30 Temmuz 2007 Pazartesi

| [Kap]kara tren!

Konuyla ilgili olarak Mediathink’te “Sorular çoğalıyor, netlik yok, ah Ziraat ah!” başlıklı ikinci bir yazı daha yer aldı, ilk ateşten sonra... Yazıda, bu skandal karşısında sektörün gerekli tavrı almadığı, ancak cılız sesler çıkardığı iddia ediliyor. Nitekim hak sahibi olmama rağmen, yazımdaki üslup nedeniyle ben de bu cılız sesler arasında sayılarak suçlanıyorum.


Şöyle demiş Mediathink’in yazarı Çemkir Bey: “Önce mağdur durumda görünen Mass ajansın sahibi Selim Tuncer kendi blogspotunda bir açıklama yapıyor. Bir yandan yazımızın sergilediği gerçeği onaylıyor ama bir yandan da ezilip büzülüp, aman belki ileride yine bankayla çalışmak gibi bir durum meydana gelebilir, kimseyi kızdırmayayım gibisinden, mazlum ama onurlu(!) bir davranışla hiçbir şey talep etmediğini açıklayarak, sadece işe emeği geçenlerin emeğine saygı duyulmasını istiyor. Nasıl yani? Kardeşim iş senin mi? Senin. Bal gibi kopyalanmış mı? Kopyalanmış. Ee neden bir talebin yok? ‘Şikayetçi değilim hakim bey’ mantığı bu. Korku dağları bekliyor. Ama bu korku o anlık değil ha! Yanlış anlamayın. Geleceğe dair varsayım korku bu. Bu korku tipi çok yaygın şimdilerde. “Adam hıyarın teki ama, iyi geçineyim belki ileride işime yarar’, gibisinden...”

Öncelikle Mediathink’e sektör adına teşekkür etmek gerekiyor. Gördüğünüz gibi onun dışındaki hiçbir sektör yayınından çıt yok!

Burada daha açık bir şekilde ifade edeyim ki, benimle ilgili olarak ortaya atılan “korku” ithamı ve bir iki küçük ayrıntı dışında Mediathink’te yer alan iddialar doğrudur. Korku iddiası ise bir niyet okumadan ibarettir ve aslı yoktur. Buranın daimi okurları da çok iyi bilirler ki, bloğumda dile getirdiğim görüşleri kişisel hesaplarla kirletmemek için azami gayreti gösteririm. Bana göre, insanın mesleki kariyeri kimliğinin çok önemli bir parçasıdır; mesleki konulardaki çarpıtmalar da bir karakter yamulmasından başka bir şey değildir. Şu tartışmaları burada yapıyor olmaktan dolayı da üzgünüm, ama tartışmanın, Mediathink’in beklediği gibi sektördeki bazı yanlışların düzelmesine hizmet etmesi de belki herkesin hayrına olacaktır.

Yazının bundan sonraki bölümü için Mediathink’in ikinci yazısının okunması gerekir, çünkü o yazıda yer alan bazı hataları tashih etmek istiyorum. Bir de şu parantez içindeki ünlemi reddediyorum:
1.
Bankayla tekrar çalışmak gibi bir beklenti içinde olsam haklarımı devrettiğimi ilan eder ve meselenin en azından bir yönünü kapatmış olurdum ki, herhalde bu, benden beklenecek bir tutum değildir. Hatta öyle ki, çalışma beklentisi bir yana, ilişkide olduğumuz dönemlerde bankayla ilgili yaşadığımız amatör tavırlar nedeniyle Eğitim Dairesi’den gelen bir talebi de reddetmiş, özellikle Şahin Tekgündüz’ün derin tecrübesiyle yaptığı “Buradan gelen talepleri ciddiye almayın, maliyeti ağır oluyor.” ikazlarıyla sürekli muhatap olmuştuk. Ayrıca kim, güven sorunu yaşayacağı bir kurumla tekrar çalışmak ister? Ezilip büzülecekler de bellidir, ben niye ezilip büzüleyim?
2.
Tekrar itiraf ediyorum, başlangıçta yaşadığım şokun ardından bu skandalı ifşa etmek konusunda biraz zorlandım. Bir yanda çok büyük bir kamu kurumunun genel müdürü, diğer tarafta Reklamcılık Vakfı’nın başkanlık koltuğunda oturan biri vardı. Doğrusu, yapılan çok büyük bir haksızlık olmasına rağmen bu beylerin kariyerleri konusunda hassasiyet göstermemin doğru olacağını düşündüm. Evet, bu bir kabahatse kabahattir. Ama korkaklıkla falan ilgisi yoktur.
3.
Film TV’lerde gösterilmeye başlanır başlanmaz bir sürü tepki mesajı aldım. Sektör çoktan dalgalanmaya başlamıştı bile. Skandalın her iki tarafından da bir açıklama beklememe rağmen gelmedi. Benim göstermeye çalıştığım hassasiyet karşısında tam bir pervasızlık ve umursamazlık hakimdi. Oysa birkaç gün içinde, skandal Mediathink vasıtasıyla kamuoyuna mal olmuştu bile.
4.
Bunun üzerine ilgili açıklamayı ben yaptım ve ekip adına kurumdan teşekkür, ajanstan da bir özür beklediğimi ilan ettim.
5.
Bunun gerçekleşmemesi halinde de olayı bütün boyutlarıyla kanıtlayacağımı ifade ettim. Evet, “müddei iddiasını ispatla mükelleftir”, ama özür de “itiraf” anlamı taşımaktadır. Kendi adıma bir şey talep etmediğimi söylediysem de, talebim hafife alınır bir şey değildi.
6.
Şahin Tekgündüz’ün girişiminde de benim tavrımla çelişen herhangi bir durum söz konusu değildir. Tekgündüz, kamuoyu önünde bir açıklama yapmamış, tamamen iyi niyetle, kendisinin de üyesi olduğu Reklamcılık Vakfı’nın yönetim kurulu üyelerine durumu bildirmiş, bir talepte bulunmamış, ancak sektör adına bu skandalın nasıl izah edileceğini sorgulamıştır. Ben, kendim için maddi bir talepte ve hukuki bir girişimde bulunmayacağımı ifade etmek istedim. Yoksa, ekibin itibarının iadesi ve kendilerinden özür dilenmesinin istenmesi gayri ciddi bir talep değildir. Bunu sağlamak için gereken her şeyi yapacağımı da ifade ettim. Eğer süreç hukuki mücadeleyi gerektirirse, yıllarca süreceğini bilmekle birlikte, ondan da imtina etmem.
7.
Haluk Mesci’nin konuyla ilgili bir açıklama talep ettiği de doğrudur.
8.
Bu talep karşısında Vakıf Başkanı Özgür Sağlam’ın benim gözümde inkar anlamı taşıyan bir açıklama yaptığını da öğrendim. Ancak bu açıklamayı, yine kamuoyuna yapılmış olmaması nedeniyle, ifşa edilmedikçe ilgi alanımın dışında tuttum.
9.
Mesele, tek başına benim meselem değildir. Konkura ben katılmadım, daha doğrusu haberim bile olmadı. Kimler katıldı bilmiyorum, ancak sektörün tepkisini bir yana bıraksak bile, en azından finale kaldığı söylenen Güzel Sanatlar / Saatchi&Saatchi, Leo Burnett, Ogilvy&Mather ve Ultra doğrudan taraftırlar. Çünkü, kendi projesiyle konkuru kazanmış olduğu düşünülen bir ajans sonuçta başka bir ajansın projesini hayata geçirmiş ve adil rekabet inancı ciddi şekilde yara almıştır. Ya da konkuru kazanan ajansın işi beğenilmeyip kendisinden başka bir iş talep edildiğine göre, diğer ajansların işlerinin daha da başarısız olduğu kanaati hasıl olmuştur. Yani sadece ajanslar değil, konkuru kazanan ajansınki de dahil olmak üzere sunulan tüm işler bu süreçte figüran olarak yer almış, sonuçta “Türkiye’nin lokomotifi” düdüğünü öttürmüştür.
10.
Mediathink’in de belirtiği gibi şu ana kadar tarafların hiçbirinden kamuoyuna yönelik olarak bir açıklama yapılmamıştır. Sanıyorum, Mediathink’in iddiaları da yalanlanmamıştır. Bana da herhangi bir “özür” ya da “teşekkür” gelmemiştir.
11.
Benim ve ekibimin ürettiği bir fikir, en yumuşak ifadesiyle “izinsiz” olarak kullanılmıştır. Haksızlık etmemek için, en azından şunu söyleyeyim ki, ajansın bu fikrin bir başka ajansa ait olduğunu bilerek kullandığını düşünemiyorum. Bir müşteri talebi olarak iletildiği, ajansın da bunu kullanmak zorunda kaldığı baskın bir ihtimal olarak görülüyor. Ancak, Art Grup yönetiminin, bu benzerliğin bir rastlantıdan ibaret olduğu beyanına herhalde bizden çok başkalarını ikna etmek için başvurduklarını düşünmeliyiz. Keşke bizi de ikna edebilselerdi, hep birlikte rahatlardık. Bu mızrağı çuvala sığdırma girişiminden sonuç alınabileceği hayaline kapılmamak doğru olur. Hiçbir tarafın gereğinden fazla yara almaması için bu skandalın “bin nasihat” yerine geçecek “bir musibet” olarak görülmesi, hem tarafların hem de sektörün hayrına olacaktır.
12.
Mediathink yazarı Çemkir Bey merak etmesin. Bu durumda ben, tarafların kamuoyuna yönelik sessizliği karşısında “sükut ikrardan gelir” bahanesine sığınmadan iddiamı ispat etmek durumundayım. Bu konuda zorlanmayacağım çok açık, çünkü olayın çok fazla tanığı ve hukuki değeri olan birçok belgesi mevcuttur. Eğer ikrar söz konusu olsaydı, bu iş için mesai harcamamış olacaktım, o kadar.
13.
Bu durumda birkaç gün izin istiyorum. Sektör için de bir turnusol kağıdı vazifesi görecek bu kara tren hikayesini ayrıntılarıyla aktaracağım.

