23 Aralık 2008 Salı

| Grafik tasarımda tek duyudan ötesine yönelmek

Grafik tasarımın, görsel olarak algılanan şeylerle, yani görüntülerle ilgili bir kavram olduğunu biliyoruz. Algılama ise, beş duyu üzerinden elde edilen bilgilerin zihnimizde şekillenmesi ve görünüm kazanmasıdır.


Algılama, çevremizdekileri anlamamız, anlamlandırmamız ve değerlendirmemiz için gerekli bir süreçtir. İşitme, görme, tat alma, koku alma ve dokunma duyularımız ile algımız düşünmemize, anlamamıza, yorumlamamıza, anlamlandırmamıza, analiz yaparak yeni sentezlere gitmemize yardımcı olur. Her bir duyu organımız, aslında zihnimize açılan farklı kapılardır. Farklı yollardan, farklı yöntemlerle girdi sağlayan kapılar...

Bir grafik tasarım ürününün zihinlere giriş kapısı da temel olarak gözdür. Belki ilk bakışka, ürünün, üzerinde yer aldığı materyal ya da kağıt cinsi ile dokunma duygumuz arasında da yakın bir ilişki kurulabilir. Ancak, grafik tasarım ürününün işitme, tat ve koku alma duyularımızla doğrudan ilişkisini kurgulamak pek kolay değildir. Bu durum, grafik tasarımı, zihinlere nüfuz edebilmek için esas olarak tek kapıyla, yani gözle sınırlandırmaktadır. Mesela görme engellilere grafik tasarım üzerinden bir mesaj iletebilmek mümkün değildir, çünkü onları ürüne maruz bırakmak fizik kuralları çerçevesinde imkansızdır.

Marshall McLuhan, duyuların dört ana bölüme ayrıldığını, tat alma duyusunun koku almanın bir türevi olduğunu ve tüm iletişim teknolojisinin duyuların uzantısı olarak ortaya çıktığını öne sürer. Yine McLuhan’a göre yazının bulunuşuyla insanoğlunun ilkel döneminde egemen olan işitme duyusu yerini yavaş yavaş gözün egemen olduğu bir iletişime bırakmıştır. Ona göre, iletişimde egemen olan duyunun değişmesi ile birlikte çok şey değişmiştir. McLuhan, “Gutenberg Galaksisi” adlı kitabında konuşmaya ve işitmeye dayalı sesli iletişimin, yerini okumaya ve resimleri seyretmeye dayalı görsel iletişime terketmesini, yani işitsellikten görselliğe geçişi anlatmaktadır.

Her iletişim teknolojisinin (matbaa, radyo, televizyon) insanın duyu organları arasındaki dengeyi değiştirdiğini öne süren Marshall McLuhan, basılı yazıyla dengenin görme duyusundan yana değiştiğini, elektronik teknolojileri ve özellikle televizyonun da işitme duyusunu yeniden güçlendirdiğini söyler. Hatta o, elektronik medya sayesinde insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular. Doğrusu, bu vurgu, görme ve işitme duyularına ilaveten, tat alma, koku alma ve dokunma duyularını da içermekte midir, bilmiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, en güçlü iletişim, alıcının beş duyusunun birden devreye sokulmasıyla mümkün olabilmektedir.

Görmeyene kör, işitmeyene sağır denmesine rağmen, dokunma, tat ve koku alma duyuları olmayanlara herhangi bir isim verilmemiş olması, aslında bu duyuların ya ilk ikisi kadar önemli görülmemesinden ya da bu duyulara sahip olmayanların, belki de sayıca az olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa mesela dokunma duyusunun eksikliği tüm temel algılarımızı eksik hale getirir ve kısıtlar.


Martin Lindstrom, “Duyular ve Marka” (Çeviren: Ümit Şensoy, Optimist Yayınları, 2007) adlı kitabının “Markalandırmada İki Boyuttan İlerisine Yönelmek” başlıklı bölümünde, pazarlamacıların göz ve kulak dışındaki duyu organlarına hitap etme konusundaki zaaflarına değinir: “Pazarlamacıların dünyası büyük ölçüde iki boyutludur, beş duyunun tümüne birden hitap ettikleri daha geniş bir evrene arada bir tesadüfen gitmeleri dışında. Giderek artan sayıda tüketici tam bir duyusal yaklaşım benimseme yönünde çok boyutlu bir istek gösteriyor. Görüntü, ses, koku ve dokunma içeren dört boyutlu simülasyon oyunlarına dünyanın dört bir yanında temalı parklarda ve video pasajlarında sürekli rastlanmaktadır. Dünyanın hemen bütün büyük kentlerinde kokulu sabun, mum, tütsü, koku sepetçikleri ve aromatik yağ yapımında uzmanlaşmış birçok yeni dükkanın kapısından dışarıya tatlı aromalar ve baş döndürücü kokular yayılmaktadır. Huzur verici ve rahatlatıcı bir ortam yaratmayı amaçlayan aromaterapinin çeşitli dalları yaygınlık kazanmıştır.”

