31 Mayıs 2009 Pazar

| “Armut dalda kız balkonda sallanır, şeker yemiş yanakları ballanır!”

Bir sözcük her neyin ismi olursa olsun, sonuçta bir kavramın ismidir. Bir ismi, bir ses kodu olarak duyduğumuzda veya yazılı kod olarak okuduğumuzda, öncelikle zihnimizin derinliklerinde muhafaza ettiğimiz kavramı açığa çıkarırız. İletişimde “kod açma” dediğimiz şey budur aslında...


Örnekler hep “elma” sözcüğü üzerinden verilir ya, bu kez değişiklik yapalım, örnek sözcüğümüz “armut” olsun. Diyelim ki, iletişimin “kaynağı” olarak muhatabımıza, yani “alıcı”ya “armut” kavramını iletmek istiyoruz. Öncelikle mesajımızı kodlamamız gerekecektir. “Armut”, “armut” kavramının kodudur. Zihnimizde barındırdığımız şey ise, “armut” kavramıdır. Bizdeki “armut” kavramını muhatabımıza kavram olarak göndermemiz mümkün değildir. Çünkü kavramlar o kadar büyüktürler ki, zihinlerden zihinlere taşınamazlar. Bu arada, “armut”un kodu var, kavramı var, ama kendisi, yani nesnel gerçeklik olarak “armut” niye ortada yok diye sorulabilir. Bu filmde armudun kendisi oynamaz, bütün bunlar “armut” dalında olgunlaşırken ya da manavdaki kasasında mışıl mışıl uyurken olur. Siz hiç armudun kendisini beynine sokan kimse gördünüz mü?

Devam edelim: “Armut” kodunu alıcıya gönderdik. O da bizi kırmadı ve kodu kulaklarından içeri soktu. Kod, kod olarak bir işe yaramaz, açılması lazım. Alıcı, “Hadi o kadar kulağımdan girdi, bari açayım.” dedi ve kodu açtı. Zihninde kocaman bir “armut” kavramı açılıverdi. Ve ilet(iş)im gerçekleşti.

Ben kodlamayı, çok büyük dosyaları sıkıştırıp bir “zip” dosyası haline getirmeye benzetirim. Eğer koca koca dosyaları sıkıştırmazsanız gönderemezsiniz çünkü... Kodu gönderdiniz, karşı tarafa da gitti, ama açılması lazım. Eğer muhatabınızda bu “zip” dosyasını açacak bir “expander” yoksa, dosyanız sadece kodlanmış bir dosya olarak kalır. E, bunun yeri de, herhalde “çöp kutusu”dur. Gereksiz yer işgal etmemeli...

Demek ki, ilet(iş)im en az iki kişi arasında gerçekleşebiliyor ve her iki tarafın da ortak yazılım ve donanıma sahip olmasını gerektiriyor. Kod, yani adı üstünde şifre... Diyelim ki, parola... “Tık tık!” İçeriden: “Kim o?” Dışarıdan: “Ben Profesör Oklitus, Çelik Blek’in selamı var!” İçeriden: “Parolayı söyle!” Dışarıdan: “Mavi ibikli horoz!” İçeriden: “Saatlerdir seni bekliyorum, nerde kaldın?” Ve klik, kapı açılır.

Bir kod sistemi olarak dilin sözcükleri de parola gibi uzlaşım gerektirir. Yani insanlar, bir kavram üzerinde uzlaşırken aynı zamanda o kavramın ismi üzerinde de uzlaşırlar. Ve bu kodlamada bir nedensellik söz konusu değildir. “Mavi ibikli horoz!” Ne demek bu şimdi? Eğer söylersen, kapı açılır demek! Ötesini boşverin.

Armut!.. “Armut”a neden “armut” dediğimizin bir cevabı olması gerekmiyor. Önemli olan “armut” kavramına “armut” ismi vermemiz ve bu konuda uzlaşmamız. “Armut”u duyduğumuzda zihnimizde “armut” kavramının açılması... Bunun dışında, armudun sapının, üzümün çöpünün hiçbir önemi yok!

Bu arada, atlamamamız gereken önemli bir mesele, her ne kadar, aynen isim gibi kavramın da üzerinde uzlaşmış olsak bile, her birimizin zihnindeki “armut” kavramının mutlaka öznel farklılıklar göstermesidir. Kültürel ve algısal farklılıklar, yetiştiğimiz ortam, yediğimiz ya da komşunun bahçesinden yürüttüğümüz armutların cinsi gibi saymakta zorlanacağımız bir sürü etmen kavramı farklılaştırır. Ama idare edeceğiz artık! Çünkü epeyce geniş bir ortaklık var.

