23 Ocak 2010 Cumartesi

| İki duyu organınızdan birini feda etmek durumuyla karşı karşıya kalsaydınız, gözünüzü mü verirdiniz yoksa kulağınızı mı?

Benim MediaCat Tasarım’la derdim var. Haziran 2009 tarihli MediaCat Tasarım’da yer alan ve “insanların kulaklarıyla gördüğü”nü iddia eden görüşlere karşı “Logonun otopsi raporunu yazmak için bu kadar acele etmeyelim!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Tasarım ekinin Ocak 2010 tarihli sayısında ise “insan kulaklarıyla görür” cümlesi bir miktar şekil değiştirerek “tasarımı işitmek” olmuş. MediaCat’in, adı “Tasarım” olan bu eki, görsel tasarımın anlamsızlığı ve gereksizliğini, sesin, sözün ve kulağın, görselliğin ve gözün aksine ne kadar önemli olduğunu zihinlere yerleştirmeyi kendine misyon edinmiş olmalı diye düşünmemek mümkün değil. Ayrıca bunu niye bir ses CD’siyle yapmadıklarını da anlamak zor!


İçeriğinde neyin yazı, neyin ilan olduğu ancak dikkatle “bakınca” anlaşılabilen “Tasarımı işitmek” konulu ekin ilk yazısı Hulusi Derici’ye ait. Alıntılayacağım birkaç paragraf ekin tüm tezini özetliyor: “Bu dergiyi de, size işte bunu anlatabilmek için hazırladık: ‘İnsan zihni göz üzerinden değil, kulak üzerinden kelimelerle çalışır.’ Eğer gördüğünüz görüntü kelimelere dönüşüp, kulağınıza giremiyorsa değeri sıfırdır. Hiçbir işe yaramaz. Pazarlama, pazarlama iletişimi ve reklam sektörü bu dertten fena halde muzdarip. ‘Görüntü var, ses yok!’ Birçok ilan, birçok TV filmi güzel görüntüler peşine takılmış gidiyor. O görüntüler, bakanın kulağında kelimelere dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” (...) “İnsan zihni kulak üzerinden, kelimelerle çalışır. Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak. Gördüğünüz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, kulağınıza bir şeyler fısıldıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.”

Öncelikle “Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak.” iddiasını irdeleyelim. Bu iddianın herhangi bir bilimsel değeri yok, fakat yine de mesleki bir anlama ve anlamlandırma çabasıdır, saygı duyarım. Deniyor ki “Aşık Veysel… Bir kör… Hayatı, seslerle, kelimelerle kulak üzerinden görmüş. Evet, Aşık Veysel kördü ama görüyordu. Aynen Ray Charles gibi, Metin Şentürk gibi… Ama gözleri görmesine rağmen, kör olan o kadar çok insan tanıdım ki… Bilirsiniz, sağır olan aynı zamanda dilsizdir de. Duyamadığı için konuşamaz da. Ama kör olan sadece kördür. Duyar, dolayısıyla konuşur. Dokunur, tadar ve kendini ifade eder. Hayatı anlar ve anlatabilir. Sadece kördür ama görür. Kelimelerle görür.”

Peki, ben de cümleye şöyle bir takla attırayım, bakalım ne oluyor? “Ludvig Van Beethoven… Bir sağır… Evet, Beethoven sağırdı, ama duyuyordu. Aynen Evelyn Glennie gibi, Chris Buck gibi… Ama kulakları duymasına rağmen sağır olan o kadar çok insan tanıdım ki… Bilirsiniz, kör olan aynı zamanda yazamaz da. Göremediği için yazamaz da. Ama sağır olan sadece sağırdır. Görür, dolayısıyla yazar. Dokunur, tadar ve kendini ifade eder. Hayatı anlar ve yazarak anlatabilir. Sadece sağırdır ama duyar. Görüntülerle duyar.”

Eğlenceli oldu, değil mi? Vaktim olsaydı başka birçok sağır sanatçı, bilim adamı, siyasetçi veya yazarla ilgili bir araştırma yapıp uzunca bir liste hazırlayabilirdim ve daha da eğlenceli olurdu?

Her bir duyu organımız, aslında zihnimize açılan farklı kapılardır. Farklı yollardan, farklı yöntemlerle girdi sağlayan kapılar... Yani dördü biri için çalışmaz, hepsi dış gerçekliği algılayabilmemiz için zihnimize çalışır. Birisi eksik olduğunda da diğerleri eksik olanın yerini doldurmak için çaba sarf eder. “Grafik tasarımda tek duyudan ötesine yönelmek” başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim: “Algılama, çevremizdekileri anlamamız, anlamlandırmamız ve değerlendirmemiz için gerekli bir süreçtir. İşitme, görme, tat alma, koku alma ve dokunma duyularımız ile algımız düşünmemize, anlamamıza, yorumlamamıza, anlamlandırmamıza, analiz yaparak yeni sentezlere gitmemize yardımcı olur.” (...) “Her iletişim teknolojisinin (matbaa, radyo, televizyon) insanın duyu organları arasındaki dengeyi değiştirdiğini öne süren Marshall McLuhan, basılı yazıyla dengenin görme duyusundan yana değiştiğini, elektronik teknolojileri ve özellikle televizyonun da işitme duyusunu yeniden güçlendirdiğini söyler. Hatta o, elektronik medya sayesinde insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular. Doğrusu, bu vurgu, görme ve işitme duyularına ilaveten, tat alma, koku alma ve dokunma duyularını da içermekte midir, bilmiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, en güçlü iletişim, alıcının beş duyusunun birden devreye sokulmasıyla mümkün olabilmektedir.” (...) “Görmeyene kör, işitmeyene sağır denmesine rağmen, dokunma, tat ve koku alma duyuları olmayanlara herhangi bir isim verilmemiş olması, aslında bu duyuların ya ilk ikisi kadar önemli görülmemesinden ya da bu duyulara sahip olmayanların, belki de sayıca az olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa mesela dokunma duyusunun eksikliği de tüm temel algılarımızı eksik hale getirir ve kısıtlar.”

