluğa yönelmesi doğal görünüyor. Hamasi duygular üzerine oturtulmuş bir yaklaşım gibi geliyor bana. Stratejik olarak ne kadar doğru olduğu tartışılır. Ama gurbette yaşayan vatandaşların milliyetçi/hamasi duygularına hitap etmek adına benimsenmiş bir uygulama olabilir. İlk bakışta öyle görünüyor. Analiz etmek lazım.
Hazır Marketing Türkiye konuyu açmışken ben de burada devam etmek istedim.

Önce Almanya’daki Türk etnik pazarına bir göz atalım: Almanya’da günümüzde 2 milyondan fazla Türk vatandaşı yaşıyor. Bu topluluğun toplam yabancı nüfusuna oranı %26 seviyesinde bulunuyor. Türkiye’den gelenler bu noktada en kalabalık Almanyalı olmayan topluluğu oluşturuyorlar. Bunun yanında 560.000 Türkiye kökenli Alman vatandaşı bulunuyor. Almanya’da yaşayan Türkler’in yaklaşık 60.000’i serbest çalışıyor. Bu topluluğun yıllık ulaştığı ciro ise 30 Milyar Euro civarında bulunuyor. Türk asıllı işletmeler geçtiğimiz yıllar içerisinde 7,5 Milyar Euro yatırım gerçekleştirdiler ve 350.000 istihdam yarattılar.

Küçümsenmeyecek rakamlara ulaşan Türk topluluğunun nüfusunu hedef tüketici gurubu olarak belirleyen işletmelerin sayısı her geçen gün artıyor. Söz konusu topluluğa doğrudan ulaşmak için, her geçen gün daha fazla işletme hedef tüketici odaklı “etno-marketing” stratejileri geliştiriyor. Türk topluluğunun satın alma davranışlarında marka önemli bir rol oynuyor ve topluluk başarılı pazarlama stratejilerine olumlu yanıt veriyor. Türkler’e özel olarak hazırlanan reklam kampanyaları ile Alman işletmeler pazarda rakiplerinin bir adım önüne geçebiliyor ve önemli pazar paylarına ulaşabiliyorlar. Burada strateji çok büyük yatırımlar gerektirmiyor, bu noktada Türk topluluğunu tanıma ve ihtiyaçlarını doğru analiz etmenin önemi ön plana çıkıyor. Bu noktada danışmanlar devreye girerek söz konusu pazardaki etnik pazar birikimlerini işletmeler ile paylaşıyorlar.

1.
Aslında etnik pazar, bu pazara nereden baktığınızla anlam kazanır. Almanya’nın içinden baktığınızda oradaki Türkler etnik pazarı oluştururlar, İngiltere’den baktığınızda Araplar ve Hintliler... Dünyadan baktığınızda Türkiye de, Almanya da, Japonya da, hatta ABD de etnik pazar sayılabilir.
2.
Yukarıdaki küçük Japonya anılarını bir veri olarak alacak olursanız, damak tadı olarak Doğu’dan daha çok Avrupa ve Amerika’ya yakın olduğumuzu söylemek pekala mümkündür.
3.
Marketing Türkiye’de Ali Saydam “Etnik pazarlama dediğimiz, dindi imandı, şuydu buydu değil.” demiş, ama belli bir noktadan sonra bunlar belirleyici olabiliyor. Mesela Türkler, bir Alman’ın yediğini dini hassasiyetler olmadığı sürece çok zorlanmadan yiyebilirler. Veya Türkiye’deki Kürt vatandaşlarımızla Türk vatandaşlarımız arasında dini farklılıklar olmadığı için özellikle gıda ürünleri konusunda Kürtler’e yönelik etnik pazarlama girişimleri çok anlamlı olmayacaktır.
4.
Almanya’daki Türkler’in hassasiyetleri öncelikle bu noktada oluşmuş olmalı, özellikle ilk kuşağınki... Daha sonra ise, çevreye uyum sağlandıkça “kültürel kabul” ve “kültürel ret”ler belirginleşmeye ve netleşmeye başlamıştır. Almanya’nın birçok şeyini kabul eden Türkler, özellikle gıda konusundaki “ret”ler nedeniyle çözüm arayışlarını sürdürmüşlerdir.
5.
Biz de mesela Japonya’nın otomobillerini, televizyonlarını, bilgisayarlarını canı gönülden benimserken yemek kültürünü biraz zor benimseriz.
6.
Gazi vakasında da hem damak tadı arayışının hem de dini hassasiyetlerin etken olduğunu düşünüyorum. Şöyle çayın yanında birkaç dilim beyaz peynir arzulamak doğaldır, ama süt ürünü olduğu için belli bir hassasiyetin gözetilmemesi de mümkün değildir.
7.
Bu talebi değerlendirmek iyi bir öngörüdür ve Gazi’nin yaptığı da budur.
8.
Markanın sahibi Garcia’nın Musevi olması, hedef kitleyi analiz etmede işini kolaylaştırmış olmalı. Museviler, yiyecek içicek konusunda müslümanlardan da daha duyarlıdırlar. Bir müslüman, neredeyse bir Musevi’nin yediği her şeyi yiyebilir.
9.
Bu vakada, bir Musevi’nin dini ve milli duyguları sömürerek ticari bir başarı elde ettiği ileri sürülebilir mi? Birkaçını tenzih ederek söylüyorum, bunu yeşil sermaye denilen holding soyguncularının din sömürüleriyle eş tutmak doğru değildir. Zaten bunun ne kadarı sömürüdür, ne kadarı değildir, hesabı zordur.