Güncelleme [ 1 AĞUSTOS 2007 ]

Prof. Ali Atıf Bir’e, gösterdiği ilgi ve hassasiyetten dolayı teşekkür ediyorum..

25 Temmuz 2007 Çarşamba

| Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu… Bir daha!

Aylar önce, “Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu…” başlıklı bir deneyim yazısı kaleme almıştım, hatırlarsınız.

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın kimi tatlı, kimi hüzünlü anılarında derin izleri olan “kara tren”in bir gün gelip bana kapkara bir kahır yaşatacağını tahmin etmezdim. İtiraf ediyorum ki, kimsenin rencide olmaması için başlangıçta bu kahrı sineye çekmeyi göze almıştım.


Ancak, yıllar önce projenin üretiminde beyin hücrelerini tüketen, sabahlara kadar göz nuru ve alınteri döken değerli bir ekip derinden yaralanmış, gururu incinmiş ve istiskale uğramıştır. Onların sitemleri, hatta zaman zaman bazı yanlış anlamalar karşısında daha fazla sessiz kalmamın beni de şaibeli bir duruma sürüklediği / sürükleyeceği açıktır. Olay, benim dışımda bir şekilde ifşa edilmiş olmasına rağmen, yaklaşık on gündür taraflardan hiçbirinin bir özür dilemeye bile gerek duymamama umursamazlığı ise gerçekten manidardır. Bu ruh hali içinde, işin ne ahlaki ne de hukuki tarafları umurumda bile değildir.

Bugün itibariyle bazılarıyla halen birlikte olduğumuz, bazıları ise başka ajanslarda görevli olan ve projede fiilen yer alan arkadaşlarım Arzu Timur, Bahar Ösken, Burak Efe, İbrahim Akar, Kayhan Başpınar, Kenan Kaya, Meral Kaya, Murat Çakır, Şahin Tekgündüz, Şükran Gülen ve Zeynep Akbaş’tan, zaman zaman desteğini esirgemeyen Uğur Alparslan’dan, projenin, bir karesini yukarıda gördüğünüz ‘storyboard’larını çizen Necmi Yalçın’dan, prodüksiyon ön hazırlık çalışmaları yaparken epeyce canı yanan çözüm ortağımız yönetmen Koray Demir’den özür diliyor, kendilerine karşı mahçup olduğumu da buradan açıklamak istiyorum. Kendilerinden özür dilenmesi yerine inkar yoluna başvurulması halinde ise olayı ayrıntılandırarak haklarını savunmayı sürdüreceğimi ilan ediyorum.

Bunaldım. Kendi adıma, bu ekibin itibarının iadesi dışında hiçbir talebim yok. Zaten, anılarımı bile tatsızlaştıran bu durumun, kimsenin ödemeye gücünün yeteceği başka bir bedeli de yok.

Herkesi, vicdanlarının itirazını susturdukları mazeretleriyle başbaşa bırakıyorum.

| [Kap]kara tren!
| Ziraat treni tartışmalarına “en” son nokta!

24 Temmuz 2007 Salı

| İşte memlekette siyasal iletişimin en temel sorunlarından biri bu: Bir kuru teşekkürü hak etmedik mi yani?

Hep söylenir de, hiç ciddiye alan yoktur; bu memlekette siyasal iletişim, gelir, seçim öncesinin birkaç ayına sıkışır. O hay huy içinde de kimin ne söylediğini anlayana aşk olsun! Bu seçim de dahil olmak üzere, tüm seçim kampanyalarıyla ilgili söyleyeceğim tek bir şey var ki, kampanyalar, görünürlük ve duyulurluk anlamında rakiplerden geri kalmamayı sağlamak dışında çok büyük işlev görmezler.


Bu seçimde de, bir sürü mitingler izledik, gazetelerde çarşaf çarşaf ilanlar gördük, uyduruk hoparlörlerden kötü müzikler dinledik, sokaklarımız pullarla kirlendi, telefonlarla uyarıldık, haber sitelerine bir göz atalım derken yukarıdan aşağı açılan “roll-over”larla engellendik ve duvarlarımız boydan boya reklamlara boyandı. Velhasıl epeyce taciz edildik, ama seçim dönemidir diyerek hoşgördük.

Hadi, koca bir beş yılı boşa geçirdiniz, geldiniz, seçim öncesine dayandınız, canhıraş bir şekilde atağa geçtiniz, bunu anlayalım. Ama, bugün seçim bitti diye, her şey şak diye kesilir mi Allah aşkına? Bu kadar kahır çektik, oy da verdik, bir kuru teşekkürü hak etmedik mi yani? Bugün de gazetelerde kazanan kazanmayan tüm partilerin çarşaf çarşaf teşekkür ilanlarını görmemiz gerekmez miydi? Bu kadar mı çabuk?

Tamam, çok çalıştınız, yoruldunuz, ama iş bitince hemen sırtınızı dönüp uyumanız hiç yakışık almıyor. Hani, nezaketen!

NOTLAR: (1) SEÇİM SONUÇLARI MEMLEKETİMİZ İÇİN HAYIRLI UĞURLU OLSUN. (2) FOTOĞRAFTAKİ AYAKLAR EVİNE KAPANAN BAYKAL’A VEYA HERHANGİ BİR SİYASİYE AİT DEĞİLDİR. FOTOMODEL AYAĞIDIR VE TAMAMEN BİR METAFORDAN İBARETTİR. KİMSE BENİ BELDEN AŞAĞI VURUYORUM DİYE SUÇLAMASIN. SÖYLEYEYİM. (3) BİR DE, SANIYORUM BİRÇOK KİŞİNİN TARHAN ERDEM’E ÖZÜR BORCU VAR, ONU DA HATIRLATAYIM.


Güncelleme [ 29 TEMMUZ 2007 ]

AKP beni utandırdı. Bir haftalık gecikmeyle de olsa çarşaf çarşaf teşekkür ilanları yayınladı. Görmedim, ama mutlaka açık hava uygulamaları da vardır. Yapılanları beğenirsiniz veya beğnemezsiniz, ama şunu kabul edelim ki, şimdiye kadar Türk siyasi iletişim tarihinde pek rastlamadıklarımızı AKP yapıyor. Bir defa, Sevgililer Günü dahil, hiçbir önemli günü atlamadılar ve bu günleri bir fırsat olarak değerlendirdiler. Şimdi de teşekkür ilanları geldi. Kutlamak lazım.


