3 Eylül 2009 Perşembe

| Kokular, tatlar, perhiz ve lahana turşusu!

“Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara. Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır. Vakit nedense sonbaharın son günleridir. Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır. Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.”


Ahmet Altan’ın “Benim Allahım” başlıklı yazısı bu cümlelerle başlıyordu. Gerçekten de, bir pide kokusunun herkesin zihninde farklı farklı ne geniş dünyalar açabileceğini tahmin etmek zor değildir.

Marcel Proust, modern edebiyat klasikleri arasında yer alan “Kayıp Zamanın İzinde” adlı yedi ciltlik dev romanında, ısırılan bir madlen kurabiyenin kokusunu yüz sayfalık bir “anı”ya dönüştürerek bir “duyum”un nasıl sınırsız bir kodlama yeteneğine sahip olabileceğini göstermiştir: “Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp ratlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.”

Tabii, koku deyince Patrick Süskind’in Koku’sunu anmadan olmaz: Patrick Süskind'in bu romanına konu olan olay, 18. yüzyılda Fransa’da geçer. Kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille, tüm insancıl duyumlardan ve duygulardan yoksun, yalnızca kokulara karşı görülmedik derecede duyarlı, istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten çekinmeyen bir katildir. Paris’te pis bir ortamda doğan adam ordaki kokuyla bir yetenek kazanır ve bunun onun için verilmiş bir yetenek olduğunu anlar. Herkesin, her şeyin kokusunu almakta, tüm kokuları üretmekte gerçek bir dahi olan bu genç adam, kendi kokusunun olmadığını, bulunduğu yerlerde insanların kendisinden çıkan kokuyu alamadıklarını anladığı gün, dünyasını yitirir. Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına sanki insanmış izlenimi verecek kokular sürünmektir. Toplum içinde bireyselliğini hiçbir zaman edinememiş, ama kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş bir dahiyi sergileyen bu görkemli alegorinin olağanüstü bir akıcılıkla erişilen son bölümü, benzeri herhalde Kafka’da görülebilecek bir insanlık tragedyasının simgesidir.[*]

Güzel parfümler elde etmek için genç kızları öldürerek onların kokularını alan Grenouille, sonunda şehrin en güzel kızını öldürür ve kokusunu alır. Dizi cinayetlerin katili olduğu anlaşılınca yakalanır ve idama mahkum edilir. İdam sehpasına çıkarılacağı gün son kurbanının kokusundan ürettiği parfümü sürer ve idamını izlemeye gelen kalabalığı kokusuyla büyüler. Yaydığı koku nedeniyle Granouille’yi bir melek gibi gören insanlar ondan bir parça alma arzusuyla yanıp tutuşurlar. Granouille parça parça edilerek öldürülür.

Bu arada, Al Pacino’nun en iyi erkek oyuncu rolüyle Oscar ödülünü aldığı Kadın Kokusu (Scent of a Woman) filmini sadece hatırlatarak geçeyim.

Bir Hintli yazarın, Radhika Jha’nın, adı doğrudan “Koku” olan bir romanı... Tanıtım yazısından: “Koku, egzotizmin büyüsü içinde oluşan bir roman. Kenya’da doğan Leyla Patel, Paris’in tutkulu dünyası içinde kendini arayan genç bir Hint kadını. Babası, Nairobi İstanı’nda ölünce akrabalarının yanına gönderilen Leyla, evinden, annesinden ve kardeşlerinden ayrılmanın acısını sürekli yanında taşır. Romanın en çarpıcı yanı, ‘koku’nun kullanımı. Her kokunun bir anlatımı, simgelediği bir durum ya da duygu var. Artık Lily adını kullanan Leyla’nın yemeklerin, insanlaırn, hayvanların ve daha birçok şeyin kokusuna karşı doğaüstü bir duyarlığı vardır. Nesneleri görerek değil, koklayarak algılar.”

Bir roman daha... Koku yok, ama onun yerini alan bir hap var. Sanem Sirer’in Radikal’deki tanıtım yazısından okuyabiliriz: “Pagan Kennedy’nin Anıkolik romanında bu kudretli nesne, Mem adı verilen bir hap. Proust’un Madlen’i gibi ufacık ama gücü aşkın. Bu hap, kullanıcısını geçmişinin en pırıltılı anlarına geri götürüyor, aradan geçen zamanın körelttiği, yitmiş mutluluklara dair anıları yeniden yaşamayı sağlıyor. Unutulmuş heyecan ve coşkuları, geleceğin önümüzde umut yüklü, uçsuz bucaksız bir olasılıklar ülkesi gibi uzandığını hissettiğimiz anları...”