10.
Tamam, biraz abartıdan söz etmek mümkündür. Nitekim, Gazi logosunun üzerinde yer alan cami, minarelerdeki alemlerin orantısız ölçüde büyüklüğü, o hilaller yetmiyormuş gibi bir de gökyüzüne kocaman bir hilal yerleştirilmesi gibi unsurlar kör parmağım gözüne bir yaklaşımı yansıtıyor. E, ne yapayım? Bunu bir Musevi değil de bir Türk yapsaydı ne farkederdi ki?
11.
Şimdi, Ermeni kökenli Türk vatandaşının, peynir tenekeleri üzerinde niye illa cami fotoğrafı istediğini anladınız mı?
12.
Marketing Türkiye’den öğrendiğime göre Garcia, en azında bir süre sessiz kalmayı yeğlediğini söylemiş. Bu da çok doğal. Çünkü Türk, müslüman, milliyetçi, hamasi bir profil çizen markanın sahibinin Musevi olduğunun bilinmesi büyüyü bozacaktır. Bu durumda Gazi’nin tek şansı yeni kuşak Türkler’in eski kuşaklara göre dini meselelere daha yumuşak bakıyor olmalarıdır. Gazi’nin yapacağı en önemli şey de kalite ve damak lezzetinde, benim İtalyan garsona “Gel hemşo, bir öpem!” psikolojisiyle bakmamı sağlayan avantajı asla elinden bırakmamasıdır.
13.
Şu dönemde milliyetçilik ve hamaset, dindarlığa göre daha çok iş görebilir. O nedenle kısa vadeli hedefler açısından Sinan Şamil Sam gibi boksörlere sponsor olmak akılcı duruyor.
14.
Marketing Türkiye’nin haberi Gazi markasının Türkiye pazarına gireceğine dair kesin olmayan bazı bilgiler içeriyor. Oradaki başarı buradaki başarının asla güvencesi olamaz.
15.
Nitekim Gazi, tüm kimliğiyle etnik pazar realiteleri ve beklentilerine göre konumlanmıştır. İlginç bir marka adı, kötü bir logo, özensiz ambalaj tasarımları, iğreti ve asgari kalite standartlarından bile uzak reklam filmleri, kör parmağım gözüne tarzında iletişim kodlamaları mevcut pazardaki küçük değişimleri bile göğüslemekte zorluklar çıkarabilecekken Türkiye pazarından “fiyat ve vade” rekabetine girişmeksizin pay almak mümkün görünmemektedir. O bile zor, çünkü o oyunun aktörleri bolca var bizim memlekette... Kısaca biz bu hamaset numaralarını yemeyiz!
16.
Bu yazı niye bu kadar uzun oldu, anlamadım. Bu bilgilerin kimin işine yarayacağını da bilmiyor ve burada kesiyorum. Atladığım çok önemli bir şey kaldıysa eklerim.

Ancak bu “etno-marketing” ilginç ve zevkli bir konu... Gerisini Zeynep’e bırakıyorum.

OKUMA PARÇASI:
Global Pazarlarda Pazarlama Stratejilerinin Tasarım ve Uygulanmasında Kültürel Etkileşimin Rolü |
Prof. Dr. Tunç Erem, Prof. Dr. Ö. Baybars Tek, Yrd. Doç. Dr. A. Ercan Gegez, Dr. M. Deniz Börü [pdf]

15 Haziran 2006 Perşembe

| İyi ki reklamın günah çıkaracağı alanlar da var!

Bir WWF ilanı... Akılsızca orman tahribatı sonucu “evsiz” kalan anne goril ve yavrusu metro girişine yerleşmiş. Devamı Marketing Post'ta.

13 Haziran 2006 Salı

| Yılların gerisinden seslenen eski dostlar...

Gördüm ki, gittigidiyor.com’da illüstratör Arslan’ın, bazı çizgi romanların Türkiye yayınları için çizdiği kapakların orijinalleri satışa çıkarılmış. İçimden yine bir “Hey gidi günler!” diyerek neleri hatırladım.


Teksas
Çelik Blek ve arkadaşları Profesör Oklitus ile Rodi, zalim kırmızı urbalılara, yani İngilizler’e karşı Amerika’nın bağımsızlığını savunuyorlardı. Karşı konulmaz gücünü haklıdan yana kullanmak ve yüksek ahlak ne demek Çelik Blek’ten öğrendik biz. Bilimin önemini Profesör Oklitus’la, gençliğin neleri başarabileceğini Rodi’yle kavradık. Evet, gözümüze kestirdiğimiz okul arkadaşlarımızı bazan İngiliz vali veya kötü Kızılderili reisi yerine koyup hırpaladığımız olmuyor değildi. Yumruğu vurduğumuzda minik İngiliz valinin niye pencereden uçmadığına akıl da erdiremiyorduk. Yoksa biz Çelik Blek kadar güçlü değil miydik?


Tom Miks
Henüz on beş yaşındaydı ve yörede ondan hızlı silah çeken yoktu. Alkol ve tütün kullanmaz, sadece süt ve limonata içerdi. Kızlar karşısında bizim gibi utangaçtı. Suzi’yi görünce yüzü kızarıverirdi. Ama kötüler karşısında bir arslan kesilir, yumruklarını konuşturur, hiçbir kavgadan mağlup çıkmazdı. Alkol ve tütün kullanmadan da kahraman olunabileceğini ondan öğrendik. Bir kahramanın kızlar karşısında heyecanlanabileceğini de... (Gülmeyin, o zamanlar heyecanlanılırdı işte!) Her ne kadar çoğu zaman ayyaş olsalar da, arkadaşları Doktor Sallaso ve Konyakçı’dan da dostluk dersleri alırdık.