İddiaya destek sağlamak mahiyetinde bazı testler de yer alıyor ekte... Tabii “kör” olmayıp “görebilenler” için! Bunların da pek bir önemi yok, sadece yazının sonuna doğru birinden söz edeceğim. Fakat, ekin görsel kimliğinin bir parçası olarak benimsenmiş olan Futura Extra Black’le karşılıklı iki sayfaya yayılarak yaklaşık 600 punto büyüklüğünde gözümüze gözümüze sokacak şekilde yazılmış “OKU!” başlığı altındaki görüşlere değinmeden olmaz. Deniyor ki, “Kur’an’ın ilk ayeti ‘Oku’ der, ‘Bak’ demez… Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur sadece kelimelerden oluşur, resimsizdirler. Ayrıca ne Allah’ın resmini gördük, ne de perygamberlerinin… Yine de dünyanın en başarılı ve güçlü markaları dinlerdir. Peki nasıl oluyor da, bu kadar yaygın, bu kadar güçlü ve fanatikleri milyarlara varan markalar sadece kelimeler ve seslerle oluşuyor.”

Güzel, fakat (1) “okumak” gözle yapılan bir eylem değil midir? (2) Okumak için bir yazıya ihtiyaç yok mudur? (3) Yazı önce gözle okunup sonra, o da istenirse, seslendirilmez mi? Okumak eylemini “kıraat etmek” anlamına sıkıştırmak doğru mudur? (4) Kuran’ın “oku” mesajını, müfessirlerin çoğu, aynı zamanda “zerreye ve kaniata bak, gör ve anla” şeklinde yorumlamamışlar mıdır? (5) “Oku!” ayetinin, “Allah, insana kalemle yazmayı öğretti.” şeklinde devam ettiğini de hatırlamak gerekmez mi?

Evet, Allah’ın ve peygamberinin resmini görmediğimiz doğrudur, ama bu, daha çok İslamiyet için doğrudur. Bu konuyla ilgili görüşlerimi “Putları kırmak, aslında zihinsel tasarımı özgürleştirmek demektir” başlıklı yazımda etraflıca açıklamıştım. Şimdi burada uzatmak istemiyorum, ama peygamberin resminin olmamasının, onun resmedilmediği anlamına gelmediğini söylemiş olayım. Merak edenler ilgili yazıma göz atabilirler. Sadece, M. Mustafa Çakmaklıoğlu’nun İbni Arabi’yle ilgili bir doktora tezinden kısa bir alıntı aktarayım: “Hayâl eşyanın en dar kapsamlı olanıdır, çünkü o, hissî ve mânevî şeyleri, nispetleri ve izafetleri ve hattâ Allah’ın celâlini latîf bir şekilde de olsa ancak bir sûret üzere kabul edebilir. Onun hakikati bunu gerektirir, istese de bu hakikatinin dışına çıkamaz. İşte bu şekilde, sûretlerle kayıtlı kalması sebebiyle, hayâlin kapsamı oldukça sınırlı ve dardır. Zîrâ hayâl, mânâyı maddeden soyutlayamaz. Bu sebeple de ilmi süt, bal, şarap ya da inci şeklinde; İslam’ı kubbe ve direk; Kur’an’ı yağ ve bal; dini bağ; Hakk Teâlâ’yı ise insan ve nur sûretinde görür.”

İslamiyet’in resimle ilgili yaklaşımını ayrı bir bağlamda irdelemek gerekir. Fakat İslam felsefesinin konuları arasında yer alan zuhurat, tecelliyat, suret, tasvir, tasavvur, hayal, rüya, rüyet, misal gibi kavramların “görmek” eylemiyle bağlantısına dikkat çekmekte yarar var. Mesela “Hayal olmasaydı bugün yoklukta olurduk.” diyen İbn Arabi, suretlerin hayal aracılığıyla nasıl varlık bulduğunu da şöyle açıklar: “Suretler, hem duyu gözüyle, hem de hayal gözüyle algılanır. Her iki algı biçimi de görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz, hem hayal, hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar.” İki göz arasındaki farkla ilgili tespiti ise bugünün kavramlarıyla okunduğunda bile ilginçtir: “Nur olmasaydı, göz hiçbir şeyi algılayamazdı. Allah ise, bu hayali, nur yapmıştır. Her şeyin sureti onunla algılanır ve tüm tecelliler de onunla idrak edilir. Öyleyse, hayalin nuru, sırf yokluğa da yayılır ve onu varlık olarak tasvir eder.” (Orijinal terminolojiye dokunmak istemedim, ama cümlede geçen ilk “nur”u “ışık” olarak da okuyabiliriz.) İbn Arabi’nin şu cümlesini ise algı ve imaj tartışmaları kapsamında dikkatle değerlendirmek gerekir: “Hayalin en belirgin fonksiyonu cisimsiz ve bedensiz olanı cisimleştirmek, cismani olanı ise ruhileştirmek veya inceltmektir.”

Tam buradan devam edecek olursak, evet, kelimelerin ortaya çıkardığı zihinsel tasavvurlar daha özneldir. Bu bakımdan kelimeler, özellikle soyut kavramlarda zihinsel imajları çok fazla sınırlamazlar. Ama kelimelerin de aslında zihinsel bir resim, bir imaj olduğunu unutmamak gerekir. Bazı pedagoglar, çocukların film izlemeleri ya da çizgi roman okumalarını, muhayyileyi daralttığı için çok uygun görmezler. Evet, bir roman okuduğunuzda onun resim şeridi kendi zihninizde oluşur, ama film izlediğinizde yönetmenin kurdelesini izlemek durumunda kalırsınız. Okuduğumuz bir romanın bir yönetmen tarafından sinemaya uyarlanmış formundan çoğu zaman hoşnut kalmamamız, filmin, romanla ilgili kendi imajinasyonumuzun dışında kalmasından ve sinema dilinin kimi kısıtlarından kaynaklanır. Fakat yine de o romanların filmleri yapılır. Ayrıca, görsel eserlerin, kendi çıplak görselliklerinin ötesinde ve farklı katmanlarda yeni görsellikler üretmemize engel olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu, kodlamaların soyutlama yetenekleriyle ilgili bir durumdur.