Gördüğümüz gibi koku, edebiyat dünyasının önemli temalarından birini oluşturmaktadır. Çünkü, onun bu kodlama yeteneği sanatçıların uzak kalabileceği bir nitelik olmasa gerek... Son olarak, “Koku esastır, kişi aksesuar...” diyen Charles Baudelaire’in “Alıp Götüren Koku” isimli şiirine okuyabiliriz yüksek sesle...

Gözlerim kapalı, bir sonbahar akşamında;
Sıcak göğsünün kokusunu içime çeker,
Dalarım; gözlerimden mesut kıyılar geçer,
Hep aynı günün ateşi vurur sularına.

Sonra birden görünür baygın, tembel bir ada;
Garip ağaçlar, hoş meyveler verir tabiat;
Erkeklerin biçimli vücutlarında sıhhat
Ve bir safiyet kadınların bakışlarında.

O güzel iklimlere sürükler beni kokun;
Bir liman görürüm, yelkenle, direkle dolu;
Tekneler, son seferin meşakkatiyle yorgun.

Burnuma kadar gelen hava kokular taşır.
Yemyeşil demirhindilerden gelen bu koku
İçimde gemici şarkılarına karışır.

Şimdi bloğunu nedense şifreli yapmış olan bir şair dostumun şiir gibi yazılmış bir koku listesi vardı, görüp etkilendiğimde ben de onu taklit ederek devam etmiştim: “Koku deyince, yasemin kokusu... Asker dönüşü evdeki ilk gecenin ve yeni açılmış yatağın kokusu... Sevgi kokusu, saygı kokusu... Anne kokusu... Ilık yaz gecelerini yıkayan hanımellerinin kokusu... Parka kokusu, bot kokusu... Gülsuyuyla yıkanmış beyaz tülbent kokusu... Düğün kokusu, mevlit kokusu, cenaze kokusu... 60 kokusu, 80 kokusu... Derin sohbetlerin, sevinçlerin ve hüzünlerin, kavgaların ve sevişmelerin tanığı gecelerden kalma küllük kokusu... Kara trenin hüzünlü kömür kokusu... Çatlak dudak, kuru yaprak kokusu... Çilek reçelinin tencerede kaynama kokusu... Tezek kokusu, ateşlenmiş tüfek kokusu... Sevgili kokusu, sevdiğinin kokusu, ille de evlat kokusu... İlkbahar kokusu, sonbahar kokusu... Eylül kokusu, ikmal imtihanı kokusu... Anason kokusu... Kestane kebap kokusu... Varolmanın dayanılmaz hafifliğinin kokusu... Dostoyevski kokusu, Rilke kokusu... Fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusu, hatta fırının kokusu... Monroe kokusu, Teresa kokusu... Yirmi yıl sonra karşılaştığın arkadaş kokusu... İstanbul kokusu, Madrid kokusu... Tokyo kokusu, Dublin kokusu... Mogadişu kokusu, Bağdat kokusu... Ağlamanın ve gülmenin, haykırmanın ve susmanın kokusu... İsyan kokusu... Cami kokusu, kilise kokusu... Buda rahiplerinin tesbih ve buhur kokusu... Haşarılık ve tendürdiyot kokusu... Kalabalık kokusu, yalnızlık kokusu...”


Ne derece doğrudur bilmiyorum, koku duyusunu yitirenlerde intihar eğilimi bile oluşabiliyormuş, bir boşluğa düşmüş gibi hissediyorlarmış kendilerini... Haşmet Babaoğlu, Sabah’taki köşesinde “Güzel yaşamak, güzel kokular biriktirmektir” başlıklı yazısına şu cümlelerle başlıyordu: “Üzgünüm. Hatta şaşkınım... Akşamları uzanıp yıldızları seyrettiğim sedirin iki adım ötesindeki hanımelinin kokusunu alamıyorum. Mevsimi geçti, ondandır dedim önce. Oysa dehşetle hatırladım ki, en ballı zamanında, Haziran'da da alamamıştım kokusunu... O halde... Eyvah! Burnum hanımeline duyarsızlaşacak, zihnim o kokunun kışkırttığı anılara açılmayacaksa... Ne yaparım ben!”

Babaoğlu’nun yazısının girişini okuduk madem, birkaç satır daha devam edelim: “Hayatımda böyle izler bırakan ne kokular var... Onları yok sayarak... Bir ömürden söz etmek mümkün mü? Sevgilinin boynunun sol yanının, o karanlık ve nemli kuytuluğun kokusu mesela! Hani insanı ya oraya çivileyen ya da ayaklarını yerden kesen koku... Bir de sardunya kokusu.. Hele akşamüstleri sulandıktan sonra çıkardıkları o koku... Yani benim için sevinç, huzur ve şükür duygusunun kokusu... Fesleğen kokusu sonra... Yani anneyle özdeşleşen koku. Benzin kokusu, asfalt kokusu ya da... “Bir şehri tam kalbinden vurup gitme” nin kokusu yani... Yarım yamalak da olsa, özgürlüğe benzer bir çağrının kokusu...”