Zagor
Baltalı ilah! Çevikliği, atletik yapısı, ustaca kullandığı baltası, kendine özgü giysisi ve şişko arkadaşı Çiko’yla Darkwood ormanının düzeni ondan sorulurdu. Barışı ve düzeni bozanı da acayip bozardı. “Ahhhhyaaaaakkkk!” diye haykırdığında tüm orman esas duruşa geçerdi. Düzen için tanrısal bir güce ihtiyaç olduğu fikri ne derece doğruydu bilemem, ama Zagor bize bunu aşılıyordu.

Elime geçtiğinde yine okuyorum, inanır mısınız? Ve görüyorum ki okumadığım hiçbir macera kalmamış. Tom Braks, Kinowa, Kaptan Swing, Mandrake, Teks, Mister No... Hepsinden neler neler öğrendik. Abimiz, babamız, hocamız, kardeşimizdi onlar. Kişiliğimizin şekillenmesinde ciddi katkıları olmuştur mutlaka...

Onun için biz böyleyiz!

11 Haziran 2006 Pazar

| Reklamlarınızda bu kelimeleri kullanmamanın mutluluğunu yaşayın!

Daha önce de yazdığımı hatırlıyorum; reklamveren, reklamı biraz da kendisine yapıyor. Bütün iyi hasletlerini saysın, filmse karşısına geçip keyifle izlesin, ilansa dakikalarca baksın dursun. Bazan, hedef kitleye gönderilen iletişim kodlarının orada nasıl “algı”landığı, çözülüp çözülmediği reklamverenin umurunda bile olmaz, bazan da kendisi nasıl “algı”lıyorsa orada da öyle “algı”landığını sanır. Anlatamazsın! Steve McKee’nin BusinessWeek’te yayınlanan “Bir Reklamda Asla Kullanılmaması Gereken Beş Kelime” başlıklı yazısındaki beş kelime kalite, değer, servis, ilgi ve dürüstlük olarak sıralıyor, bunların niçin kullanılmaması gerektiğini açıklıyor. Dr. Zeki Yüksekbilgili’nin çevirisiyle aktarıyorum:


KaliteAlınmaya değer her ürün ya da hizmet kalitelidir. Alıcılar, fiyata göre, kalitenin de geleceğini bilirler. Ayrıca kalite tüm firmalarca o kadar kullanılmıştır ki, sadece boş altı harf haline gelmiştir.

DeğerTıpkı kalite gibi, değer de fiyata bağımlı olarak değişmektedir ve alıcılar alımı yaparken, değerin ne olduğunu bilmektedirler. Her ürün veya hizmetin, kendine has değer eşitliği vardır. Bu yüzden “en değerliyi biz sunuyoruz” iddiası tamamen havada kalacak bir iddiadır.

ServisHiç “Biz kötü servis veriyoruz!” diyen bir reklam gördünüz mü? Dolayısıyla daha iyi servis vaadi, alıcı açısından hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

İlgiGerçekten firmanızın, rakiplerine göre müşterilerine daha fazla ilgi gösterdiğine mi inanıyorsunuz? Bunu söylemek iyi gelebilir, ama kamuoyu gözünde uçuşan kelimedir sadece. Rakibiniz müşterilerine ilgi göstermezse nasıl ayakta kalabilir? Ayrıca, rakibe göre daha ilgili olduğunuzu nasıl ispat edebilirsiniz?

DürüstlükDürüstlük zaten her firmada olması gereken bir şeydir. Bunu ilan etmenin nasıl bir anlamı olabilir ki? Ya gerçekten dürüst değilsiniz, bir şeyler saklıyorsunuz, dürüst olduğunuzu söyleyerek bunu gizliyorsunuz ya da -biraz ayıp ama- rakibinize göre daha yüksek yaşam standartlarınız olduğunu ima ediyorsunuz.

Ve bu da Dr. Yüksekbilgili’nin yorumu: “Rekabet için elinizde çok fazla şey yoksa, yani “daha”nın yanına bir şeyler koyamıyorsanız, bu beş kelimenin hala en iyi alternatifler olduğunu düşünüyorum. Eğer “daha” hala boşsa; daha ucuz, daha farklı, daha ilginç, daha yararlı, daha kısa... zaten yok olup gideceksiniz. Bunlarla biraz daha idare edin!”

Bence bu yasak kelimelere (hele memleketimizde) daha birçoğu eklenebilir/eklenmelidir. Hatta cümleler!.. Yukarıda sözü edilen bağlamda kelimeler/cümleler olmasa bile.

Ben başlayayım, siz devam edin:

Güle güle kullan Türkiye!

... mutluluğunu yaşayın!

Hayatınız bizim için değerlidir.

Hissedin!

... sizin de hakkınız!

Özgürlük!

Sağlıklı lezzet...

Keşfedin!
...

Geçenlerde bir blogda rastladım, Türk alfabesinin fonetik olma özelliğine ilginç bir örnek oluşturuyordu: Yivranç!...

10 Haziran 2006 Cumartesi

| Buranın arka sayfası da, arka sayfa güzeli de yok!


Hürriyet gazetesinin bugünkü haberine göre Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mehmet Şahin, kendi kurduğu sitede manken ve fotomodellerin erotik fotoğraflarına yer vermiş. Sitede ayrıca dersler, ödevler, ödev açıklamaları, bilimsel yazılar, güzel sözler pencereleri de bulunuyormuş.

