MASSTE YAZILARINA DEVAM... İBRAHİM AKAR’IN “RESİM, YAZININ BÜYÜK ATASIDIR” BAŞLIKLI YAZISI... ASLINDA BİR SÜRE ÖNCE “KEŞKE BÜTÜN DÜNYA ÇİN YAZISI KULLANSAYDI!”, “HER LOGO BİR İDEOGRAMDIR”, “LOGOYU DİRİ DİRİ GÖMMEK!”, “BİR İDEA OLARAK MARKA VE BİR İDEOGRAM OLARAK LOGO”, “YAZI NE YANA AKAR USTA, ZAMAN NE YANA?” VE “LOGO NE YANA DÜŞER?” BAŞLIKLI YAZILARDA KONUNUN YAKINLARINDA DOLAŞMIŞTIK. AKAR’IN BU YAZISI İSE YENİ DİKKATİMİ ÇEKTİ. BUYURUN:
Yazı ve yazma etkinliği, insanoğlunun ve oluşturduğu toplulukların geçirdiği toplumsal ve kültürel evrim sürecinin ürünüdür. Kuşkusuz bu nedenle, diğer pek çok fenomen gibi, yazı da toplumlardaki ekonomik altyapı ve siyasi üstyapıdan, hukuki-dinsel kurumlardan ve bu kurumların belirlediği kurallardan derinlemesine bir şekilde etkilenmiştir.
Kitlesel eğitim öncesinde ayrıcalığın ve bilgeliğin simgesi olan yazma ve okuma yeteneği, uzun yıllar boyunca toplumda belirli bir statü sahibi olmayı da sağlamıştır. Bu yüzdendir ki “Katibim” şarkısını dinlerken, gözümüzde halen redingot kırmızı kıyafet yakası kolalı beyaz gömlek ve baston ile ayrıcalığı simgeleyen diğer öğeler bir bir canlanır.
Artık okuma yazma bilenlerin, tekelci şekilde sahiplendikleri yazılı bilgi ve deneyimlerden güç alarak toplumun alt tabakaların yönetim ve denetim altına alma ayrıcalığına sahip olduğu günlerin uzağındayız. Bilginin kitle eğitimi sayesinde toplumun bütün tabakalarına yaygınlaşması, bu ayrıcalığı önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bir zamanlar egemen sınıfların güç ve ayrıcalığını pekiştirmeye hizmet eden bilgi, günümüzde alt sınıfların sınıf atlama çabası da önemli bir araç haline gelmektedir.
İnsan bilgiyi nasıl öğrenir? Diyelim ki deneyerek, test ederek, aynı şeylerin kendini belirli bir mantık çerçevesinde tekrar etme düzenliliğini formüller oluşturarak, matematiksel gerçekliğe dökerek... İyi ama en az bunun kadar önemli olan bir şey daha var...Kazanılan bilginin başka insanlara aktarımı... İnsan herşeyi kendisi öğrenmek zorunda kalsaydı, uygarlığın günümüzdeki düzeye ulaşması asla mümkün olmazdı... Bu yüzden farklı insanların deneyimlerini bir arada toplayan, bütün insanlığa genellemeyi sağlayan bir aracın olması da gerekiyor.
Yazı dilinin öncesinde, konuşma yoluyla bilginin aktarımı en yaygın yöntemdi. Özel sırlar, bilgeler tarafından kendisinin yerini alacak öğrencilere kulağa okuma yöntemiyle aktarılırdı. Günümüzde bu yöntem sadece tarikat içi iletişimde ve yöresel kocakarı ilacı tedavilerinin aktarılmasında kullanılıyor. Aktarılabilir ve açıklanabilir bilgi, geçmişte ve günümüzde bilginin çoğaltılmasını, kaydedilebilmesini ve dağıtımını zorunlu kılıyor. Bu nedenle, iletişim araçlarının gelişimini ve yaygınlaşmasını sağlayan en temel faktörün bu zorunlulukla yakından ilgili olduğuna inanıyorum.