Şimdi göstergeler konusuna kısaca değinmek gerekir. Aslında konuya bu perspektiften bakmadan tartışma sonuçlanmaz. “Bir gösterge, herhangi biri için, herhangi bir açıdan ve herhangi bir ölçüde, herhangi bir şeyin yerini tutan herhangi bir şeydir.” diyen Peirce, göstergeleri üçe ayırır; benzeyen göstergeler (ikonlar), alâmet göstergeler ve anlaşmalı göstergeler... Benzeyen göstergelerde, gösterilen ile gösteren arasında bir benzerlik ilişkisi vardır. Bir harita veya bir karikatür benzeyen göstergelerdir. Alâmet göstergeler, bir olgunun başka bir olguyu çağrıştırmasından doğar. Mesela duman, ateşin alâmet göstergesidir. Anlaşmalı göstergeler ise, bir nesne, olgu veya olayı göstersin diye aramızda anlaştığımız, bu nesne, olgu ve olayla doğrudan nedenlilik bağı olmayan işaretlerdir. Anlaşmalı göstergelerin önemli özelliği, zihnin, başka taraflara kaçmadan, doğrudan kavrama yönelmesini sağlayabilmesidir. Çünkü, işaretle ilgili net bir kitlesel uzlaşım söz konusudur.

Her gösterge bizi bir kavrama yöneltir. “Benzeyen gösterge” olarak Ahmet’in vesikalık fotoğrafı bizi Ahmet kavramına (Ahmet’e değil) götürür. Bulut “alâmet göstergesi” ise yağmur kavramına... Gördüğünüz gibi her iki gösterge türü de gösterilenden izler taşır. Oysa “anlaşmalı göstergeler”de “gösteren”le “gösterilen” arasındaki ilişki nedensizdir. Yani “elma” göstereniyle “elma” gösterileni arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur; “elma”ya “elma” demek konusundaki kitlesel anlaşmaya tâbi oluruz sadece... “Elma” ses imgesini duyan herkes, kendi zihnindeki “elma” kavramını açar. Bu kavram büyük çoğunlukla kitleyle ortak, ama bir yanıyla özneldir. Ve oldukça geniştir. Benzeyen gösterge olarak bir “elma” resmi, elma kavramını şekil, renk, büyüklük vb. noktalarda sınırlar. Bu ise, bizim, muhatabımıza “elma”yı anlatırken nasıl bir hedefe sahip olduğumuzla bağlantılı bir tercihtir. Anlaşmaya tâbi olup muhatabımızın zihnindeki “elma” kavramına razı mı olalım, yoksa başka bir “elma”yı, mesela kendi elmamızı mı aktaralım?

Ekte yer alan bir testten söz edeceğimi söylemiştim. (Bu, şükür ki yazının sonuna yaklaştığımıza dair iyi bir gösterge!) “Bana ismini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” başlıklı testin sorusu şu: “Yandaki kadın ve erkek isimlerini okuyun. Sizce A grubundakiler mi daha yakışıklı ve güzeldir yoksa B grubundakiler mi?” A grubunda; Abidin, Haydar, Satılmış, Selami, Tenasüp, Memnune, Fadime, Kadriye gibi isimler, B grubunda ise Berk, Selçuk, Batu, Barış, Deniz, Burcu, Simge, Yeliz gibi isimler yer alıyor. Cevabınız ne olurdu? Tabii ki B grubundakileri yakışıklı ve güzel bulurdunuz. Peki bu neyi kanıtlar? Konuyla ilgili “Markalar ve isimler...” ve “Mehmet diye seslensem tam iki milyon üç yüz kırk altı bin dokuz yüz yirmi yedi kişi bana bakar!” başlıklı iki yazı kaleme almıştım. Bu konu kültürel kodlamalarla ve dildeki çağrışım ilkesiyle bağlantılıdır ve bunun dışında bir kanıt değeri yoktur. Hadi yine biraz eğlenelim; düşünün ki bu testi yeniden düzenledik ve “benzeyen gösterge” olarak bir âfet-i devran resminin altına “anlaşmalı gösterge” olarak Makbule, bir Adonis resminin altına da İdris yazdık. Çirkinlerin resimlerinin altlarına da Dilek ve Eren... Hâlâ Dilek’i dünya güzeli, Eren’i dünya yakışıklısı olarak görmeye ve algılamaya devam edecek olursanız, ben size bir şey diyemem! Böyle bir durumda birçoğumuz bir bahane uydurup isimleri sineye çekeriz, belki bir bölümümüz de isimlerin yanlış yerlere yazıldığını düşünürüz. Demek ki, elimizde Makbule gibi bir kelime varsa ve bu kelimenin çağrışımları dünya güzeli Makbule ile örtüşmüyorsa, kavramı düzeltmeniz için görsel bir göstergeye kaçınılmaz biçimde ihtiyacımız var demektir.

Şimdi başa dönelim ve yazıyı bitirelim. Ne diyordu MediaCat Tasarım, “İnsan zihni kulak üzerinden, kelimelerle çalışır. Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak. Gördüğünüz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, kulağınıza bir şeyler fısıldıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.” Bu, “Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Göz. Duyduğunuz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, gözünüzde bir resim canlandırıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.” demek kadar doğru, ya da en az o kadar yanlıştır.

Şaka gibi testlerle ve temelsiz argümanlarla kendi kendilerini de ikna çabası içinde olan arkadaşları yanıltan şey kelimeleri kavramlarla karıştırmaktan başka bir şey değil. Oysa kelimeler de, yani işitsel kodlar da bizi kavramlara götürür, görsel kodlar da... Hatta dokunsal, tatsal ve kokusal göstergelerin varlığı da inkar edilemez. Yani dört duyumuz kulağımıza değil, beş duyumuz zihnimize çalışır. Algılamalarımız sonucu zihnimizde canlanan şeylerin neler olduğunu ise söylememe bile gerek yok. Eğer, başta alıntıladığım “O görüntüler, bakanın kulağında kelimelere dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” cümlesi, “ O görüntüler, bakanın zihninde kavramlara dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” şeklinde olsaydı, evet, mesele kalmayacaktı. Hatta şunu demeli: Kelimeleri, duyanın zihninde muhteşem resimlere dönüştürülebilmek için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Bu arada, yazıyı yazdığım süre boyunca kafamı kemiren gıcık bir soru oldu, size de sorayım: “İki duyu organınızdan birini feda etmek durumuyla karşı karşıya kalsaydınız, gözünüzü mü verirdiniz yoksa kulağınızı mı?”

Allah göstermesin, sadece merak!