Prof. Dr. Mehmet Şahin, amacının 18-23 yaş arasındaki öğrencilerin ilgilerini “fotoğraflar aracılığıyla siteye ve derslere çekmek” olduğunu belirterek şunları söylemiş:

“Fakültenin Yönetim ve Organizasyon Bölümü’nde yönetim ve bilgi sistemi hocasıyım. Siteme giren öğrenciler, ders notlarından ödevlerine, bilimsel yazılara, güzel sözlere dair birçok çalışmayı yapabiliyorlar. Web sayfası kurmayı da öğreniyorlar. Türkiye’de web siteli, ilk interaktif çalışma bu. Burada karşılıklı bir iletişim ve motivasyon var. Siteye üye olanlar da, sorular yönelterek anında yanıt alabiliyorlar.”

Prof. Şahin, bu yöntemin çevresinde nasıl karşılandığı sorusuna ise “Fotoğrafları Türkiye’deki gazetelerin sayfalarından ve internet sitelerinden aldık. Beğenildiğini öğrencilerimden duyuyorum. Başka hocalarına da, bu çalışmayı övüp ‘Sizler niçin yapmıyorsunuz?’ diyorlarmış. Dönem başından beri bu çalışmayı sergiliyoruz.” yanıtını vermiş.


“Haydaaaaaa!” dedirtecek, ilginç bir haber bu... (Bu gibi durumlar için, acaba tematik olmayan bir blog mu açsam?)

1.
Eğitimde “havuç” yönteminin işe yarayabileceğini düşünürüm de, bu havuçlara benim pek aklım yatmadı.
2.
Hadi erkek öğrenciler bu havuçlara kandılar diyelim, peki siteye kız öğrenciler için niye Sean Connery, pardon o bizim zamanımızdaydı, Brad Pitt ve Tarkan fotoğrafları konmamış. Erkeklerin canı can da, kızlarınki patlıcan mı? Ayrıca bu adil olmayan durum, bir yönetim ve bilgi sistemi hocasına yakışıyor mu?
3.
Gazetelerin arka sayfa güzellerini anladık; kahvede, evde, şurda burda bakanlar bakıyordur. Peki internetin engin sularına dalış yapmış bir öğrenciyi, elinin altında bir sürü imkan varken Hoca’nın “arka sayfa”lardan arakladığı “havuçlar” keser mi?
4.
Bu durumda, acaba, bir bilim adamının sitesine bu “havuçlar”ı serpiştirmektense, bir porno sitesine bilimsel makaleler eklense daha mı etkili bir eğitim yöntemi benimsenmiş olurdu?
5.
Bana göre bu yöntemin yararı çok tartışılır. Bu siteye öğrenciler “eğitilmek” için girmek yerine, olsa olsa “Acaba Hoca bugün hangi kızı eklemiş?” geyiği için giriyorlardır. Ayrıca Hoca’nın “havuçlar”la ilgili beğeni kriterlerini merak etmeyenler de yok değildir.
6.
Acayip bilim “aşk”ları depreşen öğrenciler başka hocalarına da, bu çalışmayı övüp “Sizler niçin yapmıyorsunuz?” diyorlarmış. Yani tam geyiği bulmuşlar. Bakın çocuklar, biz de öğrencilik yaptık, yemem ben bunu! Zaten anlaşılan, diğer hocalarınız da yememiş.
7.
Bence, insanı hayvandan ayıran özellikler, yani içgüdüsel ihtiyaçlar dışındaki insani melekeler geliştikçe yeme içme gibi, seks gibi içgüdüler belli bir dengeye oturur. Bu nedenle entelektüel bir etkinlikle “arka sayfa güzelleri” standardındaki cinselliği bir araya getirmek son derece saçmadır. Hatta matrak!
8.
Hiç kimse bundan, sakın kafası çalışanların başka bir yeri çalışmaz anlamı çıkarmaya kalkmasın. Onlar için yeme içme, nasıl hapur hupur karın doyurmanın ötesinde bir gustoya dönüşüyorsa, seks de “arka sayfa güzelleri” pespayeliğinin çok ötesinde bir anlam taşır.
9.
Burada kullandığım fotoğrafları Hoca’nın sitesinden sanmayın. Eğer Hürriyet’in kullandığı fotoğraf doğruysa, ben onunla bloğumu kirletmek istemedim. Bu fotoğraflar, ünlü fotoğraf sanatçısı Kassandra’dan... “Arka sayfa”yla bir ilgisi olmadığı gibi “haber” fotoğrafı da değiller. Yazıyı desteklemek için kullanıldılar.
10.
Daha da mizahi olan durum, Hürriyet’in, haberin başlığını “Arka sayfa profesörü” olarak atması... Şimdi Hürriyet bu lafı hak etmedi mi: “Arka sayfa gazetesi!”

8 Haziran 2006 Perşembe

Yani, adam biz ne yaparsak onu yazmıyor mu? Hayır, o ne yazarsa siz onu yapıyorsunuz.

Genç bir yazar arkadaşla yazıştık. Adı Çağrı Ural. Bir mailinde bana kısaca kendisini tanıttı ve tanışma isteğini dile getirdi:
“...
Müsait olduğunuz bir zamanda sizinle tanışmayı çok isterim. Bir kahve ısmarlarsınız değil mi? Çay da olur... (Kahve dediğim Türk kahvesi. Gerçi sütlü Nescafe de olur. Aslında havalar ısındı, soğuk bir şey de olur. Limonata süper olur.)”


Maili aldığım hafta çok yoğundum. Çağrı’ya durumu bildirdim ve: “Haftaya Salı günü senden “kahve” parolalı bir mail bekliyorum.” dedim.

Kendisinden “Parola: Kahve!” başlıklı bir mail-öykü aldım. Aslında meramını değişik tarzlarla anlatmaya çalışan yazışmalardan pek hazzetmem. Fakat Çağrı’nın, bunu da tahmin ederek kaleme aldığı bu öyküden, içindeki bazı çağrışımlardan, sinemaya bulaşmışlığının emarelerinden gerçekten hazzettim. Sizinle paylaşacak kadar…



Parola: Kahve!