Kaydedilebilir bilgi fenomenini tarihi orijini açısından yorumlayınca, ortaya şu gerçek çıkıyor: Resim, yazının büyükatasıdır... Bunun ne kadar doğru olduğunu, yazının evrimsel süreçlerini incelemeye yeltendiğimiz zaman çok daha iyi anlayabiliyoruz. Düşüncenin ve önermenin kavramlara ve sözcüklere ayrıştırılarak kaydedilmesi biçimiyle yazı, milattan önce 4000’li yılların bir fenomenidir. Bu tanımda yer alan “kavramlara ve sözcüklere” şeklindeki sınırlama ve spesifikasyon önemlidir, çünkü ilk yazının ve daha sonraki dönemlerin yazısının “kavramların ve sözcüklerin” resmedilmesi olarak şekillendiğini görüyoruz. Aslında ilk çağ insanının Cro Magnon duvarlarında günlük yaşamını resimleyerek olarak aktarmasını da bir çeşit yazı olarak kabul edersek hata yapmış sayılmayız.
İnsanlığın binlerce yıllık resimleme ve çizme etkinliği ile yazınsal etkinlik arasında bir ayırım noktası ararsak ve bu ayırım noktasını yazının başlangıcı olarak tanımlarsak, yazının kayıtlara geçmiş miladının Sümer Uygarlığı’nda başladığını söyleyebiliriz. Burada “kayıtlara geçmiş milat” derken, elimize ulaşmış kanıtları temel aldığımı, binlerce yıllık zaman dilimi içinde bütün izleri silinip gittiği için elimize ulaşamamış bir Sümer öncesi yazı geleneğini de olasılıklar dahilinde gördüğümü özellikle belirtmek istiyorum.
Artı ürün, yani kişisel kullanımın ötesinde ürün ve yönetim olmadan sayısal ifadenin çoklu sayılara dayalı bir aritmetik temelinde şekillenmesi beklenemez. Bu açıdan bakınca, “tapınak sosyalizmi” diye tanımlayabileceğimiz, üretim gelirlerini toplama, dağıtma ve dağıtım fazlasını stoklama ve dışalım için kullanma sorumluluğunu rahiplerin üstlendiği Sümer toplumunun, yazının ve sayının çıkışı için en uygun ve ileri koşullara sahip bir toplum olduğunu görürüz. Kuşkusuz artı ürün sayısal ifade olmadan stoklanabilir ve gelişigüzel dağıtılabilirdi. Ancak kent ekonomisinin ve ekonomik örgütlenmenin rahipleri tapınak gelir ve giderleri hakkında diğer rahiplere ve sonraki dönemde tapınağın sorumluluğunu üstlenecek olanlara hesap verme yükümlülüğünü getirmesi, ilkel hesaplama yöntemlerinin yerine simgesel hesaplama yöntemlerine geçişe zemin hazırlamıştır. Yazının ve aritmetiğin üretim ilişkilerinin gelişmişlik düzeyi ile olan yakın bağı şaşırtıcı değildir, çünkü sözel iletişimin zenginleşmesi de gelişen ve yenilenen üretim ilişkilerinin getirdiği yeni toplumsal iş bölümünün ve ona uygun kavramların şekillenmesinin bir ürünüdür.
Tanrı krallar döneminin örneği olan Mısır uygarlığında, kendisi bir tanrı olan firavunun rahiplerin artı ürün üzerindeki mülkiyet, denetleme ve paylaştırma yetkisini teslim aldığını görüyoruz. Bu durumda, bir klanın veya kastın egemenliğinden kişisel egemenliğe geçiş söz konusudur. Mülkiyetin kişisel otokraside toplanması, görkemli bir zenginliğe ve daha önce örneği olmayan bir gelişmişliğe yol açmıştır. Kuşkusuz bu nedenle, Mısır yazısı tapınakta değil, firavunun sarayında doğmuş ve gelişmiştir. Bu durum firavunun muhasebesini tutan özel bir yazıcılar sınıfının şekillenmesini de sağlamıştır.