Kutlarız, ama dokundurmadan da geçemeyiz. Huyumuz...
1.
Ben bu “Teşekkürler Türkiye!” ve “Aziz milletim!” gibi hitaplarla insanları bir araya getirip, tekilleştirip onların toplu muameleye tabi tutulmasını doğru bulmam. Anladık, “tek devlet, tek millet” ama, sen bir yana, tekilleştirdiğin koskoca millet bir yana, olmuyor.
2.
Seçimi ezici bir galibiyetle kazanmışsın; artık “ortak sözlük”ten konuşmak gerekmez mi? Toplumun tümüne seslenmesi gereken bir ilanda “ak günler” gibi karşılığı “özel sözlük”te olan bir ifadeye yer vermek doğru mu? Düşman çatlatırcasına...
3.
Ben, metin içinde geçen ve AKP’ye oy vermeyenleri muhatap alan “Müsterih olun!” cümlesini de yakışıksız buldum. Akla kötü kötü şeyler getirip daha fazla kuşku uyandırmıyor mu? Oysa bu mesajın daha sofistike bir yöntemle iletilmesi ve daha ikna edici olması gerekmez miydi?
4.
Allah aşkına bir imla kılavuzuna (hangisine olursa olsun) bakın artık, tam beş yıldır “her şey”i birleşik yazıyorsunuz. Hükümetimizin Milli Eğitim Bakanlığı da okullarında bunun ayrı yazıldığı öğretiyor. Ayrıca “Her şey Türkiye için” sloganındaki tipografik düzenleme (eskisi de, yenisi de) berbat! Hele ay yıldız, kullandığınız karakterle organik olarak bütünleşmiyorsa zorlamaya ne gerek var?
5.
Bu seçim başarısı, şu ampül saçmalığından kurtulmak için bulunmaz bir fırsattır. Madem koskoca parti bulunduğu yerden “toplumsal merkez”e kaydı, amblem de kaysın! “Toplumsal merkez”in en iyi simgesinin ampül olduğu söylenemez herhalde...

22 Temmuz 2007 Pazar

| “Hüzün ki en çok yakışandı[r] bize...”

Hilmi Yavuz’un “Hüzün ki en çok yakışandır bize...” dizesindeki fiili geçmiş zamana dönüştürme teşebbüsümü başlıkta farketmiş olmalısınız. Çünkü, galiba toplum olarak hüznümüzü kaybediyoruz.


Eğer TDK’nın Güncel Türkçe Sözlük’ünün “hüzün”e layık gördüğü “iç kapanıklığı, gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı...” tanımını ciddiye alırsak bu kayıp için niye üzülelim ki diye düşünebiliriz. Ben de kendime göre subjektif bir tanım yapmak istemem, ama gerçekten bu mudur hüzün? “Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde / Bir bir denemişim bütün kelimeleri” diyen Cemal Süreya, bize gamdan, kederden mi dem vuruyordu dizelerinde? Tabii ki ne yine Hilmi Yavuz “Ve bildim ki insan hüzün içindir” diye seslenirken ne de Attila İlhan “Hayat zamanda iz bırakmaz / Bir boşluğa düşersin bir boşluktan / Birikip yeniden sıçramak için / Elde var hüzün” dizeleriyle kendine bir hayat tutamağı ararken bu aciz sözlük maddesini hayal ediyorlardı.

Hüzün, bir insanlık durumudur. Varoluşun rengidir. Düşünmek ve anlamaktır. Düşünerek anlamaktır. İnsanın, insan olduğunu algılamasıdır. Başkaldırmakla razı olmak arasındaki ince çizgidir. Baba ocağından ayrılan gelinin gözyaşıdır hüzün... Evinden ayrılmanın burukluğu, yeni bir ocak kurmanın, çoğalma ve çoğaltma arzusunun döktüğü gözyaşı...


Kendi rengine boyadığı her şeyi asalete dönüştürür hüzün... Kibri vakara, arkadaşlığı dostluğa, sevgiyi ve tutkuyu aşka, cıvıklığı mizaha, yazıyı şiire, hastalığı sabra, ölümü tahammüle, intikamı adalete o çevirir. Hüznün sahtesi olmaz, yalanla bir arada durmaz o. Hüzün merhamettir, yardımseverliktir. Anne baba sevgisinden torun sevgisine uzanan bir esinti, yıldızlardan bal yapan arılara kadar duyulan hayranlık dalgalarıdır. Hüzün, aczini ve kudretini hissetmektir.

Dost ihanetinin şokuna karşı en büyük kalkan da odur, aşk acısının ilacı da... Ağlasan da, gülsen de, hüznün yüz ifadesi tebessümdür... İnce bir tebessüm.

Hüzün, her şeye ince bir ayar vermektir.

Ve bu toprağın ortak paydası, kederde ve tasada, sevinçte ve kıvançta bir olmak değildir, hüzündü[r]. Korkuyorum, hüznümüzü kaybediyoruz.

Bu seçim günü, belki oyunuzu kullanıp döndükten sonra okuyacağınız bu yazımda, size bir proje ve kitaptan söz edeceğim: Ebru... Fotoğraf sanatçısı Attila Durak’ın “kültürel çeşitlilik üzerine yansımalar” olarak tanımladığı Ebru, “Türkiye kimlerindir?” sorusuna “objektifi vasıtasıyla aradığı ve yedi yıl boyunca her gün tekrar tekrar bulduğunu düşündüğü cevap” olarak ortaya çıkmış Türkiye’den insan fotoğrafları projesi ve kitabı...

“Bu fotoğraf dizisi, insanların değişik kültürel kimliklerden doğan farklılıklarını yansıtırken, insan olmamızdan gelen bir ortak bağı da paylaşmakta olduğumuzu anlatmak amacıyla çekildi. Bunu yaparken Ebru’nun söze döktüğümüzde hepimize çok basit ve aşikâr gelen bir mesajı vurgulamasını istedim: Bu fotoğraflar, bir tanesi hariç, birer insan portresidir; neşelendiğinde gülen, hüzünlendiğinde ağlayan, seven, sevilen, yaşamını sürdürmek için çalışan, umutları, kaygıları ve düşleri olan insanların portreleri… Ve konusu insan değil bir çocuk mezarı olan tek fotoğrafımın söylemek istediği gibi, er ya da geç, ölümlülüğe boyun eğmek zorunda olan insanların fotoğrafları…” diyor sanatçı.


İsmin neden Ebru olarak seçildiğinin açıklaması da resmi sitede yapılmış: “Ebru sanatçısı, eserini suda yaratır, ardından kâğıda geçirir. Su ile kâğıdı yaratıcı bir şekilde bir araya getiren ebru, tarihsel akışı ve “geçici kalıcılığı” aynı anda kavramsallaştırma olanağı sunar. Bir metafor olarak “ebru”, 21. yüzyıl başlarında kültürel politikanın yeni ve eski ikilemleri üzerinde düşünmek için sıkça kullanılan “mozaik” gibi metaforlardan çok daha anlamlı bir alternatif olabilir.”

Ayşe Gül Altınay’ın hazırladığı, John Berger’in önsözü ve Sezen Aksu, İshak Alaton, Murat Belge, Ruşen Çakır, Alan Duben, Ara Güler, Akif Kurtuluş, Herkül Millas, Elif Şafak, Takuhi Tovmasyan Zaman gibi isimlerin yazılarıyla yayımlanan kitapta, Kalan Müzik’in çok kültürlülüğün renklerini yansıtan türkülerle destek verdiği sitede ve Attila Durak’ın fotoğraflarında gördüğüm, duyduğum ortak bir şey vardı: Hüzün...


Ve bu hüzün, her biri farklı toplumsal katmana, daha da önemlisi ayrı ayrı etnik ve dini topluluklara mensup insanları öylesine görünmez bir iple birbirine bağlıyordu ki, binlerce yıllık ortak, ama farklılıklarını koruyarak bir arada yaşamanın sırrını fısıldıyordu. Sitede yer alan Türkçe, Kürtçe Kara Üzüm Habbesi’nde, Gürcüce ve Lazca Cilvelo Nanayda’da, Türkçe Yörük Yurdudur Yurdumuz’da, İbranice, Türkçe, Rumca, Ladino Kante Kadife’de, Süryanice Kurole Allaho’da ve daha birçok türküde bu hüznü duyabiliyor ve “Of aman aman!”ın her dilde aynı şekilde söylendiğini farkediyorsunuz.


John Berger, Ebru’nun önsözünü şu cümleyle bitiriyor: “Empedokles iki bin beş yüz yıl önce Sicilya’da yaşayan bir hekimken varolan her şeyin ateş, su, toprak ve hava adlı dört akıllı unsurdan oluştuğunu ve, Aşk’ın ya da Kavga’nın önderliğinde, sürekli ya tek olmaya ya da çokluğa doğru bir çaba içinde olduğunu söylemiştir, ve işte bunun içindir ki her şey bütün farklılıkları ve benzerlikleri içinde ebediyen varolur ve varoluşları kutlanmalıdır.”