Yağmurlu bir gece. Kaldırımda şıpırtılar. Sokak lambası titrek. Bir apartman. Loş bir koridor. Alt kata doğru kaybolan ayak sesi. Terli bir ense. Kıllı bir el enseyi kaşıyor. Adam siyah paltosunu sırtına almış, ayağında terlikleri... Bir kapıyı çalıyor. Tak tak! “Kahve!” diyor adam. Kapının ardındaki hemen cevap veriyor:

- Özgürlük.

Kapının ardındaki delikanlı derhal kapıyı açıyor. Karşısındakini görünce, örtüyor hemen kapıyı.

- Kimsin?
- Oğlum beni tanımadın mı? Üst katta oturuyorum!

Delikanlı adamı hatırlıyor. “Bu saatte ne işi var? Bu işte bi iş var.” diye düşünüyor. “Eğer konuşmazsam şüphe çekeriz, içeri almadan konuşur, kapıdan savarım.” diyor kendi kendine.

Kapının ardındaki delikanlı, kapıyı aralıyor.

- Ne istemiştiniz?
- Evladım ben üst katta oturuyorum. Bu saatte rahatsızlık vermek istemezdim ama... Misafir geldi. Varsa biraz kahve...
- Ha! Tamam amca sen dışarda bekle. Mutfağa bakayım.
- O ne lan?!
- Ne ne?
- Bunlar el bombası değil mi?
- Yok be, nerden çıkarıyosun? Taş bunlar, taş.
- Aaa! TNT bu! TNT değil mi bu?
- Yok be amca. TNT ne demek?
- Bırak şimdi, ne yapıyosunuz siz bunlarla? Molotof da varmış.
- Öff! Amca ne yaptın sen ya?
- Neden eline bıçak aldın?
- Bi düşün bakalım.
- Ben askerden biliyorum TNT bunlar. Ayrıca yakın dövüşte iyiyimdir. Hiç tavsiye etmem o bıçağı kullanmanı.
- Başıma bela mısın ulan sen!
- Anladım. Burası örgüt evi. “Kahve” parolaydı. İşaret de “özgürlük”.
- Çok zekisin amca. Aferin be! Çok zekisin. Ne işine yarıyosa artık bu zeka?..
- Ne demek ne işime yarıyo?
- Adam senden “kahve” parolalı mail istedi diye bunu mu yumurtladın yani? Aklına ilk bu mu geldi?
- Aklıma ilk bu geldi.
- Parola “kahve”. Aferin. İşaret de “özgürlük”. Aferin.
- Sizin örgütün adı ne?
-Nasılsa öleceksin. Söyleyebilirim. KZDFPOG-KDU-PC
- Fraksiyonunuzu ... sizin.
- Bak doğru konuş. Bunlar senin anlayabileceğin şeyler değil. Rüyalarımız var bizim. Sen anlamazsın!
- Vardır vardır. Boş laf çok sizin gibilerde. Sloganlarınız da vardır sizin. Hangi ajansla çalışıyosunuz? Lafı uzatmayalım istersen.
- Niye uzatmayalım ki? Adam okur işte.
- Niye okusun? Sıkılır. Okumaz.
- Niye sıkılsın ki?
- İnsan psikolojik olarak e-postanın kısa olmasını bekler. Çoktan başlamıştır farenin ‘scroll’uyla oynamaya.
- Diyosun.
- Şimdi bak, biz bu şekilde sonsuza kadar konuşabiliriz. Çağrı da yazar hepsini. Bu işin sonu yok. Bi düşün bakalım, kime ne faydası var?
- Nasıl yani?
- Yani kimseye faydası yok bunun. Selim Bey bunu okumaz.
- Sen tanıyo musun Selim Bey’i?
- Yok ulan. Bana ne? İşim olmaz.
- Ne iş yaparsın?
- Polisim.
- Hassiktir!
- Yok yok. Şaka lan. Marketimiz var bizim. Uzay Market’i biliyon mu?
- Müneccimbaşı’nın köşesinde?
- Ha evet, o.
- Ulan koskoca marketin var, kahve istemeye bize geliyosun?
- N’apayım? Bu saatte gidip dükkanı mı açayım?
- Okunduğu gibi konuş. “Napiym? Bu saatte gidip dükkanı mı açiym?” de. Hiç sevmem senin gibi konuşan karakteri.
- Ukalalığın âlemi yok. İnsan evladı gibi konuşucaksan konuş. Ben senden kaç yaş büyüğüm. Terbiyeli ol.
- Neticede seni öldürmek zorundayım, biliyosun di’mi?
- Adam gibi öldüreceksen öldür. Terbiyesizlik etme.
- Boğazliym mi seni?
- Boğazla. Tabancan var mı?
- Var, ama ses çıksın istemiyorum.
- Boğazlanmak hoşuma gitmiyo aslında. Bedava gitmek istemiyorum. Hiç olmazsa bi kurşun feda et benim için.
- Acıklıymış.
- Öyledir.

Derken... Kapı çalınıyor. Tak tak!

- Kahve!
- Özgürlük!

Neyse lafı uzatmayalım. İçeriye üç genç erkek giriyor. Konuşuyorlar.

- Ne haber?
- Lahmacun aldık oğlum!
- Abi çok acıktım ya!

Delikanlı adamı göremez.

- Nereye gitti bu herif be?

Bir de bakarlar ki adam eline bir elbombası almış, onları tehdit ediyor.

- Yaklaşmayın ulan. Havaya uçarsınız!

Gençler pek aldırmazlar.