22 Ocak 2010 Cuma

| Yamulan kavramlardan tiksinme sendromu ve marka...

Belirli kavramları karşılayan bilim ve sanat alanlarıyla ilgili sözcüklere terim diyoruz. Terimler günlük ve genel dilin ortak sözcükleri değildir. Kullanımları bilim, sanat ve teknik gibi özel alanlarla sınırlıdır. Basit örnekler verecek olursak; edebiyattaki hece, ölçü, uyak, öykü, roman, şiir, masal ile matematikteki açı, rakam, kare, sayı vb. birer terimdir. Terimler dar bir kitlenin arasındaki uzlaşım sonucu üretilmişlerdir.


Bu sözcükler, ilgili kavramın karşılığı olarak çeşitli yöntemlerle üretildiği gibi, halk dilinden seçilmiş sözcüklerle de oluşturulabilirler. Yani halk dilinden ödünç alınarak da terim yapılabilir. Mesela “yetişkin erkeklerde yanak ve alt çenede çıkan kılların tümü” anlamındaki “sakal” sözcüğü, bir denizcilik terimi olarak “gemi karinasında oluşan yosun, yapışan midye vb. yabancı madde” anlamına gelmektedir. Yine terim gibi dar çevrede kullanılan bir jargon olarak da “sakal”ın ne anlama geldiğini biliyorsunuz.

Bazen de terimler halk diline geçer, hatta deyimleşirler. “Edebiyat yapmak”, “masal okumak”, “imaj yapmak” veya “marka olmak” gibi, terim adına talihsizlik denilebilecek birçok örnek saymak mümkündür. Bilim ve sanat terimleri içinden, halk diline devşirilerek terminolojik anlamı yamultulmuş yüzlerce sözcük saptanabilir. Buna anlam kayması diyoruz. Hatta öyle ki, bir terim jargonlaşarak argo sözlüğüne bile girebilir.

Halk dilini küçümsemek anlamında değil bu ayrışma, kategorik olarak farklı alanlar olduğu için bunu dikkate almak zorundayız. Orada başka bir sistem çalışır çünkü... Peyami Safa’nın dediği gibi “Konuşma dili müşterek bir dildir. İlim dili ise özeldir. İlim dili prezisyon (tutarlılık) ister; fakat halk dili bundan mahrumdur.”

Ali Saydam’ın, bir iletişim disiplini terimi, hatta daha da önemlisi psikolojiden tüm bilişsel bilimlere disiplinlerarası bir terim olan “imaj”ın halk diline düşerek “imaj yapmak”, “-mış gibi yapmak” anlamları kazanmasıyla onu terminolojiden kovmaya çalışması anlaşılır bir şey olsa bile, doğru değildir. Gündelik dilin her yamultttuğu terimden vazgeçemeyiz ki!

Ona göre “imaj yönetimi” dönemi kapanmış, “algı yönetimi” dönemi başlamıştır. Bir zamanlar kendisiyle tartıştığımız bu konuyu çok sık gündeme getirir Saydam. Sadece bir yazısındaki şu cümlesini buraya taşımakla yetineyim: “İmaj kavramının iletişimde tedavülden kalktığını, naftalin koktuğunu, ‘imajı yönetmeye’ kalkanların ve çevresinde bunu vaz’ edenlerin önce kendilerini, sonra çevrelerini kandırdıklarını söyledikçe, bu işten yıllarca ekmek yemiş olanların antipatisini topladığımı biliyorum...”

Bir bilim adamımızın, tınısı, Ali Saydam’ın bu itirazlarına çok benzeyen bazı yazılarından birkaç paragraf aktarmak istiyorum şimdi de...

“Bu ‘markalaşalım’ yaygarası son yıllarda aldı başını gidiyor. Şirketleri markalaştırma kesmedi, şimdi de şehirler markalaştırılmaya çalışılıyor. Üstelik bilen, bilmeyen herkes markalaşma konuşuyor. Hiç kuşkum yok, kahvehanelerde bile pişti arasında markalaşma konusu tartışılıyordur. ‘Abi, Türkiye’yi markalaştırmaktan başka çare yok.’ Markalaşma konusu bir zamanların şu ulusal ortak çözüm sloganına dönüştü: ‘Sallandıracaksın Taksim’in orta yerinde üç adam, bak memleket meseleleri o zaman nasıl çözülür.’ Ama yılların tecrübesi bizleri, idam cezasını kaldırma akıllılığına ve sağduyusuna yöneltti. Benim için ‘markalaşalım’ söylemiyle ‘Taksim’ söylemi arasında pek fazla bir fark yok. İkisi de tamamen popülist, bilimsel kökeni olmayan ve toplumsal gelişimin erişmiş olduğu aşamanın seviyesini dikkate almadan ortaya atılan iddialar.”

“Benim, marka danışmanlarının kazandığı parada gözüm yok. Helali hoş olsun. Benim, markalaşma uğruna çarçur edilen paralarla, batan işlerle, kaybolan istihdamla, ülkenin geleceğiyle ilgim var. Açık ve net olarak söylüyorum: Türkiye'nin geleceği ve insanlarımızın istihdamı marka olmakla SAĞLANAMAZ. İnnovasyonla sağlanır.”

“Bunları söylediğim için çok fazla insanı kızdıracağımı biliyorum. ABD’nin 28’inci başkanı Woodrow Wilson’un dediği gibi: ‘Eğer düşman kazanmak istiyorsan, bir şeyleri değiştirmeye çalış.’ Ama ne yapayım, ben bir bilim adamıyım, doğru gördüklerimi ve doğru bildiklerimi söylemekle yükümlüyüm.”

Bu alıntıların sahibi de Prof. Dr. Arman Kırım... Geçen ay, Türkiye gazetesinde bir hafta arayla kaleme aldığı iki yazısından aldım: “Marka sizi kurtarmaz” ve “Markalaşma yaygarası ülkeye çok zarar veriyor” başlıklı yazıları... Arman Hoca’dan daha önce de benzer itirazlar duymuştuk, fakat onların, bu gazete yazılarındaki kadar keskin olmadığını hatırlıyorum.

Eğer arkasında bilmediğimiz, anlamadığımız başka bir şey yoksa, Ali Saydam gibi Arman Kırım’ın da bu tavırlarını “yamulan kavramlardan tiksinme sendromu” olarak adlandırmak zorunda hissediyorum kendimi... Çünkü başka türlü izah edemiyorum.