Memleketin nerdeyse bütün yazarları hangi partiye oy vereceklerini açıkladılar, biz eksik kaldık. Bloglar seçim yasaklarından muaf olduklarına göre, tam seçim gününün göbeğinde bu konuda birkaç kelam etme fırsatını kaçırmış olmayayım.

Kurbanlık hayvana yapılacak muamelenin bile insani kurallara tabi olduğu Kurban Bayramı’nın hüznünü kaybedeli çok oldu, şehirleri savaş alanlarına, sokakları kan gölüne çevirdik. Ama miting meydanlarında kana susamış cellatlar gibi idam ipi sallayanların “Niye asmıyorsun?” sorusuna “Sen niye asmadın?” cevabının verildiği, kanın, canın ve ölmümün bu ölçüde iğrenç bir malzemeye dönüştürüldüğü bir seçim atmosferine ilk kez tanık oluyorum. Bu ölçüde diyorum, çünkü daha önceleri de çoluk çocuğun izlediği televizyon ekranlarında “Kurşun atan daaa, kurşun yiyen deee...” nidalarının yankılandığını, masum bir çözüm arayışına bile “Ne mozayiği ulan?” diyerek itirazlar edildiğini hatırlıyorum.

Bu seçim döneminde hangi partinin sözünde, özünde, gözünde hüznün emaresini gördünüz diye sormayacağım bile. Tam tersine tümü birden, şu kısacık seçim sürecinde bu toprağın hüznüne kastetmedi mi? Halkının hüznüne ortak olmayı beceremeyip andıçlardan, muhtıralardan icazet alma derdine düşenlerle, bunlardan mağduriyet meyvesi devşirip ödünç de olsa bedava demokrasi oyu alanlar, biri bir taraftan biri diğer taraftan oy kapmak için terörü kışkırtma ortak paydasında buluşanlar arasında tercih yapmakta nasıl zorlanmayayım?

Bu nedenle ben, köşe yazarları gibi rahat değilim. Oyumu kullanmaya gidip gitmeme konusunda kara kara düşünürken, oturup bu yazıyı karaladım.

Yoksa, siyasette hüzne yer olmaz mı diyorsunuz? Hak ettiğimiz bu mudur?

İkilemdeyim, kendi hüznümle başbaşa kalsam daha mı iyi olacak acaba?

19 Temmuz 2007 Perşembe

| Serbest pazar, sadece malların değil, düşünce ve duyguların da serbest dolaşımda olduğu pazardır... Peki, ya yalanlar?

Serbest pazar, sadece malların değil, düşünce ve duyguların da serbest dolaşımda olduğu pazardır, ama yalanlar bozuk mal hükmündedir. Yerseniz midenizi bozar, deponuzu doldurursanız motorunuzu...


Rüşvet, adam kayırma, yalakalık, iltimas, kişiye özel yasalar, haksız rekabet, utanmazlık, ihale fesatları... Bunların hepsi pazar bozucu parazitlerdir, ama yalan bize yedirilmeye çalışılan bozuk malın bizzat kendisidir.

Siyasetçi, söylediği açık yalanları ya ahlaken yalan olarak görmüyor ve siyasetin meşru bir aracı olarak algılıyor... Ya da... Bunu söylemeye dilim varmıyor. [FOTOĞRAF: VLADIMIR LESTROVOY]

17 Temmuz 2007 Salı

| Bu siyaset sezonunun en iyi ilanı: Beş yıllık istikrar ve güvenin CHP tarafından tercümesi...

CHP, rakibinin iletişim uygulamalarını yakından izleyip anlık cevaplar geliştiriyor. Bunların bir kısmını fazlaca AKP’nin rüzgarına kapılan çalışmalar olarak görmek mümkün... Ancak bugünkü gazetelerde yayımlanan bu CHP ilanını bu siyaset sezonunda şimdiye kadar gördüğüm en iyi basın ilanı olarak ilan ediyorum.


Bu seçimde, AKP’nin bir sene önceden hazırlıklarını yapıp muhteşem bir açık hava operasyonuna imza atmasını hayranlıkla izlerken, ortaya çıkan her uygulamayı benimseyememekle birlikte CHP’nin de seçim konjonktürünü bu ölçüde yakından takip etmesini takdir etmemek olmaz.

E, her şeyi Goebbels’ten devşirecek değiller ya, sonuçta CHP’nin yukarıdaki kalitede işler çıkarabilecek entelektüel bir zemine sahip olduğunu da inkar edemeyiz. Ajansın da...

İlanla ilgili bir çift laf edecek olursak, ilk taktığım şeyin başlık olduğunu söyleyebilirim. Tamam esprili, kafiyeli, biraz da agresif bir yaklaşımın etkili olacağı düşünülmüş olabilir, ama ilanı başlıksız düşündüğümüzde etkisinin çok daha yükseldiğini görüyorum.
1.
Fotoğrafın hem kalitesi hem inandırıcılığı yüksek, önceki ilanlarda yer alan göğe bakan insancık fotoğraflarıyla hiç alakası yok!
2.
İlan fotoğrafının içinde yer alan gazetede güncel bir AKP ilanı yer alıyor. Bence cesur bir tavır... İlanın hiçbir mesajı da üstüne soğan, domates, ekmek dilimi veya çay bardağı koyarak gizlenmemiş. Ne yazıyor ilanda: “İstikrar ve güvenin devamı için... Beş yılı kaybetme, yine kazan. Durmak yok, yola devam. Her şey Türkiye için. Evet.” Tabii rahat ve hızlı algılamanız için, buraya aktarırken mesajların tüm imla hatalarını ben düzelttim.
3.
Bu mesajın yer aldığı gazeteyi işçiler sofra örtüsü olarak kullanıyorlar. Sofranın hali, CHP’nin yorumuna göre geçtiğimiz beş yılın fotoğrafını yansıtmış oluyor. “Al sana geçtiğimiz beş yılın fotoğrafı vatandaş! İstersen durma, bu yolda devam et.” mesajı çok açık... Memleket gerçeğinin elbette bir parçası bu... Yok mu böyle fotoğraflar memleketimizde? Var.
4.
Sezonun en iyi ilanının fotoğrafında yer alan AKP ilanı da belki sezonun en kötü ilanı... Behçet Nacar’ın avantür filmlerinin afişleri tadında, gereksiz üç boyutlu tipografik düzenlemelerle hazırlanmış “kitch” bir grafik... (AKP, grafik çözümler ve renk kodlamaları konusunda pek pejmürde duruyor, değil mi?) CHP, kendi ilanının kalitesiyle AKP ilanın kalitesizliği arasındaki kontrasttan da böylece istifade etmiş oluyor.

Güzel güzel... İronu dozu çok tadında ve aynı zamanda zekice... Bir de şu başlığı kullanmasalardı.

Güncelleme [ 18 TEMMUZ 2007 ]

Dün sabah güne Sabah’la başlamıştım ve yukarıdaki ilanı gördüm. Oysa bu bir kampanyaymış, yani birbirini takip eden başka ilanlar da var. Bu bakımdan başlığa olan itirazımı geri almak zorundayım. İlla bu başlık mı olmalıydı, yine de çok emin değilim, ama ilanları birleştirecek, mesajı tek bir söz ya da cümlede toplayacak birleştirici unsura (tag-line) ihtiyaç olduğu muhakkak.

Ali Atıf Hoca, Bugün’deki bugünkü köşesinde bu ilanlara dikkat çekmiş. (Hoca’nın yazılarına bağlantı veremiyorum, çünkü Bugün’ün sitesinde ciddi bir sorun var. Kendisine de haber vermiştim ve düzeltildiğini söylemişti. Bir ara düzelir gibi oldu, sonra yine bozuldu. Şimdi de buradan duyuruyorum, Bugün’ün teknik ekibi duysun diye...) Hoca da ilanlarla ilgili aynı görüşü paylaşıyor, ama mecrayla ilgili kaygısı var:

“CHP’nin ‘yalanını da al git’ başlıklı ilanları bu seçim döneminin teknik açıdan en doğru içerikli reklamları. Yalnız bu reklamların basında etkili olacağı şüpheli. Sabah, Hürriyet okuyan ekmek-peynir yer sofrasında mı kahvaltı ediyor ki, bu reklamları içselleştirsin...