Yazının evriminde dikkat çekmek istediğim son derece ilginç bir nokta var. Hemen bütün spesifik yazı ve alfabe çeşitleri zaman içinde ciddi ölçüde evrim geçirmiş ve değişime uğramıştır. Bugün, yazının icat edildiği çağlardan beri varlığını korumuş tek yazı, Çin yazısıdır. Sümer yazısı gibi piktografik aşamadan ideografik aşamaya geçerek bir yazı tarzı olan Çince, günümüz dünyasında 35.000’i bulan hece yazı ile resim geleneğine bağlı yazının tek yaygın örneğini teşkil etmektedir. Günümüzde ve geçmişte, alfabetik yazının daha önceki yazılara karşı egemenlik sağlaması, alfabetik yazının çok az simgeyle kavram ifade etme yeteneğiyle yakından ilgilidir.
Harf sistemli yazının egemenliğinin daha uzun yıllar egemenliğini koruyacağına kişisel olarak inanmakla birlikte, gelecekte insanlığın kültürel veriminin yeni yazı tarzlarını oluşturabileceğine inanıyorum. Ancak bu yazı tarzının, insanlığın ortak bir yazı dili olarak şekilleneceğini düşünüyorum.
Yazı konusuna, iletişimin evrim konulu bir dizide özel bir önem vermenin çok önemli bir sebebi var. İletişim, yani komünikasyon bir mesajın bir başka kişinin bilincinde aynı görüntü ve anlamı oluşturacak şekilde aktarılması eylemi ise, iletişim araçlarının ve bunların teknolojik evriminin seyri ne olursa olsun, sonuçta konuşma ve yazma eylemini aktarmaya yönelik bir işlevi olacağı kesin.
Bugün, konuşma ve yazı faaliyetlerinin teknolojik açıdan kaydedilebilir ve çoğaltılabilir olması, insanlığın yerel ve global kültürel mirasını söylence yoluyla kuşaktan kuşağa aktarma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Yaşanan ilginç olayları ve deneyimleri beyit beyit destanlarla kuşaktan kuşağa aktaran insanoğlunun, bu açıdan bakılınca son destanını çok uzun yıllar önce yazmış olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Zaten bir zamanlar sokak dolaşan destan okuyucularının ortalıktan kalkmış olması da bunu göstermiyor mu?
İBRAHİM AKAR, MASSTE, 10. SAYI, MART 2001
Kitlesel eğitim öncesinde ayrıcalığın ve bilgeliğin simgesi olan yazma ve okuma yeteneği, uzun yıllar boyunca toplumda belirli bir statü sahibi olmayı da sağlamıştır. Bu yüzdendir ki “Katibim” şarkısını dinlerken, gözümüzde halen redingot kırmızı kıyafet yakası kolalı beyaz gömlek ve baston ile ayrıcalığı simgeleyen diğer öğeler bir bir canlanır.
Artık okuma yazma bilenlerin, tekelci şekilde sahiplendikleri yazılı bilgi ve deneyimlerden güç alarak toplumun alt tabakaların yönetim ve denetim altına alma ayrıcalığına sahip olduğu günlerin uzağındayız. Bilginin kitle eğitimi sayesinde toplumun bütün tabakalarına yaygınlaşması, bu ayrıcalığı önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bir zamanlar egemen sınıfların güç ve ayrıcalığını pekiştirmeye hizmet eden bilgi, günümüzde alt sınıfların sınıf atlama çabası da önemli bir araç haline gelmektedir.