Öncelikle bir hakkı teslim etmem gerekir ki, hem Ali Saydam hem de Arman Kırım, değer verdiğim isimlerdir. Saydam’ın Batı’dan her gelene eyvallah etmemeye çalışan özgüvenini, Kırım’ın da bilim adamı derinliği ve soğukkanlılığını önemsiyorum. Bu sendroma yakalanmalarına neden olacak birçok gerekçe olduğunu da kabul ediyor ve anlıyorum, ama doğru bulmuyorum. Çünkü “yıkmadan yapma”nın daha verimli bir yöntem olacağını düşünüyorum.

Prof. Kırım’ı ilk tanımam, uzun yıllar önce TRT 2’deki bir açık öğretim programında hayranlıkla dinlediğim dersi sayesinde olmuştu. Dersin konusu neydi biliyor musunuz? Marka! Daha sonra birlikte aynı müşteriye, Selva’ya hizmet etme fırsatı buldum. Selva’nın markalaşma sürecinin ilk adımlarında arama konferanslarını yönetmişti.

Asıl konumuza dönersek, bir marka yaratmak, aslında bir kavram yaratmaktır. Bu köşedeki “Kavram, marka ve kitlesel uzlaşım” başlıklı ilk yazımda marka ve kavram arasındaki ilişkiyi irdelemiştim. Kavramlaştıramadığımız hiçbir girişim, hiçbir yatırım, hiçbir inovasyon işe yaramaz. Markalaştıramadığımız hiçbir inovasyonun da uzun süre tek sahibi olarak kalmamız zordur. Bir iş modelinin sadece B2B kanallarda veya çok dar segmentlerde kavramlaşması onun marka olmadığı anlamına gelmez. Her markanın kendince bir kitlesi ve kendince bir markalama yöntemi vardır. Belli ki Arman Hoca, kimi durumlarda gerçekten de bir yaygaraya dönüşen markalaşma muhabbetleri ile kendi arasına bir mesafe koyma derdinde... Bu çözüm mü? Bence değil. Tam tersine “at kurtul” demeden üstüne gitmek gerekir. Altı boş markalama çabaları elbette her türlü eleştiriyi hak eder. Fakat markalaşmanın altı boş bir faaliyet olduğunu söylemek hem yanlış hem de büyük haksızlık olur.

Belli ki, yerim yetmediği için bu konuya devam edeceğim. Son paragrafı bir hava yolu şirketinin yönetim kurulu başkanının şu güzel sözüyle bağlayalım: “Eğer yemek tepsinizde kahve lekeleri varsa, müşteriniz motorlarınızın bakımlarının düzgün yapılmadığından da kuşku duyar.” Bir perspektiften bakıldığında, marka, hem tepsiyi hem de motoru yönetebilmektir. Yani “yenilik yapmak da, yeni sektörler geliştirmek de, yepyeni iş modelleri tasarlamak da, kısacası alışılmışın çok dışında düşünmek de” kavramın dışında değildir.

Devamı gelecek ayda...

THE BRAND AGE DERGİSİNİN OCAK 2010 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.

21 Ocak 2010 Perşembe

| Taraflı bir reklamcılık gazetesi: Gennaration

Genna MCG’nin aylık reklamcılık gazetesi Gennaration, Ocak 2010 itibariyle yayın hayatına başladı. İş ve iletişim dünyasına dağıtılan Gennaration, her ayın ilk haftasında ilgili adreslere ulaşmış ve web sitesinde paylaşılmış olacak. Pazarlama iletişimi teori ve pratiğinin işlendiği, çeşitli sektör haberlerinin yer aldığı, Genna MCG ekibi yanında değerli konuk yazarların da bulunduğu Gennaration’da her ay sektör uzmanlarıyla yapılmış söyleşileri de okuyabileceksiniz.


İlk sayıda Bilgi Üniversite MBA Proramları Öğretim Görevlisi ve THY E-Ticaret Müdürü Yüce Zerey’le yapılmış bir söyleşi yer alıyor: “Hava puslu, büyük dönüşümün eşiğindeyiz!” Bu sayının kapak konusunda geleneksel ve yeni mecraların durumu inceleniyor: “Mecrasını şaşıran reklamcı...”

Her ay bir kitabın tanıtılacağı Gennaration’da bu sayının kitabı Concepting... “Akademik” kategorisinin konusu ise “Yoksulluk ve reklam alam algısı”...

Bu ayın yazarları; A. Selim Tuncer, A. Uğur Alparslan, Cahit Akın, Hasan Ayla, Özgür Uçkan ve M. Sedef Tenim... Yeni sayılarda yeni konuk yazarların da yer alacağı belirtiliyor.

Gennaration’un bloğunda ise her ayın gazetesi okunabiliceği gibi, gazetinin PDF formatı da indirilebilecek. Blog yeni güncellemelerle aylık gazeteden bağımsız olarak da işlevini sürdürecek.

Sitede “Biz kimiz?” başlığı altında şu bilgiler yer alıyor: “Gennaration, Genna MCG reklam ajansı tarafından yayımlanan aylık reklamcılık gazetesinin ve ona eşlik eden web sitesinin ortak adıdır. Başlıca amacı, reklamcılık teori ve pratiğini işlemek, dünyadan ve Türkiye’den reklam haberleri vermektir. Genna MCG müşterilerinin, çözüm ortaklarının ve dostlarının çalışmalarına da yer verilen Gennaration’da, değerli konuk yazarların yanı sıra, ajans ekibinden yazarların da okunmaya değer yazıları bulunur. Dışarıdan reklam al(a)mayan Gennaration, bir yanıyla tamamen tarafsız, bir yanıyla ise taraflıdır. Gennaration, “Web sitesi varken geleneksel gazeteye ne gerek var?” diye soranlara şimdilik koleksiyon değerine vurgu yaparak cevap verir. Eğer basılı gazete ölmezse vereceği başka cevaplar da olabileceğinin farkındadır. Keyifle okumanız dileğiyle…”

Gennaration’un sosyal mecralardaki adresleri: FriendFeed, Facebook, Twitter.

16 Ocak 2010 Cumartesi

| “Gül”e “bitki” demek ne büyük fakirliktir!