Eğer ‘yalanını da al git’ garibanizm konsepti TV’de yayınlansaydı çok etkili olurdu!”

Bu kampanya sosyal katmanlar temelinde genişletilecek olursa, belki ‘garibanizm’ özelinde kalmayabilir. CHP’nin ‘garip’ler nezdinde işi her zaman zor oldu zaten.

Kampanya ilanlarının ‘jpg’lerini edindikçe burada yayımlayacağım. Memlekette başarılı siyasal kampanya örneklerini zor görüyoruz çünkü...

Güncelleme [ 19 TEMMUZ 2007 ]

Kampanyanın iki yeni ilanını daha yayımlıyorum. Gittikçe gerçeklik duygusunu kaybeden fotoğraflarla karşılaşıyoruz.


Daha da kötüsü, ajansın yaptığı bir acemilik yüzünden yukarıda gördüğünüz kapalı kepenklerin olduğu ilanı Erdoğan bugün seçim meydanlarında kendi lehine bir güzel kullandı. Meğer kapalı dükkanlardan biri, iflas etmek şöyle dursun, işini büyüttüğü için biraz ötedeki daha geniş bir yere taşınmamış mı?

Bu fotoğrafların kurmaca (fictional) olduğu zaten belli... AKP’nin icratlarını duyurduğu afişler, gazeteler veya raketlerle, o icraatların “yalan” olduğunun ispatı olan manzaraların böyle yan yana gelmeleri biraz fazlaca ballı bir durum oluşturmaz mı? Ancak, bu fotoğrafları kurgularken, işin taraflarının sıkı sıkıya bağlanması gerekirdi. Oysa, tam tersine fotoğraf çekimlerinde etrafa yalan söylenmiş, tabii birileri de konunun üzerine balıklama atlamış.

Benzer bir hadise, bu seçimde SP’nin de başına geldi. Bir çay işçisi kadının fotoğrafının izinsiz kullanılması dava konusu oldu. Tazminat davası hiç önemli değil de, afişlerinizde kullandığınız birinin basının önünde size verip veriştirmesinin seçmen nezdindeki olumsuz etkisini düşünsenize!

Bu olaylar bana bir anımı hatırlattı. Ünlü bir fotoğrafçının bir karesini benzer bir kampanyada kullanmak istemiş ve kiralamıştık. Dokuz yaşlarında, muhteşem güzel gözleri olan bir kız çocuğunun fotoğrafıydı. Fotoğrafçı arkadaşa, izin almamız için kız çocuğunu ve ebeveynini nasıl bulacağımızı sorduğumuzda, “Vallahi, ben o fotoğrafı Balat civarlarında bir yerde çektim, ama yeri tam olarak hatırlamam mümkün değil. Ayrıca, fotoğrafı çekeli nerdeyse on yıla yaklaşıyor. Bulmanız imkansız.” demez mi?

Fotoğrafı sunum aşamasında da kullanmıştık. Hatta, belki işi almamızda, o kız çocuğunun ta insanın kalbine işleyen mahzun bakışlarının etkisi bile olmuştu. Müşteri ısrar edince bir ekibimiz, ilginç hafiyelik yöntemleriyle, elde fotoğraf Balat’ı didik didik etti. Ve mucizevi bir şekilde kız çocuğu (Pardon, artık genç bir kızdı.) ve ailesi bulundu. Balat’ta iki gözlü bir ev, işsiz ve hasta bir baba, komşuların iyi kötü yardımlarıyla hayatını idame ettiren yoksul bir aile... Ciddi yardım sayılacak bir bedelle gerekli izinler alındı, ilgili belediye nezdinde girişimlerde bulunuldu ve babaya uygun bir iş sağlandı. Hem izin alabildiğimiz hem de bu yoksul aileye anlamlı bir yardımımız dokunduğu için hepimiz sevindik.

Bu hikaye, size de, kumsaldaki deniz yıldızlarını denize atan adamı hatırlatmıştır belki...

15 Temmuz 2007 Pazar

| Mehmet diye seslensem tam iki milyon üç yüz kırk altı bin dokuz yüz yirmi yedi kişi bana bakar!

Bu seçimin benim için tahrik gücü yüksek uygulamalarından biri de DP ilanlarının altına atılan Mehmet imzasıdır. Bu nedenle buna da dokunmadan geçemeyeceğim, çünkü bize temel mevzularımızdan biriyle ilgili laf etme imkanı veriyor.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kazandığı dönemleri hatırlar mısınız? O dönemlerden beri Erdoğan, kauoyunda Tayyip adıyla şöhret buldu. Halkın belki Erdoğan’ı kendine yakın (Kaçak evde oturduğu tartışmalarını da hatırlayın!) bulmasından, muhaliflerinin de önadla hitap etmenin laubaliliğinden (Bugünlerde “Özlem siyasette yeni!” muhabbeti...) yararlanma heveslerinden kaynaklanan bu durum, belki o zamanlar Erdoğan’ı da rahatsız ediyordu. Nitekim AKP kurulduktan sonra “Niye bütün liderler soyadlarıyla anılıyor da, Erdoğan’a önadıyla hitap ediliyor?” diye partililerin bu “sululuğa” bozulduklarını, hatta tartışmanın basına da yansıdığını hatırlıyorum.

Doğru, kimse Demirel’e Süleyman, Erbakan’a Necmettin, İnönü’ye İsmet, Menderes’e Adnan, Türkeş’e Alparslan dememiştir. Tabii, herhalde eşleri hariç...

Erdoğan’ınki elbette kendisinin bilinçli bir tercihi değildi, hatta, dediğim gibi belki bu hitap şeklinden ilk dönemlerde kendisi de rahatsız olmuştu. Bu durum gerçekten Erdoğan’ın halka yakın durmasından mı, yoksa döneminde ondan daha fazla şöhret olan Yılmaz Erdoğan’la soyadı çakışmasından mı kaynaklandı bilemiyorum. Ama Tayyip adının yerleşmesine “hafife alma” duygusuyla hareket eden muhaliflerinin emeklerinin geçtiğini söyleyebiliriz. Şunu kabul edelim ki, bu hitap şekli, Erdoğan’ın zorunlu olarak halkla mesafesinin açıldığı, başbakanlığa terfi ettiği son birkaç yılda daha çok işine yarıyor olmalı...

Önadıyla hitaba muhatap olan iki isim daha hatırlıyorum; biri Mesut, biri de Tansu... Yılmaz’ınki, büyük ihtimalle soyadının fazla jenerik olmasından kaynaklıydı. Ancak yine de Mesut’ta “yaramaz oğlan”, Tansu’da ise “çıtır kız” çağrışımları muhalifler tarafından beslenmişti.


Tabii, bu sonuçların hepsi doğal gelişmelerdi. Mehmet’e gelince, Tayyip kompleksinden kaynaklı olarak yapay bir müdahaleyle oluşturulmak istendiği, Mehmet Ağar’ın Mehmet’inin [FİLM] [ŞARKI] kısa marka adı olarak önerildiği çok sırıtıyor. Tutar mı? Asla!

Öncelikle marka adı özgün ve az bulunur olmalıdır. Beğenin veya beğenmeyin, Tayyip böyle bir marka adıdır. Oysa Mehmet öyle değildir. Strateji-Mori’nin yaptığı araştırmaya göre Mehmet adı Türkiye’de kullanılan erkek adlarının oransal olarak başında yer alıyor. Hem de açık ara farkla... Sıralama şöyle: Mehmet (%6.4), Mustafa (%4), Ali (%3.8), Ahmet (3.2), Hasan (%2.7). Konumuz dışı, ama siz şimdi merak etmişsinizdir, kadın adlarındaki Türkiye geneli sıralaması da şöyle: Fatma (%4.5), Ayşe (%4.3), Emine (%3.0), Hatice (%2.8), Zeynep (%1.1). Yani Türkiye’de erkek nüfusunun 36.670.736 olduğundan hareketle bir hesaplama yaptığımızda tam 2.346.927 adet Mehmet’in aramızda dolaştığını anlamış oluruz.

Sakın ha, bu sayıyı küçümsemeyin. Marka adından söz ediyoruz. Mesela ortalıkta dolaşan kaç tane Philips markası olduğunu hesap etmeye kalkarsanız iki milyon küsur sayısının ne anlama geldiğini daha iyi kavrarsınız.