- Havaya mı uçarız?
- Amca bırak saçmalama ya!
- Kim lan bu herif?
- Abi üst kattaki dallama. “Kahve” dediği için kapıyı açtım. Meğer kahve istemeye gelmiş herif.
- Demiştim “kahve” diye parola olmaz diye.
- İşaret de “özgürlük” olmazdı zaten. İki heceli olması lazım. Kaç kere söyledim.
- Neyse artık. N’apıcaz?

Adam sinirlenir.

- Kendi aranızda konuşmayın ulan. Çekilin önümden. Önümü açın! Haydi!
- Nereye?
- Adam çok komik lan.
- Ben çıkana kadar kımıldarsanız patlatırım. Vallahi patlatırım.
- Abi sahte onlar. El bombası sahte abi!
- Nasıl sahte lan! Adamı hasta etme. Patlatırım diyorum.

Gençler adamın üstüne yürürler. Adamın şakası yokmuş meğer. Çeker pimi. Patlamaz bir şey...

- Ulan!
- Biz dedik sana sahte diye.
- Ne yapıyosunuz lan sahte bombayı?
- Biz tiyatrocuyuz. Oyunumuzda kullanıyoruz bunları.
- Sahi mi?
- Sahi.
- Bütün o örgüt şeyleri falan... Hepsi numaraydı yani?
- Evet. Prova yapıyoruz.
- Ohh! Çok rahatladım.
- Sen şimdi inandın mı bizim tiyatrocu olduğumuza?
- Eee... İnanmak derken... İnandım, evet. İnanmak istiyorum çünkü.
- Abi öldürelim adamı da öykü bitsin.
- Peki öldürelim.
- Lahmacunlar soğuyo.
- Gençler yapmayın aaaahhhğğehhşş!
- Ölmüyo abi bu.
- Boğmakla ölmüyo adam. Başka bi’şey yapalım.
- Kafasını keselim. Getir bıçağı.
- Kesmiyo abi.
- Nasıl kesmez lan!
- Şakağına sıkalım. Tabancayı ver.

Dan!

- Öldü mü?
- Yok yahu! Kan falan da akmıyo. Bi iş var bunda.
- Çocuklar beni öldüremezsiniz.
- Nedenmiş o?
- Komedi bu çünkü... Yazar izin vermiyo.
- Adam biz ne yaparsak onu yazmıyor mu?
- Hayır, o ne yazarsa siz onu yapıyorsunuz.
- Senin ölmen de komik olur. Ben gülerim mesela.
- Artık bilemem. Bu tercih meselesidir. İsterseniz oturun lahmacunlarınızı yiyin. İsterseniz beni bırakın gideyim.
- Gidiym diyeceksin. Gideyim deme. Öğretemedim sana şunu!
- İyi git hadi.
- Nasıl yani abi? Salıyo muyuz herifi ciddi ciddi?
- Başka çaremiz yok. Adamı burda hapsedelim desen. O da olmaz. Komik olmayacağı için.
- Yazar izin vermez diyosun.
- Evet.
- E n’apalım. Bırakalım gitsin.
- Aferin çocuklar. Aferin.
- Hadi git sağlıcakla.
- Çocuklar lahmacun da ne güzel koktu di mi?
- Verin iki lahmacun herife. Siktirsin gitsin!

7 Haziran 2006 Çarşamba

| Baykan, bir gün Baymak’ın önüne geçebileceğini hayal etmiş olsaydı yine de markasının adını Baykan koyar mıydı?

“Reklam yapmaya başlamadan önce yapılacak o kadar çoooooooook şey var ki!” başlıklı yazımda belirtiğim genel doğrular aslında Baykan Kombi için de geçerli... Ama burada bir fark var ki, bazı kusurları örtmeye yetiyor. Bir defa, Baykan’ın son günlerde izlediğimiz reklam filmi iyi... Yönetmen Koray Demir’in işi başarıyla kotardığını hemen söyleyebiliriz. Öyle ki Baykan algısının çok çok üstünde, mevcut algıyı olumlu yönde değiştirebilecek kalitede bir film çıkmış ortaya... Baykan’dan beklenmeyecek ölçüde. Bu nedenle, ayrıca bir sürpriz etkisi de yapmadı değil.

1.
Buradaki en önemli başarı, diğer kombi reklamlarına göre iletişimde farklılaşmanın yakalanabilmiş olmasıdır.
2.
Bu, markanın toplam algısında bir farklılaşma yaratılacak olsa ne gibi açılımlar getireceğini açıkça gösteriyor.
3.
Baykan, bir gün Baymak’ın önüne geçebileceğini hayal etmiş olsaydı yine de markasının adını Baykan koyar mıydı? Tabii ki pazar paylarını bilmiyorum, ama konjonktürel bir bilinirlik başarısı bile “Keşke adım Baykan olmasaydı!” dedirtmeye yeter.
4.
Bu durum, sıklıkla dikkat çektiğim marka adı seçiminin [1] [2] ne ölçüde stratejik bir karar olduğunu göstermeye sanırım yetiyor. Hadi bakalım, şimdi ayıkla pirincin taşını!
5.
Bu pirinç ayıklama işinin de stratejik bir yaklaşım gerektirdiğini biliyor muyuz?


6.
Bu reklam, Baymak, pardon Baykan için belki de beklenmedik bir biçimde bazı kilitleri açmıştır, bundan sonraki adımların daha da dikkatli, hem de çok dikkatli atılması gerekiyor. Yoksa bu reklam ”gök kubbede hoş bir sada” olarak kalmaktan başka bir işe yaramaz.
7.
Marka algısını bu ölçekte yükselten bir reklamın sahibine bu görsel kimlik, bu logo yakışıyor mu? Markayı film yukarı, logo aşagı doğru çekmiyor mu?