Bir dilin zenginliği sözcük zenginliği üzerinden değerlendirilir, sözcüklerinin anlam zenginliği üzerinden değil! Yani bir dil, nesne, olay ve olguları ne kadar alt farklılıklarına göre isimlendirdiyse, o kadar zengindir.


“Canlı” sözcüğü, kavram olarak “insan”, “hayvan” ve “bitki”yi içerir. “Bitki” sözcüğü ise, “sebze” ve “meyve”yi... “Meyve” de “elma”, “incir”, “armut”, “erik” gibi meyveleri... Bu dizilimde anlamı en zengin sözcük “canlı”, en fakir sözcük ise mesela “armut” veya “erik”tir. Daha daha fakir sözcüklere de inebiliriz, ama burada kalalım.

Birkaç yüz sözcükten ibaret olan bir yerli dilinin her sözcüğü anlam bakımından çok zengindir. Ama dilin kendisi fakirdir. Mesela sarı, kırmızı, turuncu, yavruağzı, kavuniçi gibi renkleri de; mavi, yeşil, turkuvaz, camgöbeği gibi renkleri de sadece birer sözcükle ifade eden yerli dili, bir sözcüğün içine çok renk sokuşturabilir. Böylece sözcüğün anlamı zenginleşirerek daha geniş bir gerçekliği yansıtmış olur. Oysa zengin bir dil, hem geniş gerçeklikleri yansıtan sözcüklere hem de dar gerçeklikleri yansıtan çok sayıda sözcüğe sahiptir.

Anlamı fakir ve dar sözcükler, ifade yeteneği bakımından, anlamı zengin ve geniş sözcüklerden kavramsal olarak daha güçlüdürler.

“Gül”e “bitki” demek ne büyük fakirliktir! “Serçe”ye “hayvan”, “su”ya “varlık” demek de...

14 Ocak 2010 Perşembe

| Mükemmel bir tasarım için yaratıcılık kadar ustalık da gereklidir

Milliyet gazetesinin 2002 yılından beri Türkiye temsilcisi olduğu Eurobest’te bu yıl ilk kez “zanaat” başlığı altında yeni bir ödül kategorisi oluşturuldu. Festival süresince Amsterdam’da bulunan Fatoş Karahasan, 1 Aralık 2009 tarihli Milliyet gazetesinde izlenimlerini aktarırken konuyla ilgili şunları yazıyordu: “Teknolojiyi bırak, ustalığa bak! Eurobest’te bu yıl ilk kez “craft” (zanaat, ustalık) kategorisinde ödül verildi. Bir başka deyişle yaratıcı fikre değil, reklam eserinin ne kadar özenli ve kaliteli üretildiğine bakıldı. ‘Tek gücümüz yaratıcı fikirlerimizdir’ diyen reklam dünyasının, işin zarfına bakmaya başlaması çok önemli bir değişime işaret ediyor.”


Ayrıca, yaptıkları kampanyalarla kısa sürede dünyanın sayılı reklamcıları arasına giren iki genç yetenek Tony Hogqvist ve Ted Persson’ın sunumlarından da bazı önemli vurguları aktardı Karahasan... Bu vurgulardan birini “Aşırı teknolojik olmaktan kaçının: Bilgisayarlar sayesinde yaratım süreci kolaylaştı. Ancak havalı olmak adına aşırı karmaşık programlar yaratılıyor. Abartmayın. Elinizdeki tüm teknolojiyle yapabileceğiniz her şeyi yapmak zorunda değilsiniz. Yalın ve seçici olun.” şeklinde verirken, bir diğer noktayı da “Süreci bir bütün olarak ele alın: Yaratıcılık parçaları birlikte doğru yönetebilmektir. Fikirler herkesten gelebilir. İnsanlara kulak verin. Reklamcı olarak işiniz, yaratıcı fikirleri değerlendirmek, onları güzel paketlemek ve ustalıkla sunabilmektir.” şeklinde özetledi.

Öncelikle, yukarıdaki alıntılarda sık sık “yaratıcılık” kavramı geçtiği için, zaman zaman birbirine karıştırılan iki farklı kavramla, yaratıcılık ve tasarımla ilgili görüşümü aktarmak isterim. Bana göre yaratıcılık, tasarımın önemli bir malzemesidir. Yaratıcı ve tasarımcı ayrı kişiler de olsa, aynı kişi de olsa bu böyledir. Yaratımın tanımında onun paradigmalardan bağımsız (non-paradigm) olduğu belirtilir. Oysa bir paradigmaya sahip değilseniz tasarım yapamazsınız. Tasarım, paradigmalardan bağımsız yaratımı bir paradigmanın içine dahil eder. Yaratım, tasarımcının elinde, tasarımın içeriğinde anlam kazanır. Şimdi şunu da ekleyebiliriz: Mükemmel bir tasarım için yaratıcılık kadar ustalık da gereklidir.


Peki, acaba Eurobest’i böyle bir ödül kategorisi oluşturmaya zorlayan etmen ne olabilir? Zanaat Kategorisi Başkanı Olivier Altmann’ın, “Psyop’un çarpıcı animasyonu olmadan Coca Cola’nın ‘Mutluluk Fabrikası’ neye benzerdi?” türünden örneklerden kısa bir açıklaması varsa da, bu, arkaplan düşüncesini pek açık etmiyor bana kalsa... Ayrıca ben, konuya grafik tasarım perspektifinden bakmak niyetindeyim zaten.

Daha önce de yazmıştım; grafik tasarım, 1980’lerden sonra masaüstü yayıncılık araçlarının gelişmesiyle birlikte yaşanan kitleselleşmenin sonucu olarak ilk darbeyi yemişti. Bir süre sonra bunun bir uzmanlık/ustalık işi olduğu, araçlara sahip olmanın yetkinlik için yeterli olmadığı tam anlaşılmak üzereyken, gündemimize İnternet düşüverdi. Bilgisayar temelli oldukları için neredeyse eşzamanlı olarak art arda yaşanan her iki gelişmenin de grafik tasarımın kapsamı içinde olmadığını söyleyemeyiz. Hemen burada uzmanların ve ustaların çok kötü bir huylarından söz etmek gerekir; bu gelişmelere kayıtsız kaldıkları gibi bir de önyargılı ve olumsuz baktıkları için meydanı daha çok “cahil cesareti” olanlara bırakıverdiler. Böylece kendi birikimlerini tevarüs ettirmede biraz geç kaldılar. Tabii her şeye rağmen bu, sektörler içinde yaşanan kapalı devre bir gelişmeydi. Şimdiki farklı...