“Kodun açılımı nedir?” diye sorduğumuzda vereceğimiz cevapları da yine kodlarla ve simgelerle öreceğimiz için “kavram”ın kendisini asla burada aktaramayız. O nedenle bu yazıyı okuyan herkes, her adımda kendi kod açılımlarını yaparak yazıyı anlamaya çalışıyor. Mecburuz buna... “Kavramlar bir yerden başka bir yere taşınamayacak kadar büyüktürler.” diyoruz ya!

Şimdi, “armut” kavramını, bir “armut illüstrasyonu”yla simgeleştirmek zorundayım. Siz bu armutları, “armut kavramı” yerine koyun.


Yukarıdaki iki armuttan birincisi, diyelim ki “kaynak” tarafından “alıcı”ya gönderilmek istenen mesajın zihindeki kavramı... Yani “kaynak”taki armut kavramı... İkincisi de “alıcı”daki armut kavramı... Kaynakla (Buna “verici” de deriz.) alıcı arasında gidip gelen şey bir küçücük koddan ibarettir; ortada ne nesnenin, yani armudun bizzat kendisi ne de armut kavramı vardır. Kaynak armut kavramını kodlayarak, yani “armut” diyerek alıcıya iletiyor, o da kodu açıyor ve zihnindeki armut kavramına ulaşıyor. Ancak, gördüğünüz gibi iki zihindeki iki farklı armut kavramı nedeniyle ilet(iş)im tam olarak gerçekleşemiyor. Yani bazı boşluklar oluşuyor. İletişimin başarısını sağlayan şey, ortadaki koyu alanın genişliğiyle orantılı... Buna iletişimde “ortak deneyim alanı” deriz.


Eğer iki farklı dile sahip iki yabancı, kod sistemi olarak içlerinden birinin dilini kullanıyor ve bu kişiler bu dille aralarında anlaşmaya çalışıyorsa, “ortak deneyim alanı” çok daralır. Bunun nedeni ise, kavramların bebeklikten başlayarak zaman içinde büyümesi ve gelişmesidir. Oysa yabancı dil kodlarının kavram karşılıklarını kavramamız oldukça yüzeyseldir. En fazla sözlük ve ansiklopedilerle sınırlıdır. Kavramları ise tam olarak hiçbir sözlük, hiçbir ansiklopedi taşıyamaz ve aktaramaz. Belki ucundan azıcık!

Şimdi, aramızda uzlaşarak yüzlerce yıldır kullandığımız kodları, biri gelse, elindeki kocaman bir silgiyle silse ve yerine “Alın, bunun üzerinde uzlaşın!” diyerek dilimize yeni kodlar verse ne olur? Tabii ki kavramlar da göçer. Çünkü o kavramlar yine yüzlerce yıldır o kodlar (sözcükler, isimler) üzerine tutunarak büyümüşler ve hayatiyetlerini sürdürmüşlerdir. Kavramlar böyle yaşayabilir. Hatırlayın, bebeklikte kavramlardan önce sözcükleri öğrenir, sonra o sözcükleri kavramlarıyla doldururuz. Ve bu kavramsal gelişme ömür boyu devam eder. Hatta, düşünme fiilini gerçekleştirebilmemiz de sözcüklerle mümkün olur. Yani sözcüklerle düşünürüz ama, bu sözcüklerin kavram karşılıkları olmasaydı yine düşünemezdik, çünkü sadece bir tıngırtıdan ibaret olan içi boş sözcükler hiçbir işe yaramazdı.

Örnek olarak seçtiğimiz “armut” sözcüğünün kökeni “amrûd” Farsça bir sözcüktür mesela... Şu aşamada bizi ne ilgilendirir bu... Yüzlerce yıldır ilmek ilmek işlediğiniz ve zihninizde kavramını ördüğünüz “armut”u elinizden alsam ne yaparsınız?

İşte o nedenle dedim ki “Dil yasağı, insanın diline değil, zihnine vurulan bir kelepçedir!” Yine o nedenle dedim ki “Dil yasağı, insanı ömür boyu gurbete mahkum etmek demektir!” Ve yine o nedenle dedim ki “Bir kasabanın ismini değiştirmekle Hasankeyf’in sular altında kalması arasında bana göre hiçbir fark yoktur. İkisi de trajik!”

Eğer buradan politik bir itiraz ortaya çıkıyorsa çıkar. Bir şey yapamam. Teşbihte hata olmaz umarım, benim yaptığım “Ayının kırk türküsü var, kırkı da armut üstüne...” kapsamı içindedir. Kapsamın dışına taşanlar oluyorsa, tamam, onları da tanımazlıktan gelmem. Bunu, “anlayanlar anlamayanlara anlatsın” da dedim ama, yine ben anlattım. Umarım anlatabilmişimdir.

Bu arada, başka bir “armut” daha var ama, onu bağlamı belirler. Kimsenin üzerine alınmasına gerek yok!