İnsan bilgiyi nasıl öğrenir? Diyelim ki deneyerek, test ederek, aynı şeylerin kendini belirli bir mantık çerçevesinde tekrar etme düzenliliğini formüller oluşturarak, matematiksel gerçekliğe dökerek... İyi ama en az bunun kadar önemli olan bir şey daha var...Kazanılan bilginin başka insanlara aktarımı... İnsan herşeyi kendisi öğrenmek zorunda kalsaydı, uygarlığın günümüzdeki düzeye ulaşması asla mümkün olmazdı... Bu yüzden farklı insanların deneyimlerini bir arada toplayan, bütün insanlığa genellemeyi sağlayan bir aracın olması da gerekiyor.
Yazı dilinin öncesinde, konuşma yoluyla bilginin aktarımı en yaygın yöntemdi. Özel sırlar, bilgeler tarafından kendisinin yerini alacak öğrencilere kulağa okuma yöntemiyle aktarılırdı. Günümüzde bu yöntem sadece tarikat içi iletişimde ve yöresel kocakarı ilacı tedavilerinin aktarılmasında kullanılıyor. Aktarılabilir ve açıklanabilir bilgi, geçmişte ve günümüzde bilginin çoğaltılmasını, kaydedilebilmesini ve dağıtımını zorunlu kılıyor. Bu nedenle, iletişim araçlarının gelişimini ve yaygınlaşmasını sağlayan en temel faktörün bu zorunlulukla yakından ilgili olduğuna inanıyorum.
Kaydedilebilir bilgi fenomenini tarihi orijini açısından yorumlayınca, ortaya şu gerçek çıkıyor: Resim, yazının büyükatasıdır... Bunun ne kadar doğru olduğunu, yazının evrimsel süreçlerini incelemeye yeltendiğimiz zaman çok daha iyi anlayabiliyoruz. Düşüncenin ve önermenin kavramlara ve sözcüklere ayrıştırılarak kaydedilmesi biçimiyle yazı, milattan önce 4000’li yılların bir fenomenidir. Bu tanımda yer alan “kavramlara ve sözcüklere” şeklindeki sınırlama ve spesifikasyon önemlidir, çünkü ilk yazının ve daha sonraki dönemlerin yazısının “kavramların ve sözcüklerin” resmedilmesi olarak şekillendiğini görüyoruz. Aslında ilk çağ insanının Cro Magnon duvarlarında günlük yaşamını resimleyerek olarak aktarmasını da bir çeşit yazı olarak kabul edersek hata yapmış sayılmayız.
İnsanlığın binlerce yıllık resimleme ve çizme etkinliği ile yazınsal etkinlik arasında bir ayırım noktası ararsak ve bu ayırım noktasını yazının başlangıcı olarak tanımlarsak, yazının kayıtlara geçmiş miladının Sümer Uygarlığı’nda başladığını söyleyebiliriz. Burada “kayıtlara geçmiş milat” derken, elimize ulaşmış kanıtları temel aldığımı, binlerce yıllık zaman dilimi içinde bütün izleri silinip gittiği için elimize ulaşamamış bir Sümer öncesi yazı geleneğini de olasılıklar dahilinde gördüğümü özellikle belirtmek istiyorum.
Artı ürün, yani kişisel kullanımın ötesinde ürün ve yönetim olmadan sayısal ifadenin çoklu sayılara dayalı bir aritmetik temelinde şekillenmesi beklenemez. Bu açıdan bakınca, “tapınak sosyalizmi” diye tanımlayabileceğimiz, üretim gelirlerini toplama, dağıtma ve dağıtım fazlasını stoklama ve dışalım için kullanma sorumluluğunu rahiplerin üstlendiği Sümer toplumunun, yazının ve sayının çıkışı için en uygun ve ileri koşullara sahip bir toplum olduğunu görürüz. Kuşkusuz artı ürün sayısal ifade olmadan stoklanabilir ve gelişigüzel dağıtılabilirdi. Ancak kent ekonomisinin ve ekonomik örgütlenmenin rahipleri tapınak gelir ve giderleri hakkında diğer rahiplere ve sonraki dönemde tapınağın sorumluluğunu üstlenecek olanlara hesap verme yükümlülüğünü getirmesi, ilkel hesaplama yöntemlerinin yerine simgesel hesaplama yöntemlerine geçişe zemin hazırlamıştır. Yazının ve aritmetiğin üretim ilişkilerinin gelişmişlik düzeyi ile olan yakın bağı şaşırtıcı değildir, çünkü sözel iletişimin zenginleşmesi de gelişen ve yenilenen üretim ilişkilerinin getirdiği yeni toplumsal iş bölümünün ve ona uygun kavramların şekillenmesinin bir ürünüdür.