Şimdi, İnternet’in kitleselleşmesi, daha doğru bir ifadeyle belli imkanları olan herkesin kolayca sahip olabileceği bir araca dönüşmesi bambaşka bir durumdur. Bu gelişmeye hiçbir şey adına hiç kimse itiraz edemez, etse de bir anlam taşımaz. Yine hiç kimse bu kadar insanın grafik tasarım uzmanı olmasını bekleyemeyeceği gibi, onların bir uzmandan yardım almasını da isteyemez.

İşte ortaya çıkan tüm acemilikler ve kirlilikler henüz doğallaşmamış bir aracın primitif örneklerini oluşturuyorlar. Bu alandaki uzman desteği belki ‘template’lerden öteye de taşınabilir, ama daha fazlasını zamana bırakmak zorundayız. Bu durum, ele geçen ve henüz içselleştiremediğimiz imkanların bolluğundan kaynaklı bir “kasap ve yağ” ilişkisi kapsamında değerlendirilebilecek afallamalardan ibarettir. Ortaya çıkan ürünler ise rezalettir, bunları doğallık falan gibi gerekçeler adına onaylamak mümkün değildir.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli farklardan biri “güzelleştirme” iradesine sahip olmasıdır. Yine onu bir kelebekten ayıran, aynı zamanda elinde infilak gücü yüksek “çirkinleştirme” bombaları bulundurmasıdır. Eğer niyetimiz kalıcı değerler yaratmaksa tutunacağımız dal “güzellik”tir. “Çirkinlik” de geçici parlamalar sağlayabilir, hatta bunu daha da gürültülü bir şekilde yapabilir, ama bir gün elimizde patlaması kaçınılmazdır.

Yaratım ve tasarım zaman zaman birbirine karıştırıldığı gibi sanat ile zanaat ve sanat ile tasarımın karıştırıldığı da olur. Şöyle diyebiliriz: Zanaatsiz sanat olmaz, ama sanatsız zanaat olur! Yani her sanatkâr aynı zamanda zanaatkâr olmak zorundadır, ama her zanaatkâr sanatkâr değildir.

Rus heykel sanatçısı Ernst Neizvestny, “Bir küre yapmak üzere taş yontan iki heykeltıraştan biri diyelim ki mükemmel bir küre formu ortaya çıkarmak istiyor ve yaptığı işi bir taş kütlesinin yalnızca bir küreye dönüştürülmesi olarak görüyor. Diğeri de bir taş yontuyor, fakat yalnızca patlama noktasına gelmiş bir iç gerilimin bir küre formunda ifade edilişini iletmek istiyor. Birincisi zanaatkârın işidir, ikincisi ise sanatkârın.” diyerek farkı çok güzel bir biçimde ortaya koymuştur.

Her sanat dalının temelinde bir zanaat vardır. Bu bakımdan zanaatla sanat arasında bir ilişki olduğunu söylemek durumundayız. Ancak her zanaat dalının mutlaka bir sanat dalıyla ilişkisi olmaz. Mesela terzilik bir zanaattir, ancak bu zanaat üzerinden sanat ihdas etmek mümkün değildir.

Teknik bilgi, el becerisi, yetenek, hüner ve ustalık, zanaatkârın, yani düğün fotoğrafçısı Hilmi Abi’nin vasıfları arasında da yer alır. Oysa sanatkâr için, yani fotoğraf sanatçısı için bunların üstüne koyması gereken başka vasıflar vardır. O vasıflar her neyse!

Her sanatçı kullandığı enstrümanlar doğrultusunda bir zanaat bilgisine sahiptir. Fotoğraf sanatçısı da ışık, perspektif, renk, kadraj gibi birçok teknik bilgiyi iki türlü amaç için kullanabilir: Sanat ve zanaat olarak... Mesela bir reklam fotoğrafına sanat diyebilir miyiz? Hayır. Reklam fotoğrafı çekmek vesikalık çekmekle aynı şeydir diyebilir miyiz? Ona da hayır. Reklam fotoğrafı çekmek onu tasarlamadan mümkün müdür? Üçüncü hayır. Peki, fotoğrafçı karesini tasarlarken yaratıcılığını sürece dahil eder mi? Şimdi evet.

Öyleyse şunu diyebiliriz: Sinemadan edebiyata, resimden heykele, grafik tasarımdan müziğe, her sanat disiplininin bir zanaat altyapısı vardır ve sanatçı, sanatını bu altyapı üstüne inşa eder. Bunlardan “patlama noktasına gelmiş bir iç gerilimin ifade edilişi” de ortaya çıkabilir, pratik amaçlara yönelik ürünler de... Reklam veya grafik tasarım da pratik amaçlara yönelik ürünler olduğuna göre...

Zanaat ve sanat... Ben buna bir de üçüncüsünü eklemiştim: Sanatkârâne zanaat. Yani özü ve işlevi itibariyle zanaat, ama sanatkârâne... Sanatmışçasına...


Şimdi yeniden grafik tasarım ve zanaat konusuna dönecek olursak, bugün bilgisayar teknolojilerini çok iyi bildiği için grafik tasarım işine zıplamış olanların kaçta kaçı espas bilgisine sahiptir dersiniz? Ya da oran, perspektif, uzam, ışık, gölge, renk, leke, derinlik bilgilerine... Hatta Grafik Tasarım dergisinin Kasım 2006 tarihli ikinci sayısında Yrd. Doç. Dr. Seval Dülgeroğlu Yavuz’un “Sosyal, Kültürel ve Psikolojik Açılardan Grafik Tasarım ve Tüketim Süreçleri” başlıklı yazısıyla konuyu biraz daha ileri götürebiliriz de: “Grafik tasarımın sanatsal ögeler içeren, özünde bilgi iletme, iletişim ve öğreti olan bir aktivite olduğu yönündedir. Eğer grafik tasarım, düşüncelerin görselleştirilmesiyse ve insanlarla iletişim amacı güdüyorsa, grafik tasarım aktivitesinin içinde algı (psikoloji), sosyal ve kültürel olguların çok önemli bir yer tuttuğu yadsınamaz bir gerçekliktir. İçinde yoğrulduğu sosyo-kültürel ortamdan beslenen grafik tasarımcı, yarattığı bir grafik üründe bir düşünceyi anlatmak için, izleyici kitlesiyle ortak bir görsel dil oluşturmalıdır ki görsel olarak ifade ettiği düşünceler, iletişim süreci tamamlandığında, yani grafik ürün izleyici ile buluştuğunda mesaj yerini bulsun ve anlam tamamlanabilsin.”

