11 Ağustos 2009 Salı

| “Allahaısmarladık Oine, bekle beni!”

Mübadele... Seksen beş yıl önce yaşanmış bir acının adı... Yunanistan’la Türkiye arasında yapılan insan değişimi... Yerel tarih araştırmacısı dostum Yaşar Karaduman’ın araştırıp yazdığı gerçek bir hikaye... Onun anlatımıyla...


Eleni ve kızları sabahtan beri Ünye iskelesinde birkaç bavuldan ibaret eşyalarıyla Gülcemal vapurunun gelmesini bekliyorlardı, diğer mübadillerle birlikte... Ağlıyorlardı. Küçük kızlardan Sofia yedi, Maria dokuz yaşlarındaydı. Babaları iki yıl önce ölmüştü. Yoğun bir kar yağışı vardı o gün. Evleri birkaç yüz metre ötede olmasına rağmen, kış kıyamet iki gün iskelede bekletildiler asker nezaretinde...



Vapurun siyah dumanları ufukta kendini göstermeye başlamıştı. Maria, Sofia’ya dönerek: “Sofia, bebeklerimizi valize koydun değil mi?” diye sordu. “Koymadım, onları merdiven altına sakladım, biz dönene kadar evimizi beklesinler diye!” dedi Sofia.

Oysa bir daha dönmemek üzere bineceklerdi o vapura... Yeni bir vatanda, yeni bir hayatları olacaktı..

Ağlayarak bindikleri vapur Fener Burnu’nu dönerken Maria elindeki karbeyaz mendilini Ünye’ye doğru sallayarak yüksek sesle “Allahaısmarladık Oine, bekle beni!” dedi. Sesi Karadeniz’in soğuk rüzgarlarında kaybolup gitti. Beyaz dalgalara doğru savurduğu mendil rüzgarda yalpalayarak epeyce bir uçuştuktan sonra denizin hırçın sularına birden batıverdi.


Gittikleri yerde hiç mutlu olmadılar, doğdukları şehri Oine’yi hiç unutmadılar.

Eleni, gelin olduğu, şarkılar ve ilahiler söylediği, kocasıyla ve çocuklarıyla mutlu günler geçirdiği evini bir daha hiç göremedi. Yunanistan’da hayata veda etti. Sofia ve Maria, doğdukları bu şehri yetmiş yıl sonra ziyarete geldiler. İki yaşlı kadın, yürekleri heyecandan çarparak hemen evlerinin yolunu tuttular. Şehir çok değişmişti, ama evleri kırık dökük halde de olsa yerli yerinde duruyordu. Metruk evin bahçesinde, çocukluklarında olduğu gibi yine yenidünya ve mandalina ağaçları vardı. Sarmaşık çiçekler, camları ve çerçeveleri kırık pencerelerden içeri girmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.



Sofia hiçbir yere bakmadan doğru bebeğini sakladığı merdiven altına koştu. Birkaç dakika sonra elinde iki bez bebekle ağlayarak dışarı çıktı. Sevinç ve hüzün gözyaşları birbirine karışmıştı. Tozun toprağın içinden çıkardığı bebeklere sarıldı, öptü, öptü. Maria da koştu, kızkardeşine ve bebeklere sarıldı ağlayarak... Dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladılar.

Hıçkırıklara başka hıçkırıklar karıştı. Onları izleyen mahallenin kadınları da katıla katıla ağlamaya başlamışlardı. Bu yaşlı iki kadın herkesin yüreğini parçaladı o gün...



Bu acı hikayenin özeti bu kadar... Hikayeyi Yaşar Karaduman’dan dinledikten sonra gözyaşlarını tutamayan biri daha vardı; Nesrin Hanım, bugün Sofia ve Maria’nın evlerine gitti, bahçenin, bebeklerin saklandığı merdiven altının, kızların odasının, sarnıcın ve evin diğer bölümlerinin fotoğraflarını çekti. Birkaçını burada paylaşıyorum.


Geçen Pazar günü Star gazetesinin Açık Görüş ekinde Murat Güzel’in “Sıkılmak modernliğin alamet-i farikası mı?” başlıklı bir kitap tanıtım yazısı yer aldı: “Norveçli düşünür Lars Fr. H. Svendsen modern zamanlarda yaygınlaşmış sıkıntı fenomenini felsefe, edebiyat, psikoloji, teoloji ve sosyoloji gibi birbirinden epey farklı alanlardan derlediği metinler üzerinden tartışıyor. Durumsal sıkıntılar ile varoluşsal sıkıntıyı birbirinden ayırt eden Svendsen modern bir problem olarak sıkıntıyı, sıkıntının tarihini, fenomenolojisini ve ahlakını ayrı ayrı bölümlerde tartışarak modernist kültürün sıkı bir eleştirisini geliştiriyor.”

Yukarıdaki hikayeyi buraya taşımamın nedeni ise “sıkıntı” değil, şu paragraf: “Bu problemi Pascal, Rousseau, Schopenhauer, Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger, Benjamin ve Adorno’nun tartışma biçimlerini irdeleyerek sıkıntının modern insanın ayrıcalığı olduğunu iddia ediyor. Önceden sadece toplumun bazı kesimlerine has bir problem olarak addedilebilecek sıkıntı probleminin modern zamanlarda artarak yaygınlaştığına, toplumsal plasebolardaki çeşitlenmenin ve eğlence endüstrisindeki gelişmenin de bununla irtibatlı olduğuna vurgu yapan Svendsen, günümüzde ‘değerli’ olandan çok ‘ilginç’ olana önem atfedilmesini de buna bağlıyor.”

Paragraftaki “değerli” ve “ilginç” tanımlamalarına dikkatinizi çekmek istediğim yazıyı FriendFeed’de de paylaştım ve tartışıldı. Şöyle bir not düştüm orada: Modern zamanlardaki sıkıntının bir yanını da beklentilerin yükseltilmesi, buna bağlı olarak yaşanan hayal kırıklıklarının yeni tüketimlere yöneltmesi ve bunun süreğenlik kazanması oluşturabilir. Daha önce bir iki şey karalamıştım, belki devam etmek lazım; modern insanın eşyayla ilişkisi de sorunlu hale geldi. Artık “değerli” şeylerimiz olamadığı için eşyayı kendi ömrümüz tükenmeden tüketiyoruz, “ilginç” olan ise hep “ilginç” olması için çok sık yenilenmek durumunda... Mesela dedemizin kalemi, annneannemizin buzdolabı, büyük halamızın cep telefonu diye bir şey hiç olmayacak çocuklarımız/torunlarımız için... Sözünü ettiğim yazılar şunlardı: “İmgeleri nesnelere yapıştırmak... Ya da biz kendimizi ne(re)ye yapıştıralım?” ve “İmgeleri nesnelere ya da nesneleri imgelere yapıştırmak ve Masumiyet Müzesi...”

“İlginç” olanın ömrü çok kısa... Bir düşünelim bakalım, “değerli” ne bırakabileceğiz çocuklarımıza?