Oysa Mehmet Ağar’ın Ağar’ı daha az bulunur ve daha özgün bir marka adıdır. Zaten siz de Ağar’a Ağar demiyor musunuz?

Artık geçmiş olsun demekten başka yapacak bir şey yok, ama bu işlerde suyu çatlağından akıtmak, çatlağı önden kestirmek çok önemlidir, inada gelmez.

BU YAZIYLA BİRAZ İLGİSİ OLAN BİR YAZI:
| Markalar ve isimler...

12 Temmuz 2007 Perşembe

| “CHP ile Hitler’in seçim afişlerindeki benzerlikler” ya da hop diye bir sözlük maddesinin üstüne atlamak!

“Goebbels’in ruhu yakamızı bırakmıyor bir türlü!” başlıklı yazım, artık seçime ramak kalmış bir konjonktür nedeniyle olsa gerek, son günlerde en çok okunanlar listesinde başı çekiyor. Doğaldır.


O yazımda da belirttiğim gibi bu seçim döneminde siyasi iletişim strateji ve uygulamarıyla ilgili yazmamaya kararlıydım. Hâlâ da öyleyim, ama tahrik gücü yüksek bir iki bombaya dokunmadan edemezdim. Zaten, hangi biriyle uğraşıp hangi birini düzelteceksin? Sonra, üstüme vazife de değil. Partilerin bu seçim dönemindeki iletişim faaliyetleriyle ilgili olarak Ali Saydam birkaç yazısıyla çok yerinde analiz ve değerlendirmeler yaptı, okumanızı tavsiye ederim. Saydam, “Bu seçim iletişim de bir tuhaf...” diye başlıyor ve devam ediyor: 2, 3, 4, 5, 6.

Peki, bu yazı ne öyleyse? Başlıkta da dediğim gibi, bu yazı bir sözlük maddesinin üstüne atlamaktan ibaret... “Her gördüğün sözlük maddesinin üstüne mi atlarsın?” diyorsunuz doğal olarak... Tabii ki atlamam, ama bu sözlük maddesinde yer alan bazı görüşlerin ilgili yazımı okuyan başkalarının kafasına da üşüşmüş olabileceği kuşkusu nedeniyle atladım. Yoksa, bir müzakere ve eleştiri adabı bekleyemeyeceğim, hakaret ve küfürlerine engel olamayacağım bir maddeyi karşıma alıp da laf yarıştırmam mümkün mü?

Sözlük deyince Ekşi Sözlük diye anlamayın, onun CHP ile ilgili maddesinde bu yazıma şu ifadelerle gönderme yapılmış: “Çok kötü seçim afişlerinin altında yatanlara ilişkin, profesyonel bir grafik sanatçısı olan Selim Tuncer’in derin analizler yaptığı parti.”


Benim şimdi sözünü ettiğim, Zamane isimli bir sözlük ve bu sözlüğün “CHP ile Hitler’in seçim afişlerindeki benzerlikler” başlıklı maddesi...

İlgili yazımı bir yerlerimden salladığım ithamında bulunan sözlük yazarlarından Tuzluk’un ve bir arkadaşının, tam tersine benim yazımı bir yerlerinden anlamaya çalıştıkları, bu nedenle de zerre kadar anlayamadıkları çok açık. Şimdi, kısa kısa maddelerle belki kafalarıyla anlamalarına yardımcı olabilirim:
1.
Gerçekten olabilir miyim, bundan da çok emin değilim. Çünkü partizanlarla karşı karşıya olduğum anlaşılıyor.
2.
Oysa ben, onların tahmin (veya itham) ettiği gibi iflah olmaz bir CHP muarızı ve muhalifi olmadığım gibi, CHP’yi göçertmek için AKP tetikçiliğine de soyunmuş değilim. CHP’li, AKP’li veya başka bir partili olursam nasıl objektif analiz yapabilirim?
3.
Ya bilmeden yazıyor ya da bilinçli olarak demagoji yapıyormuşum. CHP ile Alman Nazi Partisi’ni haksızca, ahlaksızca birbirine zorla benzetmeye çalışma rezilliği içindeymişim. Yok efendim, bunun arkasındaki art niyet neymiş, Nazi Partisi’nin icraatları hakkında bilgimiz yok muymuş ki CHP gibi bu toprağın partisini yerden yere vuruyormuşum, CHP’ye belden aşağı vurmayla ne amaçlıyormuşum, falan filan gibi hakaret ve kastını aşan ifadeler, benim yazımın temasının hiç anlaşılmadığını ortaya koyuyor zaten.
4.
Devam edelim: Ben CHP’yle Alman Nasyonal Sosyalist Parti’yi birbirine benzetmiş falan değilim. (Sadece CHP ile MHP arasındaki yakınlaşmayı ilgiyle izliyorum, o kadar!) Bu yazıyı, tek başına CHP kritiği olarak görmek de doğru değil zaten. Yazarı oldukları sözlüğün CHP’yle ilgili maddesinde yeterince kritik yer alıyor ki, bu arkadaşlar, bana laf yetiştirip temeli olmayan uçuk kaçık itirazlar yapacaklarına savunmalarını orada dile getirselerdi partileri için daha hayırlı bir iş yapmış olurlardı.


5.
Zaten komünistlerin afişlerinde de benzer tekniklerin kullanıldığı, bunun gayet normal olduğu ifade edilip, bir de yukarıda gördüğünüz Alman Komünist Partisi’nin afişi örnek olarak verilmiş. Ben, komünistlerin Goebbels teknikleri kullanmadıklarını iddia etmiş değilim ki! (Bakın, bu afiş de iyi oturdu bu yazıya! Hakları kalmasın diye yazının başlarındaki Goebbels’vari iki komünist afişini de ben yerleştirdim.)
6.
“Goebbels ruhu”nu bir anlayışın sembolü olarak görüyorum. Yoksa bu teknikler Goebbels’ten çok önce de, çok sonra da, gördüğünüz gibi şimdi de kullanıyor. CHP’nin Hitler gibi milyonlarca masumun katili olmaması, bu partinin bir afişinde “Goebbels ruhu”nu yansıttığını iddia etmeme niçin engel oluştursun? Bu durumda, bazı iletişim çalışmalarında aynı teknikleri kullandıklarını iddia ettiğim İş Bankası, Halkbank ve American Siding’in aynı zamanda milyonlarca masumun katili firmalar olduklarını mı iddia etmiş oluyorum? Kafayı mı yedim?
7.
CHP gibi, bazında “Mein Kampf” gibi insanlığa karşı suç işleme hedefleri olan bir manifestonun bulunmadığı bir partiyi, NSDAP (Alman Nasyonal Sosyalist Parti) ile kıyaslamak artık ahlak dışıymış. İfadeden, bu kıyaslamanın daha önceleri ahlak dışı olmadığı anlaşılıyor, ama biz yine de buna takılmayıp CHP’nin böyle bir manifestoya sahip olmadığı müjdesine sevinmeye bakalım!
8.
Yazım hatalarını düzelterek alayım: “Ein Volk, ein Reich, ein Führer...”, yani tek halk, tek devlet, tek önder sözünün AKP’nin afişlerinde yer alan “Tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak...” sloganına benzediği iddiası yer alıyor ki, buna söyleyecek bir şeyim yok. Benziyorsa benziyordur, ama NSDAP’ın sloganındaki kritik ifadenin “tek önder” olduğunu da hatırlatmış olayım.
9.
Müthiş bir zeka ürünü olarak Hitler’le Erdoğan’ın kürsüde konuşurkenki el kol hareketlerinin birbirine benzerliğiyle ilgili fotoğraf linkleri verilip bunları da yorumlamam istenmiş. Naziler’in özel “kol hareketi”ni dışarıda tutarak söylüyorum, biraz daha benzer hareketler bulunursa işim kolaylaşmış olur; mesela yürürlerken, çorba içerlerken, duş alırlarken... Belki uyurken, ağızları açık horluyorlardır da, ne dersiniz?

Sonsöz: Benim derdim CHP, AKP falan değil. Daha önceki Goebbels yazılarımda CHP falan da yoktu zaten. Diğer siyasi partileri de, kullandıkları iletişim yöntemleri bakımından CHP’den daha ileride görmüyorum. Söylediğim şu: Zaman zaman çeşitli şekillerde, çeşitli marka veya partilerde hortlayan “Goebbels ruhu”na teslim olmayalım.

