23 Ocak 2010 Cumartesi

| İki duyu organınızdan birini feda etmek durumuyla karşı karşıya kalsaydınız, gözünüzü mü verirdiniz yoksa kulağınızı mı?

Benim MediaCat Tasarım’la derdim var. Haziran 2009 tarihli MediaCat Tasarım’da yer alan ve “insanların kulaklarıyla gördüğü”nü iddia eden görüşlere karşı “Logonun otopsi raporunu yazmak için bu kadar acele etmeyelim!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Tasarım ekinin Ocak 2010 tarihli sayısında ise “insan kulaklarıyla görür” cümlesi bir miktar şekil değiştirerek “tasarımı işitmek” olmuş. MediaCat’in, adı “Tasarım” olan bu eki, görsel tasarımın anlamsızlığı ve gereksizliğini, sesin, sözün ve kulağın, görselliğin ve gözün aksine ne kadar önemli olduğunu zihinlere yerleştirmeyi kendine misyon edinmiş olmalı diye düşünmemek mümkün değil. Ayrıca bunu niye bir ses CD’siyle yapmadıklarını da anlamak zor!


İçeriğinde neyin yazı, neyin ilan olduğu ancak dikkatle “bakınca” anlaşılabilen “Tasarımı işitmek” konulu ekin ilk yazısı Hulusi Derici’ye ait. Alıntılayacağım birkaç paragraf ekin tüm tezini özetliyor: “Bu dergiyi de, size işte bunu anlatabilmek için hazırladık: ‘İnsan zihni göz üzerinden değil, kulak üzerinden kelimelerle çalışır.’ Eğer gördüğünüz görüntü kelimelere dönüşüp, kulağınıza giremiyorsa değeri sıfırdır. Hiçbir işe yaramaz. Pazarlama, pazarlama iletişimi ve reklam sektörü bu dertten fena halde muzdarip. ‘Görüntü var, ses yok!’ Birçok ilan, birçok TV filmi güzel görüntüler peşine takılmış gidiyor. O görüntüler, bakanın kulağında kelimelere dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” (...) “İnsan zihni kulak üzerinden, kelimelerle çalışır. Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak. Gördüğünüz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, kulağınıza bir şeyler fısıldıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.”

Öncelikle “Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak.” iddiasını irdeleyelim. Bu iddianın herhangi bir bilimsel değeri yok, fakat yine de mesleki bir anlama ve anlamlandırma çabasıdır, saygı duyarım. Deniyor ki “Aşık Veysel… Bir kör… Hayatı, seslerle, kelimelerle kulak üzerinden görmüş. Evet, Aşık Veysel kördü ama görüyordu. Aynen Ray Charles gibi, Metin Şentürk gibi… Ama gözleri görmesine rağmen, kör olan o kadar çok insan tanıdım ki… Bilirsiniz, sağır olan aynı zamanda dilsizdir de. Duyamadığı için konuşamaz da. Ama kör olan sadece kördür. Duyar, dolayısıyla konuşur. Dokunur, tadar ve kendini ifade eder. Hayatı anlar ve anlatabilir. Sadece kördür ama görür. Kelimelerle görür.”

Peki, ben de cümleye şöyle bir takla attırayım, bakalım ne oluyor? “Ludvig Van Beethoven… Bir sağır… Evet, Beethoven sağırdı, ama duyuyordu. Aynen Evelyn Glennie gibi, Chris Buck gibi… Ama kulakları duymasına rağmen sağır olan o kadar çok insan tanıdım ki… Bilirsiniz, kör olan aynı zamanda yazamaz da. Göremediği için yazamaz da. Ama sağır olan sadece sağırdır. Görür, dolayısıyla yazar. Dokunur, tadar ve kendini ifade eder. Hayatı anlar ve yazarak anlatabilir. Sadece sağırdır ama duyar. Görüntülerle duyar.”

Eğlenceli oldu, değil mi? Vaktim olsaydı başka birçok sağır sanatçı, bilim adamı, siyasetçi veya yazarla ilgili bir araştırma yapıp uzunca bir liste hazırlayabilirdim ve daha da eğlenceli olurdu?