Biraz daha: “Bence sadece yemeklerin değil, hayatın da tadı kokularda gizlidir. ‘Koku hamil-i hatıradır’ derler bir de... Yani koku, anıların taşıyıcısıdır. Uzun sözün kısası... Dünyayı kokularıyla kucaklamak... Hayatımız boyunca kötü kokulardan çok güzel kokular biriktirmek... Ne güzel bir armağandır. Değerini biliyor muyuz acaba?”

Yazısının sonuna bir de şöyle bir not düşmüş Haşmet Babaoğlu: “Bana yine ‘abi ya, memleket yıkılıyor, sen dandik yazılar yazıyor, domatesten, hanımelinden bahsediyorsun’ diye mail atacak delikanlıya selam ediyor, biraz etrafını koklamasını öneriyorum. Çoğunluk bunu yaptığında memleket yıkılmayacak!”


Martin Lindstrom’a logo konusunda epeyce vurduk ama, yiğidi hem öldürüp hem hakkını yemek bize yakışmaz! “Duyular ve Marka” isimli kitabında ne diyordu Lindstrom? “Dünyaya ilişkin nerdeyse tüm kavrayışımız duyularımız aracılığıyla olur. Duyularımız belleğimizle aramızdaki bağdır, aynı zamanda bizi duygularımızla doğrudan bağlar. Işıltılı bir bahar tazeliğinin özel bir kokusu vardır. İmalatçılar bu hayatın yenilenmesi duygusunu şişelere doldurmaya çalışıyorlar. Pazarlamacılar bulaşık deterjanları, tuvalet temizleyicileri, şampuan, sabun, cam silicileri ve daha bir sürü şeyi satmak için baharla aramızdaki bu duygusal bağlantıyı kullanıyorlar.”

Pazarlamanın beş duyu üzerinden kurgulanması gerektiğine dikkat çeken Lindstrom kokuya da özel bir önem atfeder: “İlk sıfır arabanızı aldığınız günü anımsıyor musunuz? Üzerinde kendine özgü bir yeni araba kokusu vardı mutlaka. Çoğu kişi sıfır araba almanın en çarpıcı yanının ondaki yeni araba kokusu olduğunu söyler. Pırıl pırıl bir görünümün yanında, kokusu da bir yenilik ifadesidir. Aslına bakarsanız, yeni araba kokusu diye bir şey yoktur. Bu yapay bir kurgudan, doğrudan fantezi yaratan başarılı bir pazarlama oyunun dan başka bir şey değildir. Bu kokuyu fabrikada görebileceğiniz yeni araba kokusu içeren aerosol kutularında bulursunuz.”

Sözcüklerdeki çağrışım prensipleri gibi, kokular arasında da çağrışımın olabileceğini düşünebiliriz. Mesela ekmek kokusu, kavramlar arası bir çağrışıma yol açabilir. Yine Lindstrom’dan okuyalım: “Marka platformunuzu olabildiğince çok duyuya hitap edecek şekil de genişletmek oldukça anlamlıdır. Burnunuza sıcak ekmek kokusunun çarptığı bir fırının önünden hiç durmadan geçtiğinizi düşünün. Bu ne kadar zordur, değil mi? Kuzey Avrupa’daki süper marketlerde taze pişmiş ekmekler dükkanın hemen girişinde göze çarpacak şekilde sergilenir. Ortalıkta bir fırının varlığını gösteren bir belirti yoktur, ama tavana dikkatlice bakarsınız, ekmek kokularını bütün mağazaya yaymayı amaçlayan vantilatörleri fark edersiniz. Bunun satışları, hem yalnız fırın ürünlerinin değil, pek çok başka ürün çeşidinin de satışını artıran kârlı bir uygulama olduğu kanıtlanmıştır.”

Hepimiz çevremizi saran, açıldıkça açılan, biri açılınca içinden yenileri fışkıran şifreler dünyasında yaşıyoruz. Renkler, biçimler, sesler, tatlar, dokular ve kokular... Bu unsurlar, bazan eşyanın kendi nitelikleri arasında yer alarak nesnel gerçekliğin bir parçasını oluştururken, bazan da başka kavramlara, imgelere kapı açan kodlar olarak tezahür ederler. Çoğu zaman da her iki niteliği birlikte taşırlar.