Muhatabına “sürü” muamelesi yapan propagandaya kanmayalım, muhatabımızı “sürü” olarak görüp propaganda yapmayalım. Dediğim bundan ibaret.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

| Kapitalizmin, ataerkilliği ve Mustafalar’ı beslediğinin açık kanıtı: Ayşeler de tadabilir!

Televizyondan kulağıma ilişti, galiba biraz (birazı nasıl oluyorsa) feminist bir hanım Ülker Rodeo’nun reklam filmindeki “Ayşeler de tadabilir!” lafına takmış, verip veriştiriyordu. Konuşmalardan anladığım kadarıyla reklam filmi, oluşan tepkilerden dolayı yayımlanmıyormuş artık. Sohbete biraz daha kulak kabartayım derken çalışma odamdaki kumandayı bir anda eline geçiren Nesrin Hanım, sık sık yaptığı gibi zart diye kanalı değiştiriverdi. Herhalde adı Ayşe olmadığı için mevzu onu ilgilendirmemişti!


Hatırlarsınız, Rodeo’nun iki reklam filmi var. Lansman filminde Rodeo yiyen Mustafa, maruz kaldığı kuvvet macunu etkisi sayesinde annesinin salça kavanozunun kapağını acı kuvvetiyle bir çırpıda açıveriyordu. İkinci filmde ise Mustafa; Ahmetler, Aliler, Vedatlar şeklinde çoğalıvermişti. Ancak, nuga ve karamele batırılmış çıtır çıtır fıstıkların nefis Ülker çikolatasıyla eşsiz uyumu olan ve ağızlarda gerçek bir lezzet patlaması yaşatan enfes çikolatalı bar ve ‘kuvvet macunu’ Ülker Rodeo’yu yalnızca Mustafalar ve onun gibiler yiyebiliyor, Ayşeler ve onun gibiler ise isterlerse tadabiliyorlardı. İddiaya göre bu filmlerde açıkça cinsiyet ayrımı yapılıyordu.

Küçük bir araştırmayla, Ankaralı feministlerin “Kapitalizmin erkek egemen sistem aracılığıyla kadınları iki kez sömürdüğü, yabancılaştırdığı, ezdiği, tüketim nesnesi haline getirdiği dünya(mız)da sessiz kalmak, var olan düzenden memnun olmadığına dair bir düşünce geliştirilmediği anlamına gelir.” diye başlayan, belki de haklı bir itirazı dillendiren açıklamalarına şöyle bir paragrafı eklediklerini görünce, doğrusu, hani nasıl derler, koptum yani... “Mustafalar, Aliler, Ahmetler için çıkartılan çikolata reklamlarının Ayşeler de tadabilir sloganlarıyla bittiği bir ülkede, kapitalizmin ataerkilliği yoğun olarak beslediği saklanan bir durumdur diyemeyiz. Çünkü Mustafa gibi yetiştirilen ‘Rodeo erkek’leri, hayat bir çikolataysa eğer, bu çikolata Mustafalara ‘güç versin’, ‘keyfini yerine getirsin’ veya Mustafalar ‘kendini göstersin’ diye erkekleri cinsiyetçi bir bakış açısıyla sunulurken Ayşeler bu pastadan, pardon çikolatadan, sadece tadabilirler! Çünkü pastayı (yine pardon, çikolatayı) yemesi gereken Ayşeler değil Mustafalar’dır.”

Bence, ilk cümlenin tüm iddiasını ve ciddiyetini silip süpüren bir ironi bu... Buna rutubetten nem kapmak denmez de, ne denir?

Şu anda yaptığım, bir film eleştirisi ya da savunması değil. Filmi beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, stratejiyi doğru bulursunuz veya bulmazsınız, o başka... Ama böyle mizahi bir yaklaşımdan “kapitalizmin ataerkilliği yoğun olarak beslediği”nin kanıtlarını devşirmeye kalkarsanız ben de sizi insafa davet ederim.

Ülker, genç-erkek hedef kitleye yönelik bir ürün geliştirmeyi düşünerek böyle bir segmentasyona yönelmiş, o kadar! Yarın, genç-kız hedef kitleye yönelik olarak da Kalemiti markasıyla bir ürün geliştirebilir ve bunun için de “Mustafalar da tadabilir!” diyebilir. Ne var şimdi bunda? O zaman da “kapitalizmin anaerkilliği yoğun olarak beslediği”nden mi dem vuracağız?

Bir kadın giyim markasının “Erkekler için hiçbir şey yapmıyoruz!” dediği gibi, zaman zaman ‘erkekleri aşağılayan’ bu türden esprili mesajlarla karşılaşmıyor muyuz zaten!

“Ayşeler de tadabilir!” cümlesi, ya reklam ajansının filmin mizahi yapısına bir katkısı ya da segmentasyon konusunda içi bir türlü rahat edemeyen her üreticideki “Yahu, hedef kitleyi acaba fazla mı daralttık?” açgözlülüğünün ve Dimyat’a pirince gitme arzusunun bir yansımasından ibarettir, daha ötesi yok!


Ayrıca, eğer filmde cinsiyet ayrımcılığı yapılıyorsa, bunun, Mustafalar aleyhine yapıldığını pekala söyleyebiliriz. Eşşek kadar çocukların, hem de Rodeo yiyerek yaptıkları işlere bakın allahaşkına; kavanoz kapağı açmak ya da bir hanım şoförün yolunu kesen ineği karayolunun dışına çıkarmak... Hem de beş kişi birden! E, ben hiç Rodeo yemeden açarım hep kavanoz kapaklarını... İneğe de höst dersin, gider!

Bana göre kadınlar ve erkekler hayatı farklı paradigmalarla yaşarlar. Ve bu paradigmaları değiştirmek mümkün değildir; zaten gerekli de değildir. Evet, bu farklılıklardan ciddi çatışmalar da doğar, mizah da...

Ayşeler, Laleler, Semalar, Gamzeler... Hayata gülümseyin biraz! Ne bileyim, erkeklerle kafa bulun, çekiştirin, itiraf.com’a falan şikayet edin... Siz de anaerkilliği besleyin yoğun olarak, ödeşelim!

Kadın hakları demek, farklılıklardan doğan tatlı çekişmeyi yok saymak demek değildir.

3 Temmuz 2007 Salı

| “Toplumun diğer kesimleriyle aramızda kurduğumuz duvarları yıkmadan başarmamız zor.”

“Hedef kitleyi anlamıyoruz. O insanlara uzağız ve saygı duymuyoruz. Satışın temel ilkesidir; saygı duymadığınız birisine mal satamazsınız. İnsanlar yukarıdan bakılmayı, samimiyetsizliği hissederler. Öncelikle iş dünyasında patrondan pazarlama yöneticisine, reklamcıdan araştırma şirketine kadar ciddi bir paradigma değişikliği gerekiyor. Toplumun diğer kesimleriyle aramızda kurduğumuz duvarları yıkmadan da bunu başarmak zor. Türk aydını halkıyla, diniyle, tarihiyle, gerçekleriyle barışmak zorunda. Bunu sağlamadan işimiz zor.”


Yukarıdaki alıntının sahibi Güven Borça’nın yeni kitabı “Başka Akmerkez Yok” çıktı. Bu kitapçıkta hangi sorulara cevap bulacaksınız:

Camiamızdaki entelektüel birikimi sosyeteye yönelik “hoş” işler yapmak yerine kitlesel markalar yaratma yönüne kanalize etmek daha mı hayırlı olur? | Böyle bir şeyin fizibilitesi var mıdır? | “Ayağa düşmeden” kitleselleşmek ne kadar ince bir çizgidir? | Biz reklamcılar, pazarlamacılar o insanları, yani geniş kitleleri tanıyor muyuz? Daha iyi nasıl anlarız? | Peki bu memlekette siyasetçiler halkını anlıyor mu, bunun için çaba gösteriyor mu? | Yurdum eliti; memuru, işadamı, iletişimcisi halkıyla artık barışsa, kendimizi aşağılamayı bırakıp ortak hedeflere kilitlensek kim tutar bizi?

Bu eserde kullanılan fotoğraflar, 1998-2002 yılları arasında Süreyya Yılmaz Dernek ve Ergün Turan tarafından İstanbul’un on altı farklı semtinde çekilmiş çalışmalardan alınmıştır. Ayrıca bu çalışmalar BİZ adında fotoğraf albümü olarak yayınlanmıştır.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

| Goebbels’in ruhu yakamızı bırakmıyor bir türlü!