Her bir duyu organımız, aslında zihnimize açılan farklı kapılardır. Farklı yollardan, farklı yöntemlerle girdi sağlayan kapılar... Yani dördü biri için çalışmaz, hepsi dış gerçekliği algılayabilmemiz için zihnimize çalışır. Birisi eksik olduğunda da diğerleri eksik olanın yerini doldurmak için çaba sarf eder. “Grafik tasarımda tek duyudan ötesine yönelmek” başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim: “Algılama, çevremizdekileri anlamamız, anlamlandırmamız ve değerlendirmemiz için gerekli bir süreçtir. İşitme, görme, tat alma, koku alma ve dokunma duyularımız ile algımız düşünmemize, anlamamıza, yorumlamamıza, anlamlandırmamıza, analiz yaparak yeni sentezlere gitmemize yardımcı olur.” (...) “Her iletişim teknolojisinin (matbaa, radyo, televizyon) insanın duyu organları arasındaki dengeyi değiştirdiğini öne süren Marshall McLuhan, basılı yazıyla dengenin görme duyusundan yana değiştiğini, elektronik teknolojileri ve özellikle televizyonun da işitme duyusunu yeniden güçlendirdiğini söyler. Hatta o, elektronik medya sayesinde insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular. Doğrusu, bu vurgu, görme ve işitme duyularına ilaveten, tat alma, koku alma ve dokunma duyularını da içermekte midir, bilmiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, en güçlü iletişim, alıcının beş duyusunun birden devreye sokulmasıyla mümkün olabilmektedir.” (...) “Görmeyene kör, işitmeyene sağır denmesine rağmen, dokunma, tat ve koku alma duyuları olmayanlara herhangi bir isim verilmemiş olması, aslında bu duyuların ya ilk ikisi kadar önemli görülmemesinden ya da bu duyulara sahip olmayanların, belki de sayıca az olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa mesela dokunma duyusunun eksikliği de tüm temel algılarımızı eksik hale getirir ve kısıtlar.”

İddiaya destek sağlamak mahiyetinde bazı testler de yer alıyor ekte... Tabii “kör” olmayıp “görebilenler” için! Bunların da pek bir önemi yok, sadece yazının sonuna doğru birinden söz edeceğim. Fakat, ekin görsel kimliğinin bir parçası olarak benimsenmiş olan Futura Extra Black’le karşılıklı iki sayfaya yayılarak yaklaşık 600 punto büyüklüğünde gözümüze gözümüze sokacak şekilde yazılmış “OKU!” başlığı altındaki görüşlere değinmeden olmaz. Deniyor ki, “Kur’an’ın ilk ayeti ‘Oku’ der, ‘Bak’ demez… Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur sadece kelimelerden oluşur, resimsizdirler. Ayrıca ne Allah’ın resmini gördük, ne de perygamberlerinin… Yine de dünyanın en başarılı ve güçlü markaları dinlerdir. Peki nasıl oluyor da, bu kadar yaygın, bu kadar güçlü ve fanatikleri milyarlara varan markalar sadece kelimeler ve seslerle oluşuyor.”

Güzel, fakat (1) “okumak” gözle yapılan bir eylem değil midir? (2) Okumak için bir yazıya ihtiyaç yok mudur? (3) Yazı önce gözle okunup sonra, o da istenirse, seslendirilmez mi? Okumak eylemini “kıraat etmek” anlamına sıkıştırmak doğru mudur? (4) Kuran’ın “oku” mesajını, müfessirlerin çoğu, aynı zamanda “zerreye ve kaniata bak, gör ve anla” şeklinde yorumlamamışlar mıdır? (5) “Oku!” ayetinin, “Allah, insana kalemle yazmayı öğretti.” şeklinde devam ettiğini de hatırlamak gerekmez mi?

Evet, Allah’ın ve peygamberinin resmini görmediğimiz doğrudur, ama bu, daha çok İslamiyet için doğrudur. Bu konuyla ilgili görüşlerimi “Putları kırmak, aslında zihinsel tasarımı özgürleştirmek demektir” başlıklı yazımda etraflıca açıklamıştım. Şimdi burada uzatmak istemiyorum, ama peygamberin resminin olmamasının, onun resmedilmediği anlamına gelmediğini söylemiş olayım. Merak edenler ilgili yazıma göz atabilirler. Sadece, M. Mustafa Çakmaklıoğlu’nun İbni Arabi’yle ilgili bir doktora tezinden kısa bir alıntı aktarayım: “Hayâl eşyanın en dar kapsamlı olanıdır, çünkü o, hissî ve mânevî şeyleri, nispetleri ve izafetleri ve hattâ Allah’ın celâlini latîf bir şekilde de olsa ancak bir sûret üzere kabul edebilir. Onun hakikati bunu gerektirir, istese de bu hakikatinin dışına çıkamaz. İşte bu şekilde, sûretlerle kayıtlı kalması sebebiyle, hayâlin kapsamı oldukça sınırlı ve dardır. Zîrâ hayâl, mânâyı maddeden soyutlayamaz. Bu sebeple de ilmi süt, bal, şarap ya da inci şeklinde; İslam’ı kubbe ve direk; Kur’an’ı yağ ve bal; dini bağ; Hakk Teâlâ’yı ise insan ve nur sûretinde görür.”

