18 Mayıs 2009 Pazartesi

| Dil yasağı, insanın diline değil, zihnine vurulan bir kelepçedir!

Dünyaya geldikten sonra ailemizin konuştuğu dilin sözcüklerini öğreniriz öncelikle... Ama bu sözcükler henüz bizim için ses birimleriyle (fonem) oluşturulmuş kombinasyonlar olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Zaman içinde kıyısından köşesinden kavramlarla tanışır, ilgili sözcüklerle kavramlar arasındaki ilişkiyi kurmaya başlarız.


Aslında önce kavram vardır, sonra bu kavrama isim verilir. Fakat bizim tanışmamız önce sözcüklerle, sonra kavramlarla olur. Kavramın gelişmesi ve derinlik kazanması ise, bebekliğimizden başlayarak çok uzun yıllar alır. Kavramsal gelişme, belki de ölünceye kadar devam eder.

Kavramlara sözcükler üzerinden varırız. Yani sözcükler kavramların kodlarıdır. Kavramlar o kadar büyüktür ki, ancak zihinlerin engin kapasiteleri içine sığabilirler. Bu nedenle kodlanmak zorundadırlar. Eğer bunu yapmayacak olursak, kavramları zihinden zihinlere taşıyabilmek imkanı olamazdı. Böylece insanlar arasında iletişim de gerçekleşemezdi.

Dilden bir sözcük atmak, birkaç ses biriminden oluşmuş bir yapıyı değil, koskoca bir kavramı atmak demektir. Dile bir sözcük kazandırmak da, aslında bir kavramı sağlam bir kazığa bağlamak anlamına gelir. Kavramlar, hayatiyetlerini sözcüklere yapışarak, tutunarak sürdürebilirler.

Sözcük haznemiz ne kadar genişse zihnimizde o kadar kavram muhafaza ederiz. Bununla kalmaz, aynı zamanda sözcüklerle düşünürüz de... Yine sözcük haznemizin zenginliğince düşünce zenginliğine ulaşırız.

Bu nedenle ana dili önemlidir. Bu nedenle ana dili yasağı zulümdür; insanın diline değil, zihnine vurulan bir kelepçedir.

Özellikle 1960’tan sonra Anadolu’nun birçok bölgesinde, bazı kasaba ve köy isimleri Ermenice, Arapça ve Kürtçe diye değiştirilmiştir. Oysa, hangi etnisiteye mensup olursa olsun, o yörede yaşayan halk için köylerinin ve kasabalarının isimleri, anadillerinin bir parçasıdır. Bir kasabanın isminin kökeni Kürtçe olsa bile, o isim, kasabada yaşayan Türkler için Türkçe, Araplar için Arapça’dır. Evet, öyledir.

Birkaç yıl önce yazdığım “Şanlıurfa’nın etrafı, dumanlı dağlar aman aman!” başlıklı yazıda konuya bir nebze değinmiş ve şöyle demiştim: “Bir kasabanın ismini değiştirmekle Hasankeyf’in sular altında kalması arasında bana göre hiçbir fark yoktur. İkisi de trajik!”

Neyse ki son zamanlarda güzel şeyler oluyor bu konularda...