Ekmeğin kokusu, ekmekle yapışıktır ve onun bir parçasıdır. Ama aynı zamanda o koku, bizim “kayıp zamanın izinde” yol almamızı sağlayan bir anahtardır. O koku, ruhumuzu bir zaman tünelinin içine çekerek zihinsel bir seyahate çıkarır bizi... İngilizce “essence”ın öncelikle ruh anlamını taşıması, “rayiha”nın “ruh” kökünden gelmesi elbette rastlantı değildir.

Daha önce Grafik Tasarım dergisinde yayımlanan “Grafik tasarımda tek duyudan ötesine yönelmek” başlıklı yazımda da değinmiştim. Marshall McLuhan, duyuların dört ana bölüme ayrıldığını, tat alma duyusunun koku almanın bir türevi olduğunu ve tüm iletişim teknolojisinin duyuların uzantısı olarak ortaya çıktığını öne sürer. Yine McLuhan’a göre yazının bulunuşuyla insanoğlunun ilkel döneminde egemen olan işitme duyusu yerini yavaş yavaş gözün egemen olduğu bir iletişime bırakmıştır. Ona göre, iletişimde egemen olan duyunun değişmesi ile birlikte çok şey değişmiştir. McLuhan, “Gutenberg Galaksisi” adlı kitabında konuşmaya ve işitmeye dayalı sesli iletişimin, yerini okumaya ve resimleri seyretmeye dayalı görsel iletişime terketmesini, yani işitsellikten görselliğe geçişi anlatmaktadır.

Her iletişim teknolojisinin (matbaa, radyo, televizyon) insanın duyu organları arasındaki dengeyi değiştirdiğini öne süren Marshall McLuhan, basılı yazıyla dengenin görme duyusundan yana değiştiğini, elektronik teknolojileri ve özellikle televizyonun da işitme duyusunu yeniden güçlendirdiğini söyler. Hatta o, elektronik medya sayesinde insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular. Doğrusu, bu vurgu, görme ve işitme duyularına ilaveten, tat alma, koku alma ve dokunma duyularını da içermekte midir, bilmiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, en güçlü iletişim, alıcının beş duyusunun birden devreye sokulmasıyla mümkün olabilmektedir. Yani, tam bu noktada Martin Lindstrom’ın uyarılarına kulak vermemek mümkün değildir elbette...

Yazı çok uzadı ama, antik dönemlerden bu yana aroma-terapi yöntemlerinin kullanıldığını, dinlerin kokulara olan ilgisini, mabetlerde tüttürülen buhurları, İslam’ın güzel koku sürmeyi sevap olarak görmesini hatırlatmadan geçmeyeyim. “Sözden söyleyenin kokusu gelir.” diyen Mevlana’yı da... Parfümün tarihine ise başka yazılarda değiniriz.


Şimdi size “Huzurun ve mutluluğun kokusu var mıdır?” diye sorsam belki de cevap veremezseniz, ama eminim, mutluluğun da, aşkın da, sevginin de, gençliğin de, sınavların da, seyahatin de, hiddetin de kokuları burnunuza gelmiştir zaman zaman... Peki, kokulu silgi, limon kolonyası, tereyağ, kantin, ev, simit, nem, kurabiye, ıhlamur, ruj, köfte, deniz veya tarçın kokuları sadece nesnel gerçekliğin, sadece şeylerin tamamlayıcı parçaları mıdır sizce?

Annemizin lahana turşusundan kurabiyelerine, kuru fasulyesinden köftesine kadar çocukluğumuzda önümüze koyduğu her lezzetin kokusu, bugün duyduğumuzda bizi kayıp zamanlarımıza geri götürür. İşte o nedenle annemizin kuru fasülyesi karımızınkinden daha lezzetlidir. Yoksa hanımlar hiç alınmasınlar, o kuru fasülyeyle rekabet etme şansları hiç yoktur. Bir dilim baklavanın midemize doğru inerken verdiği lezzet duygusu, zihnimizde açığa çıkardıklarının yanında hiçbir şey değildir.

Yaş ilerleyip perhiz dönemleri başladığında, insanın içgüdüsel isteklerinde bir gerileme olur haliyle... Bu nedenle perhiz insana zor gelmeyebilirdi ama, o baklavaların, böreklerin, köftelerin, eriklerin, incirlerin ve de envai çeşit lezzet ve kokunun zihnimizde açmasını arzuladığımız dünyaya karşı zaaflar artmaya başlar. Perhiz demek, sadece börekten vazgeçmek demek değildir yani...

Tatların ve kokuların anahtar değeri, onların yarattığı gündelik haz duyumlarının kıyaslanamayacak ölçüde önündedir.

Bu reklam filmi de bu yazının bonusu olsun:



Bu da ikinci bonus:

Hamsili Erişte from Bizim Usul Makarna on Vimeo.