İslamiyet’in resimle ilgili yaklaşımını ayrı bir bağlamda irdelemek gerekir. Fakat İslam felsefesinin konuları arasında yer alan zuhurat, tecelliyat, suret, tasvir, tasavvur, hayal, rüya, rüyet, misal gibi kavramların “görmek” eylemiyle bağlantısına dikkat çekmekte yarar var. Mesela “Hayal olmasaydı bugün yoklukta olurduk.” diyen İbn Arabi, suretlerin hayal aracılığıyla nasıl varlık bulduğunu da şöyle açıklar: “Suretler, hem duyu gözüyle, hem de hayal gözüyle algılanır. Her iki algı biçimi de görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz, hem hayal, hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar.” İki göz arasındaki farkla ilgili tespiti ise bugünün kavramlarıyla okunduğunda bile ilginçtir: “Nur olmasaydı, göz hiçbir şeyi algılayamazdı. Allah ise, bu hayali, nur yapmıştır. Her şeyin sureti onunla algılanır ve tüm tecelliler de onunla idrak edilir. Öyleyse, hayalin nuru, sırf yokluğa da yayılır ve onu varlık olarak tasvir eder.” (Orijinal terminolojiye dokunmak istemedim, ama cümlede geçen ilk “nur”u “ışık” olarak da okuyabiliriz.) İbn Arabi’nin şu cümlesini ise algı ve imaj tartışmaları kapsamında dikkatle değerlendirmek gerekir: “Hayalin en belirgin fonksiyonu cisimsiz ve bedensiz olanı cisimleştirmek, cismani olanı ise ruhileştirmek veya inceltmektir.”

Tam buradan devam edecek olursak, evet, kelimelerin ortaya çıkardığı zihinsel tasavvurlar daha özneldir. Bu bakımdan kelimeler, özellikle soyut kavramlarda zihinsel imajları çok fazla sınırlamazlar. Ama kelimelerin de aslında zihinsel bir resim, bir imaj olduğunu unutmamak gerekir. Bazı pedagoglar, çocukların film izlemeleri ya da çizgi roman okumalarını, muhayyileyi daralttığı için çok uygun görmezler. Evet, bir roman okuduğunuzda onun resim şeridi kendi zihninizde oluşur, ama film izlediğinizde yönetmenin kurdelesini izlemek durumunda kalırsınız. Okuduğumuz bir romanın bir yönetmen tarafından sinemaya uyarlanmış formundan çoğu zaman hoşnut kalmamamız, filmin, romanla ilgili kendi imajinasyonumuzun dışında kalmasından ve sinema dilinin kimi kısıtlarından kaynaklanır. Fakat yine de o romanların filmleri yapılır. Ayrıca, görsel eserlerin, kendi çıplak görselliklerinin ötesinde ve farklı katmanlarda yeni görsellikler üretmemize engel olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu, kodlamaların soyutlama yetenekleriyle ilgili bir durumdur.

Şimdi göstergeler konusuna kısaca değinmek gerekir. Aslında konuya bu perspektiften bakmadan tartışma sonuçlanmaz. “Bir gösterge, herhangi biri için, herhangi bir açıdan ve herhangi bir ölçüde, herhangi bir şeyin yerini tutan herhangi bir şeydir.” diyen Peirce, göstergeleri üçe ayırır; benzeyen göstergeler (ikonlar), alâmet göstergeler ve anlaşmalı göstergeler... Benzeyen göstergelerde, gösterilen ile gösteren arasında bir benzerlik ilişkisi vardır. Bir harita veya bir karikatür benzeyen göstergelerdir. Alâmet göstergeler, bir olgunun başka bir olguyu çağrıştırmasından doğar. Mesela duman, ateşin alâmet göstergesidir. Anlaşmalı göstergeler ise, bir nesne, olgu veya olayı göstersin diye aramızda anlaştığımız, bu nesne, olgu ve olayla doğrudan nedenlilik bağı olmayan işaretlerdir. Anlaşmalı göstergelerin önemli özelliği, zihnin, başka taraflara kaçmadan, doğrudan kavrama yönelmesini sağlayabilmesidir. Çünkü, işaretle ilgili net bir kitlesel uzlaşım söz konusudur.

Her gösterge bizi bir kavrama yöneltir. “Benzeyen gösterge” olarak Ahmet’in vesikalık fotoğrafı bizi Ahmet kavramına (Ahmet’e değil) götürür. Bulut “alâmet göstergesi” ise yağmur kavramına... Gördüğünüz gibi her iki gösterge türü de gösterilenden izler taşır. Oysa “anlaşmalı göstergeler”de “gösteren”le “gösterilen” arasındaki ilişki nedensizdir. Yani “elma” göstereniyle “elma” gösterileni arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur; “elma”ya “elma” demek konusundaki kitlesel anlaşmaya tâbi oluruz sadece... “Elma” ses imgesini duyan herkes, kendi zihnindeki “elma” kavramını açar. Bu kavram büyük çoğunlukla kitleyle ortak, ama bir yanıyla özneldir. Ve oldukça geniştir. Benzeyen gösterge olarak bir “elma” resmi, elma kavramını şekil, renk, büyüklük vb. noktalarda sınırlar. Bu ise, bizim, muhatabımıza “elma”yı anlatırken nasıl bir hedefe sahip olduğumuzla bağlantılı bir tercihtir. Anlaşmaya tâbi olup muhatabımızın zihnindeki “elma” kavramına razı mı olalım, yoksa başka bir “elma”yı, mesela kendi elmamızı mı aktaralım?