Kısa bir süre için normalleşmenin küçük ipuçlarını göstermeye başlayan Türk siyasi pazarı, e-muhtıra nedeniyle yeniden şirazesinden çıkınca bu dönemde siyasi iletişimle ilgili yazmamaya karar vermiştim. Çünkü iletişim, esasında serbest pazarlarda anlam kazanan bir iştir. Serbest pazar ise, sadece malların değil, düşünce ve duyguların da serbest dolaşımda olduğu bir pazardır. O nedenle AKP’nin “Durmak yok, yola devam!” demesi de, DP’nin “Buraya kadar!” diye haykırması da, MHP’nin “Niye girmiyorsun? Haydi gir gir gir!” histerisi de, CHP’nin “Şimdi CHP zamanı...” romantizmi de herkesin hiza aldığı bir ortamda boşluğa söylenmiş boş laflar olarak kalıyor. Öyle ki, hükümet bir son dakika kararıyla Kuzey Irak’a dalsa, mesajı elinde patlayacak olan MHP’nin baraj altında kalması işten bile değil... Bu mudur siyaset, bu mudur siyasal iletişim?


Yazmamayı düşünüyordum, ama CHP’nin gazetelerdeki iki tam sayfalık ilanı beni yine tahrik etti. “Nereye bakıyor bu adamlar?” dedirten, hedef kitlenin tamamını aynı torbaya doldurduğu için tamamen yapaylaşan, yüce CHP’yi hayranlıkla gözleyen insanların yer aldığı modern Goebbels’vari bir ilan...

Sakallı çiftçi dede, anneannesinin ördüğü hırkayla cici bir kız çocuğu, başörtülü bir abla, mezurası boynunda bir terzi abi, emekli turist kılığında şapkalı bir teyze, kaskıyla işçi, kimin kim olduğu pek anlaşılamıyor ama, arkalarda öğrenci, işadamı, hostes, banka memuresi gibi insancıklar stüdyoda bir arada... Öyle segmentasyon bölücülüğüne falan ne gerek var, hepimizin tasada ve kıvançta, kederde ve sevinçte ayrılmaz bir bütün değil miyiz?

Tabii, bu segmentasyon konusunda CHP’ye fazla yüklenmeyelim. Siyasi iletişimin zor yanlarından biri hedef kitlenin çok geniş olmasıdır. Bana Goebbels’in propaganda afişlerini hatırlatan bu ilandaki sorun ise, hedef kitlenin “torba dolsun, tek bir ilan olsun” mantığıyla sardalya kutusuna, pardon fotoğraf stüdyosuna tıkıştırılmış olmalarıdır.


Goebbels’in ruhu, nedense bizim yakamızı bir türlü bırakmıyor. Bu ruhu “Başöğretmenimiz İş Bankası!” başlıklı bir yazımdan, bir ara değindiğim Halkbank ve American Siding reklamlarından da hatırlayacaksınız. Siz şimdi “Bu Goebbels’e taktın be adam!” diyeceksiniz. Hayır, ölmüş adama ne takayım, benim taktığım başka bedenlerde ve örgütlerde reenkarne olmayı sürüdürüp duran Goebbels ruhu!


1.
Bu tür Goebbels’vari işlerde karınca mesabesindeki kalabalıklar genelde kırk beş derecelik bir açıyla yukarı doğru bakarlar. (Goebbels’in bazı afişlerinde aynı zamanda eller de aynı açıyla havaya kalkar.) Can alıcı soruyu soralım: “Bu adamlar, kadınlar, gençler ve çocuklar nereye bakıyor?” Cevap çoktan seçmeli: Tanrı’ya veya tanrılara, kabilenin köy meydanında yer alan toteminin tepesine, Hitit güneşine, güneş ve bulmaca tanrısı Amon Ra’ya, Ulu Manitu’ya, Olympos Dağı’nın tepesindeki Zeus’a, İnka tanrısı Wirakosha’ya, Gök Tengri’ye, gökten düşen elmalara, göçmen kuşlara... Bilemediniz, hiçbirine değil, herhalde ‘deniz, atlar ve depremler tanrısı Poseidon’un kardeşi, güneş yüzlü, ulu Baykal’a bakıyor olmalılar. Çünkü aşağıda altı oklu ipucu var.
2.
İlanın başlığı etkisiz, ama ‘cumhuriyet’le ‘halk’ arasında bir ilinti kurmuş olmasına sevinelim (mi?)
3.
Sardalyaları şöyle bir gözden geçirerek ilandan CHP’nin alt mesajlarını okumak da mümkün. Mesela hedef kitle tiplemeleri arasında yer alan sakallı çiftçi dayının sakallı olması ihtimal dahilinde, hatta mümkündür. Ama dayımızın, başına Özbek takkesi türünden şeyler takması hiç yakışık almaz, en iyisi kaskettir. Tabii ki hanımlar başörtüsü de takabilir, ancak belli bir yaşı aştıktan sonra ve belli bir bağlama biçimiyle... İranlı kızlar gibi üstten birkaç perçem saç görülmeli ve başörtüsü yavrukurt ya da Tom Miks fuları gibi boyundan gevşek bağlanmalı! Hizmetli kadrosu ise başörtüsü yerine boneyi tercih ederse kendileri için hayırlı olur.
4.
Sosyalizmin gülü (Acaba karanfil mi?) neden başörtülü ablanın elinde, bakın işte onu çözemedim.
5.
“Şimdi CHP zamanı...” sloganının ne söylediğini de kavrayamadım. Kiraz zamanı, tatil zamanı gibi mevsimsel ve geçici bir döneme işaret etmiyor mu? Yani, bundan önceki dönem doğal olarak AKP zamanıydı, şimdi CHP zamanı, bir dahaki mevsim yine AKP zamanı olabilir. Bu lafın vaadi nedir?
5.
İlanın dominant ögesi terzi abimize, doğrusu blucin pek yakışmamış. Ancak, asıl önemli olan artık bu zenaat dalının alışveriş merkezlerinin bodrum katlarındaki minik dükkanlarda paça kısaltmak ve sökük dikmek gibi bir kaderi yaşaması, terziliğin meslek olarak çoktan sahneden çekilmiş olmasıdır. Ölmeye yüz tutmuş bir meslek erbabına başrol vermek bir iletişim sorunu mudur, yoksa CHP’nin temel sorunu mudur, analiz etmeye değer... Gerçi Goebbels, terzilerden de önce ölmüştü ya!

Şimdilik üzerinde konuşmaya değecek başka siyasal iletişim örneğine rastlamadım. CHP hiç olmazsa buna sevinebilir!

Güncelleme [ 3 TEMMUZ 2007 ]

CHP kampanyaya, insancık sürüleri göğe bakmaya devam ediyor. Yukarıdaki ‘ulu’nun kim olduğu da gördüğünüz gibi ortaya çıkmış oldu. Gökte ‘deniz’ tanrısı...


Güncelleme [ 8 TEMMUZ 2007 ]

Ahmet Hakan da, bugünkü Hürriyet’teki köşesinde “Nereye bakıyor bu adamlar?” sorusunun cevabını vermiş: “Gökyüzünde beliren tuhaf bir cismin etkisi altına girip hipnotize olmuş dünyalılar kompozisyonu...” Bakın, işte bu benim seçeneklerim arasında yer almamıştı.

Güncelleme [ 9 TEMMUZ 2007 ]

Ali Saydam, bugünkü köşesinde siyasi partilerin iletişim stratejilerini ve ortaya çıkan uygulamaları analiz ediyor. CHP’nin “Şimdi CHP zamanı...” sloganıyla ilgili olarak da şunları yazmış: “Önce yine marka vaadine bakalım. Marka vaadi net değil. Herkesin bildiği varsayılmış herhalde. Oysa CHP’nin konumlandırılması yıllar içinde değişti. ‘Tagline’ gibi bir şey bulmuşlar: Şimdi CHP Zamanı! Ama bu bir vaat değil ki... Kusura bakmasınlar ama, bu hiçbir şey değil. Çığırtkan bir satış sloganı o kadar!.. ‘Şimdi karpuz zamanı! Şimdi çilek zamanı!’ gibi...”

Yok canım, Hoca’nın benim yorumumdan yararlandığını falan ima etmek istemiyorum. İşaret etmek istediğim şey, aklın yolunun bir olduğu...