Tanrı krallar döneminin örneği olan Mısır uygarlığında, kendisi bir tanrı olan firavunun rahiplerin artı ürün üzerindeki mülkiyet, denetleme ve paylaştırma yetkisini teslim aldığını görüyoruz. Bu durumda, bir klanın veya kastın egemenliğinden kişisel egemenliğe geçiş söz konusudur. Mülkiyetin kişisel otokraside toplanması, görkemli bir zenginliğe ve daha önce örneği olmayan bir gelişmişliğe yol açmıştır. Kuşkusuz bu nedenle, Mısır yazısı tapınakta değil, firavunun sarayında doğmuş ve gelişmiştir. Bu durum firavunun muhasebesini tutan özel bir yazıcılar sınıfının şekillenmesini de sağlamıştır.
Yazının evriminde dikkat çekmek istediğim son derece ilginç bir nokta var. Hemen bütün spesifik yazı ve alfabe çeşitleri zaman içinde ciddi ölçüde evrim geçirmiş ve değişime uğramıştır. Bugün, yazının icat edildiği çağlardan beri varlığını korumuş tek yazı, Çin yazısıdır. Sümer yazısı gibi piktografik aşamadan ideografik aşamaya geçerek bir yazı tarzı olan Çince, günümüz dünyasında 35.000’i bulan hece yazı ile resim geleneğine bağlı yazının tek yaygın örneğini teşkil etmektedir. Günümüzde ve geçmişte, alfabetik yazının daha önceki yazılara karşı egemenlik sağlaması, alfabetik yazının çok az simgeyle kavram ifade etme yeteneğiyle yakından ilgilidir.
Harf sistemli yazının egemenliğinin daha uzun yıllar egemenliğini koruyacağına kişisel olarak inanmakla birlikte, gelecekte insanlığın kültürel veriminin yeni yazı tarzlarını oluşturabileceğine inanıyorum. Ancak bu yazı tarzının, insanlığın ortak bir yazı dili olarak şekilleneceğini düşünüyorum.
Yazı konusuna, iletişimin evrim konulu bir dizide özel bir önem vermenin çok önemli bir sebebi var. İletişim, yani komünikasyon bir mesajın bir başka kişinin bilincinde aynı görüntü ve anlamı oluşturacak şekilde aktarılması eylemi ise, iletişim araçlarının ve bunların teknolojik evriminin seyri ne olursa olsun, sonuçta konuşma ve yazma eylemini aktarmaya yönelik bir işlevi olacağı kesin.
Bugün, konuşma ve yazı faaliyetlerinin teknolojik açıdan kaydedilebilir ve çoğaltılabilir olması, insanlığın yerel ve global kültürel mirasını söylence yoluyla kuşaktan kuşağa aktarma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Yaşanan ilginç olayları ve deneyimleri beyit beyit destanlarla kuşaktan kuşağa aktaran insanoğlunun, bu açıdan bakılınca son destanını çok uzun yıllar önce yazmış olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Zaten bir zamanlar sokak dolaşan destan okuyucularının ortalıktan kalkmış olması da bunu göstermiyor mu?
İBRAHİM AKAR, MASSTE, 10. SAYI, MART 2001