Ekte yer alan bir testten söz edeceğimi söylemiştim. (Bu, şükür ki yazının sonuna yaklaştığımıza dair iyi bir gösterge!) “Bana ismini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” başlıklı testin sorusu şu: “Yandaki kadın ve erkek isimlerini okuyun. Sizce A grubundakiler mi daha yakışıklı ve güzeldir yoksa B grubundakiler mi?” A grubunda; Abidin, Haydar, Satılmış, Selami, Tenasüp, Memnune, Fadime, Kadriye gibi isimler, B grubunda ise Berk, Selçuk, Batu, Barış, Deniz, Burcu, Simge, Yeliz gibi isimler yer alıyor. Cevabınız ne olurdu? Tabii ki B grubundakileri yakışıklı ve güzel bulurdunuz. Peki bu neyi kanıtlar? Konuyla ilgili “Markalar ve isimler...” ve “Mehmet diye seslensem tam iki milyon üç yüz kırk altı bin dokuz yüz yirmi yedi kişi bana bakar!” başlıklı iki yazı kaleme almıştım. Bu konu kültürel kodlamalarla ve dildeki çağrışım ilkesiyle bağlantılıdır ve bunun dışında bir kanıt değeri yoktur. Hadi yine biraz eğlenelim; düşünün ki bu testi yeniden düzenledik ve “benzeyen gösterge” olarak bir âfet-i devran resminin altına “anlaşmalı gösterge” olarak Makbule, bir Adonis resminin altına da İdris yazdık. Çirkinlerin resimlerinin altlarına da Dilek ve Eren... Hâlâ Dilek’i dünya güzeli, Eren’i dünya yakışıklısı olarak görmeye ve algılamaya devam edecek olursanız, ben size bir şey diyemem! Böyle bir durumda birçoğumuz bir bahane uydurup isimleri sineye çekeriz, belki bir bölümümüz de isimlerin yanlış yerlere yazıldığını düşünürüz. Demek ki, elimizde Makbule gibi bir kelime varsa ve bu kelimenin çağrışımları dünya güzeli Makbule ile örtüşmüyorsa, kavramı düzeltmeniz için görsel bir göstergeye kaçınılmaz biçimde ihtiyacımız var demektir.

Şimdi başa dönelim ve yazıyı bitirelim. Ne diyordu MediaCat Tasarım, “İnsan zihni kulak üzerinden, kelimelerle çalışır. Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Kulak. Gördüğünüz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, kulağınıza bir şeyler fısıldıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.” Bu, “Aslında 5 duyumuzun 4’ü bir tanesi için çalışır: Göz. Duyduğunuz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız şeyler, gözünüzde bir resim canlandırıyorsa değerlidir. Aksi halde değeri sıfırdır.” demek kadar doğru, ya da en az o kadar yanlıştır.

Şaka gibi testlerle ve temelsiz argümanlarla kendi kendilerini de ikna çabası içinde olan arkadaşları yanıltan şey kelimeleri kavramlarla karıştırmaktan başka bir şey değil. Oysa kelimeler de, yani işitsel kodlar da bizi kavramlara götürür, görsel kodlar da... Hatta dokunsal, tatsal ve kokusal göstergelerin varlığı da inkar edilemez. Yani dört duyumuz kulağımıza değil, beş duyumuz zihnimize çalışır. Algılamalarımız sonucu zihnimizde canlanan şeylerin neler olduğunu ise söylememe bile gerek yok. Eğer, başta alıntıladığım “O görüntüler, bakanın kulağında kelimelere dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” cümlesi, “ O görüntüler, bakanın zihninde kavramlara dönüşebiliyor mu, pek de umurlarında değil.” şeklinde olsaydı, evet, mesele kalmayacaktı. Hatta şunu demeli: Kelimeleri, duyanın zihninde muhteşem resimlere dönüştürülebilmek için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Bu arada, yazıyı yazdığım süre boyunca kafamı kemiren gıcık bir soru oldu, size de sorayım: “İki duyu organınızdan birini feda etmek durumuyla karşı karşıya kalsaydınız, gözünüzü mü verirdiniz yoksa kulağınızı mı?”

Allah göstermesin, sadece merak!