“Beş Duyuyla Güçlü Markalar Yaratmak” alt başlığına da sahip olan bu kitapta Millward Brown’ın duyuların önem dereceleriyle ilgili bir araştırması da yer alıyor. Bu araştırmaya göre; görme %58, koklama %45, ses %41, tatma %31, dokunma %25 oranında önem taşıyor.

Lindstrom’ın iddiasına göre beş duyuyu kapsamayan hiçbir iletişim faaliyetinin tam ve mükemmel olması mümkün değildir. Bu nedenle, muhatabını sadece gözünden ve kulağından yakalayan ve mesajlarını zihinlere bu kapılardan sokmaya çalışan iletişim programları eksik kalmaktadır. Ürünler temelinde baktığımızda grafik tasarım göz, müzik kulak, sinema ise göz ve kulak üzerinden iletilmektedir. Mecralar temelinde baktığımızda ise kitap, dergi, gazete göz; radyo, kulak; sinema ve televizyon da göz ve kulak kapılarını kullanmaktadır.

Birkaç yıl önce, kişisel bilgisayarların istenen kokuyu yayacakları bir teknoloji geliştirildiğini okumuştum, sonu ne oldu bilmiyorum. Belki bir gün televizyon ekranlarından salonlarımıza kokular yayıldığını da görürüz. Kimi parfüm ilanlarının kenarlarına kokulu bantlar yerleştirildiği de oluyor. Bu teknolojilerin ses gibi havayla taşınan ve yayılan kokuları bir şekilde burnumuza ulaştırmaları zaman içinde daha da gelişebilir. Ancak dokunma ve tat alma duyularımıza seslenmek, ancak objenin kendisiyle temas etmekle mümkün olacağı için, uzaktan iletişimin ışınlanma teknolojisini kullanması gerekecek!

Şurası bir gerçek ki, görsel ve işitsel mesajları ileten teknolojiler işimizi çok kolaylaştırmaktadır. Oysa koku alma, tat alma ve dokunma duyularımızın tatmini neredeyse aracısız gerçekleştirilmek zorundadır. Peki, iletişimde mükemmeliği yakalayabilmemiz için, muhatabımızın ağzına ve burnuna illa ki bir şeyler sokmamız mı gerekecek?

Duyuların zihne açılan kapılar olduğunu söylemiştim ya, bu, tüm algılarımızın aslında beyinde işlendiği anlamına gelmektedir. Yani duyularımız, bilgileri içeriye alan araçlardır. Ama araç olmaları önemlerini asla azaltmaz. Duyulara ihtiyacımız hayati derecede önemlidir. Hatta öyle ki, duyularımızın birine bir zarar gelse diğerleri onun işini hemen paylaşmaya başlar. Yani kapılardan biri kapandığında, diğer dört kapı biraz daha fazla çaba göstererek bilgileri içeriye almaya çalışır ve beynimize işlem yapacak kadar malzemeyi ulaştırır. Mesela beş duyusu da sağlıklı çalışmayan otistik çocukların dünyayı ağızlarıyla algılamaya çalışmaları, ağzın, beş duyunun işlevini birden üstlenmesi olarak değerlendirilmektedir.

Bu durum, duyu eksikliklerinin hiç önemli olmadığı anlamına gelmiyor, sadece, kapalı kapılara rağmen, diğer açık kapılardan daha fazla girdi sağlanması yoluyla beynin bütünsel algıya ulaşabildiğine işaret ediyor. Yani göz kapısından giren bilgi, beyindeki ses veya koku odacığına, kulak kapısından giren bilgi, beyindeki dokunma veya koku alma odacağına yerleşebiliyor.

O halde, Martin Lindstrom’ın tezini şimdi tartışmaya açabiliriz. Bence Lindstrom, beş duyuya seslenmenin önemi konusunda son derece haklı olsa da, iddia ettiği gibi pazarlama dünyasının büyük ölçüde iki boyutlu olduğu, yani sadece ses ve görüntüye dayandığı doğru değildir. Evet, pazarlama dünyasının, algı sisteminin bu iki büyük kapısını kullandığı doğrudur, ancak bu kapılardan soktukları bilgileri beyindeki tat, koku ve dokunma odacıklarına gönderemediklerini söylemek yanlış olur.

Bir grafik tasarım ürününün zihinlere giriş kapısının da temel olarak göz olduğunu yazının en başında söylemiştik. Göz, algı sisteminin en hızlı giriş yapılan en büyük kapısıdır. Grafik tasarım ürününün taşıdığı mesajların, bu büyük kapıdan, yani gözden girdikten sonra beynin göz odacağı dışında diğer hangi odacıklarına yayıldığı, grafik tasarımcının başarısına bağlıdır. Grafik tasarımcı, iki boyutlu yüzeyde derinlikler yaratmanın tekniklerini nasıl biliyorsa, görme duyusu üzerinden algı sisteminin işitme, tat ve koku alma, dokunma bölgelerine nasıl ulaşağını da bilmeli, en azından bunun yöntemini aramalıdır.

Tamam, görmeyene bir şey yapamayız, çünkü grafik tasarımın giriş kapısı gözdür, bu nedenle de görme duyusuyla sınırlıdır. Ancak girdiler, gözlerde optik bir veri olarak kalmaya da asla mahkum değildir.

GRAFİK TASARIM’IN KASIM 2008 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.