Sonsöz: Markanın sahibi, markasına, reklam ajansından da, yönetmenden de daha fazla sahip çıkmalıdır. Bugün yalnızca iyi bir film yapılmıştır, bu başarının her alanda ve sürekli olmasının güvencesi ise markanın sahibidir.

5 Haziran 2006 Pazartesi

| Olmayacak duaya amin demeye kalkarsak olacaklar da olmaz!

Meltem Günyüzlü’nün So-be’sinde okumuş ve değinmek üzere aklımın bir kenarına yazmıştım. PETA (People For Ethical Treatment of Animals) aktivistleri tarafından gerçekleştirilen “hayvanların insanlar tarafından yenilsin diye öldürülüp paketlenmeleri”ne karşı bir eylem... Sözde ölü insanlar, hayvan etlerinin marketlerdeki arzlarına benzer biçimde strafor tabakta streç folyoya sarılmışlar. Ambalajın üzerindeki etikette de fiyatıyla birlikte “insan eti” yazıyor. Kendimizi hayvanların yerine koymamız (antropomorfizm) isteniyor. Doğrusu zekice ve etkili.


Ama bence önce eğri oturalım, hatta şöyle kaykılalım, sonra da doğru konuşalım.

Evet, her gün evinde veya dışarıda, beyaz veya kırmızı farketmez, et yiyen bir insan, yediği etin bir canlıya ait olduğunu pek ender düşünür. Oysa, yediğimiz hiçbir et ürünü, elbette fabrikada üretilmiyor veya bir ağaçta yetişmiyor.

Şimdi söyleyeceklerimin hiçbir bilimsel değeri yok (belki de biraz vardır), bu nedenle herhangi bir kaynak da gösteremem.

Hayat çeşitli katmanlardan oluşuyor. Bu katmanların en altında cansız varlıklar (belki de canlıdırlar) yer alıyor. Onun üstünde canlı bitkiler, bitkilerin üstünde hayvanlar ve son olarak en üst katmanda da insan... Ve her hayat katmanı, hayatiyetini sürdürmek için kendi altındaki katmanlardan besleniyor.

Bitkiler topraktan, yağmurdan, havadan, güneşten beslenirken, hayvanlar âleminin otoburları hem yine bu cansız varlıklardan hem de bitkilerden besleniyor. Arslan, kaplan gibi etoburlar da ceylan, keçi gibi kendi alt katmanlarını oluşturan hayvanları tüketerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Kartallar yılanları, serçeler de böcekleri...

İnsanoğlu içinse, altındaki her üç katman da yaşamın güvencesi oluyor. İnsan, hem havayı soluyup suyu içerken hem de maruldan lahanaya, balıktan tavuğa, koyundan bizona kadar her türlü canlı cansız varlıktan hayatın devamlılığı için yararlanıyor. Bu nedenle de dünyanın hiçbir yerinde eti yenilen hayvanlar ecelleriyle ölüme terk edilmiyorlar.

Düşünelim:

1.
Hayvanlar canlıdır da, yediğimiz bitkiler değil midir?
2.
Bitkileri de yemezsek ne halt yiyeceğiz?
3.
Biz yemezsek ineğin yemesini nasıl engelleyeceğiz?
4.
“Bitki ve hayvanların üretim fazlalarını yiyebiliriz.” biçiminde bir öneri var. Yani balın, sütün, yumurtanın hayvanın ihtiyacından fazla olanını... Elma, armut zaten ağacına lazım olmaz. Ayrıca dibine düşünce de yiyebiliriz. Peki bu ölçekteki bir üretimi, her alt katman üstündeki katmanlar için sizce gerçekleştirebilir mi?
5.
Hadi bitkileri canlıdan saymayalım. Hepimiz vejetaryan olalım ve yalnızca bitkilerle beslenelim. Peki arslanı, kaplanı, ayıyı, yılanı, serçeyi nasıl vejetaryan yapacağız? Yapamayacağımıza göre, onlar kuzu pirzolaları ve balıkları götürürken biz karşılarında yalanacak mıyız?

Burada, sanırım alt katmanlardaki canlılarla insan arasındaki temel farkı görmek gerekiyor. Diğer canlıları insandan ayıran “bilinç” farklılığı nedeniyle, bitki ve hayvanda ölüm düşüncesi yoktur. Öleceğini bilmediği gibi öldüğünü de bilmez. Geçmiş ve gelecek fikri de yoktur. İnsan gibi acı çekmez. Galiba öldüğünde arkasından ağlayanı da yoktur. Zaten bu ve bunun gibi nedenlerle onlar hayvan veya bitkidirler.

Hayvanların ve bitkilerin insanlar tarafından bir gıda maddesi olarak kullanılmasını engellemenin imkanı yoktur. Böyle bir şey rasyonel de değildir. Bu ham hayalle oyalanmak doğru da değildir.

Ama insanların, diğer insanlara, hayvanlara ve bitkilere, hatta tüm cansız varlıklara merhamet ve şefkatle davranmaları mümkündür. (Buna Kurban Bayramları da dahildir.) Olmayacak duaya amin demektense, tüm dünyada şefkatin ve merhametin egemen olması için çaba göstermek, her şeyden önce de “insanın insanı yemesine” engel olmak (belki) gerçekleşebilir bir hedef olarak daima önümüzde durmalıdır.

Bana içlerinden acımasız ve vicdansız diyenler, eğer Boğaz’da balık yemeye davet edersem gelmesinler. Ne yapayım?

4 Haziran 2006 Pazar

| Unutmayın: Kanyon’un arka kısmı Gültepe’dir.