Bilgisayar yazılımlarına hakim olmak ve bu konuda bir ustalık kazanmak, grafik tasarım işine zıplamak için yeterli değildir; grafik tasarımın da ustası olmak, grafik tasarım zanaatini öğrenmek gerekir. E, bu da tek başına görgüyle ya da bilgisayar yazılımlarının dolaylı yönlendirmesiyle gerçekleşecek bir şey değildir. Sonuçta bilgisayar bizim beynimizin ve elimizin bir uzantısıdır, biz onun uzantısı değiliz. Nitekim, onun uzantısı olmayı kabul etmek, ustaları bile ruhsuz, duygusuz işler üretmeye yönlendirir ki, işte tam bu noktada Eruobest’in zanaat kategorisinde ödül vermesi daha anlamlı bir hal alır.

Alice Twemlow’un “Grafik Tasarım Ne İçindir?” adlı kitabının “Zanaat ve Karmaşıklık” bölümü şu cümleyle başlar: “Tasarıma yakından, yerel pazar seviyesinden bakma eğilimi yeniden gündeme geldi. Bu yerel seviyede, grafik tasarımcının zanaatının dokuları ve izleri görünür olmaya başlıyor ve yaygınlaşmış yazılımların kısıtlı olanaklarıyla üretilmiş işlerin aynılığından yabancılaşmış pek çok tasarımcı, el emeği ile bir şey üretme sürecinin hem fiziksel olarak tatmin edici hem de anlam aramak için zengin bir iş olduğunu keşfediyor.”

Haydi ustalar, ödüller sizi bekliyor.

BU YAZI GRAFİK TASARIM DERGİSİNİN ARALIK 2009 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR. YUKARIDAKİ GÖRSELLER EUROBEST 2009’DA ZANAAT ÖDÜLÜ ALAN BASILI İŞLERDEN SEÇİLMİŞTİR.

6 Ocak 2010 Çarşamba

| Nesneleşen kadınlar, muma dönen erkekler!..

“Otomobil reklamlarında boy gösteren mankenlerin neye yaradığını hiç düşündünüz mü? Reklamcının umudu, bunların olumlu özelliklerini otomobillere bulaştırabilmektir. Reklamcı, ürünlere, onunla ilgili mankenlere karşı tepkimizin aynısını göstereceğimize emindir. Doğru düşünüyorlar. Bir araştırmada, baştan çıkartıcı genç bir kadın mankenin yer aldığı yeni bir otomobili tanıtan bir reklamı gören erkek deneklerin, mankenin yer almadığı aynı reklamın gösterildiği deneklerle karşılaştırıldıklarında, arabayı daha hızlı, daha çekici, daha pahalı görünümlü ve daha iyi tasarlanmış buldukları saptanmıştı. Ancak, daha sonra sorulduğunda, genç kadının varlığının değerlendirmelerini etkilemiş olduğunu kabul etmediler. Çağrışım prensibi böylesine mükemmel ve fark ettirmeden etkili olabildiğinden, üreticiler mallarını hiç şaşmadan güncel kültür fırtınalarıyla ilişkilendirmektedirler.”


“Sarışın aptal kızlar ve ortak çağrışımlar analizi” başlıklı yazımda, Arizona Devlet Üniversitesi profesörlerinden sosyal psikolog Robert B. Cialdini’nin İknanın Psikolojisi isimli kitabından yaptığım yukarıdaki alıntıya şu soruyu eklemiştim: “Sarışın aptallar diyerek kafa bulduğunuz kızların fark etmeden bizi nasıl muma çevirdiklerini gördünüz mü ey erkek milleti? Onlar sarışın aptalsa biz ne oluyoruz bu arada?”

Kadın bedeni, erkek bakışı için plastik bir figürdür, hem aşırı örtünmenin hem de aşırı açılıp saçılmanın temel dinamiği budur. “Kadının metalaşması” denilen ve kimi dini ve feminist akımların şiddetle karşı çıktığı olgu, kadının erkek bakışına mahkum edilmesi ve bu tacizkar bakışın sağladığı hazza peşpeş çekilmesidir. Yani itiraz noktası, özne olan erkek bakışı karşısında kadın bedeninin nesneleşmesidir.

Nitekim “bakış”ı “panoptik” kavramıyla inceleyen Michel Foucault, bunu, dinlerdeki tanrı bakışı gibi, görülmeden gören egemen gücün, yani iktidarın bakışı olarak tanımlar. Ona göre de özne, bakışın sahibi olandır ve baktığını nesneye çevirir.

Peki, bu durumda, Cialdini’nin örneğindeki sarışın kızlar karşısında muma dönen erkeklerin durumun nasıl izah edeceğiz? Burada da nesneleşenin erkek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat, sarışın kızların özne olmadığı da muhakkak... Demek ki hem erkeği hem de kadını nesneleştiren başka bir özneden söz etmek mümkündür.

Lacan ise, bakanı nesne, bakışı üstüne alan ve kabul edeni özne olarak görür. Yani Foucault’nun görüşünün aksine, ona göre, erkek nesne, bakışı sahiplenen kadın ise öznedir.

Hadi bakalım, çıkın işin içinden! Ben şöyle çıktım: Erkeğin ve kadının özne ve nesne olma durumları değişkenlik gösterebiliyor; kimi zaman biri, kimi zaman diğeri nesneleşebiliyor veya özne konumunda olabiliyor. Her ikisinin nesneleştiği de… Hatta, her ikisi de aynı anda ve karşılıklı olarak hem nesne hem özne olabiliyor diye düşünüyorum.

Şundan çok eminim ki, bu yazının öznesi benim! Yoksa, yazarın nesneleştiği, yazının özneleştiği durumlar da olabilir mi?..

Neyse!