Ahmat Hakan’ın bugünkü Hürriyet’te yayınlanan “Kanyon’a hazırlık dersleri” başlıklı yazısı:

KIYASLAMAYIN: Tamam... “Kanyon” denilen bu tuhaf alışveriş merkezi, “meydan okuyan” edasıyla, insanda karşı konulmaz bir “kıyaslama” arzusu yaratıyor.

Ama uyarıyorum: “Ah şekerim! Burası Akmerkez’den kesinlikle daha elit” ya da “Yok kardeş, Akmerkez’in yerini tutmaz” tarzındaki saptamaların yarattığı “lüzumsuz gerginlik” nedeniyle, günün sonunda size kalacak olan can sıkıcı bir yorgunluktur. Yani kıyaslamayın, keyfini çıkarın.


TARAF OLMAYIN: Tamam... “Kanyon”, adamda “taraf olma” isteği uyandıran bir yer. Ancak TÜSİAD uyarısında da vurgulandığı gibi memleketimiz ne çekiyor ise cepheleşmeden çekiyor. “Laik-İslamcı” cepheleşmesinin ardından başımıza bir de “Kanyoncular-Akmerkezciler” cepheleşmesi çıkarmayın. Unutmayın: Hepimiz aynı gemideyiz! Kanyon da bizim, Akmerkez de.

KAYGILANMAYIN: Kanyon’un üstü açık koridorlarında dolaşırken, işin keyfini çıkarmak yerine, “Burası kış aylarında, yani kar-bora-fırtına çıktığında ne olacak?” diye kaygılara gark olmayın. Bırakın işin bu kısmını Eczacıbaşı ailesi düşünün. Siz “Adeta Avrupa canım” deyip alışkınmış gibi yaparak dolaşın!

SIRAYA GİRMEYİN: Bizim memleketimizde hiçbir restoranda sıraya girip yer beklenmez. Kendinizi Londra’daymış gibi hissedip, “Wagamama”nın önünde sıraya girmeyin. Unutmayın: Bir Molla Kasım çıkıp, “Ah ne özentili tipler” diyerek sizi aşağılamaya kalkabilir.

UMUTLANMAYIN: Şık ve pahalı dükkanlara bakıp, “Türkiye gelişiyor! Zenginleşiyoruz! Artık bundan sonra bizi Avrupa Birliği’ne kesin alırlar” türünden iddialı çıkarsamalar ve gereksiz geyikler yapmayın! Unutmayın: Kanyon’un arka kısmı Gültepe’dir.

KORKMAYIN: Üstü açık koridorlarda dolaşırken içinizi ürperten rüzgarla karşılaşınca sakın annenizin “Cereyanda kalma yavrum! Sonra hasta olursun” uyarısını hatırlamayın. Tamam, o rüzgar, sakınmamız gereken “cereyan”a pek bir benzemektedir. Ama unutmayın ki “Kanyon”u inşa eden mimarlar, akımın oranını “sağlık şartları”na uygun bir kıvamda tutacak kadar düşünceli insanlardır.

YABANCILAŞMAYIN: Kanyon’daki yabancı markalar, sakın sizde “Vatan elden gidiyor” duygusu yaratmasın. Teselliyi “Ben bir dünya vatandaşıyım” cümlesinde bulabilirsiniz. Bu kesmezse “Wagamama”nın “Konyalı” ile, “Starbucks”un “Saray Muhallebici” ile dengelendiğini göz önünde bulundurun. Bunlar da kesmezse alışveriş merkezinin adının, telaffuzu zor bir sözcükten alınmadığını düşünerek kendinizi teselli edin!

2 Haziran 2006 Cuma

| Masa da masaymış ha!

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu

Edip Cansever

SİZE, BİR EDİP CANSEVER ŞİİRİ OKUTMAK GELDİ İÇİMDEN... ÖYLESİNE!

1 Haziran 2006 Perşembe

| “CMK hükümleri uyarınca dahi verilmiş olan kararın usul ve yasaya aykırı olduğu kanaatine varılmış olmakla...”

Ekşi Sözlük’le ilgili erişimin engellenmesi kararını, bizzat bu kararı veren mahkemenin yeni bir kararla bozmuş olmasını çok değerli bir adım olarak görüyor ve bunun sembolik anlamını önemsiyorum.

Konuyla ilgili daha önceki yazımda kararın yasaya uygun olup olmadığı konusunda kuşkumu dile getirmiş, suç ve cezanın birbirine denkliği konusuna değinmiştim. Mahkeme eski kararını bozarken, yeni kararında her iki konuya da açıklık getirmiş:

“Önceki karar konu edilen5846 sayılı yasanın 4. maddesinde öngörülen engellemenin fikir ve sanat eseri sahiplerini korumaya yönelik olması gerektiği, oysa anılan kanunda telekomünikasyonun hangi şartlarda denetleneceği 5271 sayılı CMK’nun 135. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiş olup buna göre yüklenen suçun türü göz önüne alınarak iletişim tespiti yapılabileceği, dinlenebileceği, kayda alınabileceği ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebileceği belirtilmiş olup 3. fıkrada verilecek tetbir kararının en çok üç ay için geçerli olabileceği ve talep halinde bir defa uzatılabileceği belirtilmesi karşısında “CMK hükümleri uyarınca dahi verilmiş olan kararın usul ve yasaya aykırı olduğu kanaatine varılmış olmakla...”

OKUMA PARÇALARI:
Blogosferdeki delik kapatıldı | Arda Kutsal Blog
Hangi birine kızayım? Ekşi Sözlük, Özgürlük ve Cezalar Üzerine... | KızıYORUM