2 Eylül 2008 Salı

| İmgeleri nesnelere ya da nesneleri imgelere yapıştırmak ve Masumiyet Müzesi...

“Nesnelerle deneyimler arasındaki ilişki, insanın anılarını bir yere bağlama, yapıştırma ihtiyacının sonucudur. Son birkaç yüz yıldır siyasal bir içerik kazanmış olsa bile, vatan algısı da böyle bir şeydir. Toplumsal serüveni somut bir mekana bağlayarak yapıştırmak ve anıları toprakta kökleştirmek... Bu toprağa yönelik tecavüz bu nedenle sert karşılık görür. Çünkü o toprağın (vatanın) yok olması, toplumsal bir yok oluştur aynı zamanda...


İnsan, birey olarak da kendini bir yere bağlar. Mesela seyahat etmek, eğer dönecek bir yerin varsa seyahat etmek anlamına gelir.

Tüm varlığımız yarattığınız imgelerden oluşuyor. Eğer ömrünüzden daha uzun yaşamak istiyorsanız kendinizi (anılarınızı) bir yer(şey)lere yapıştırın, ama yarın kaybedeceğiniz şeylere yapıştırmamaya bakın.”


Bir yıl kadar önce kaleme aldığım “İmgeleri nesnelere yapıştırmak... Ya da biz kendimizi ne(re)ye yapıştıralım?” başlıklı yazımda yer alıyordu bu satırlar... İlk bakışta bir “eşya takıntısı”nın izlerini taşıyormuş gibi görünen bu olgunun fetişizmle arasında çok hassas bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Hatta modern insanın, konuyu derinleştirebilecek birikime sahip değilim ama, bu anlamda “eşyasızlık” sorunu yaşadığını söyleyebilirim. Belki de günümüzde, “tüketilen” eşya sayısı, “korunmaya değer” eşya sayısını aşmış durumdadır.

Elias Canetti’nin “İnsanın Taşrası”nda mahkum ettiği ve bizi mağlup eden “nesne”nin bizzat kendisini yüceltmek ile “nesne”ye yapıştırdıklarımız ve “nesne”nin muhafazası altına girmiş olanlarla anlam kazanan “nesne”nin aynı şey olmadığını sanıyorum.

Konuyla biraz ilgisi var; Manifesto’da ne diyorduk: “Sanatın, nesnenin ardındaki gerçeği ve anlamı arama eylemi olduğunun farkındayız. Oysa biz nesne için ‘gerçeklik’ ve ‘anlam’ yaratırız.”

“Korunmaya değer” deyince, şimdi biraz müzelerden söz edelim, isterseniz.

Bundan birkaç ay önce, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, müzelere Türk vatandaşlarının ziyaretini kolaylaştıran/ucuzlaştıran Müze Kart uygulaması için açtığı konkura katılmıştık. On dört ajans arasından üç ajansın yer aldığı kısa listeye girmemize rağmen, Bakanlık’la yaşadığımız bazı iletişim sorunları ve ihale şartnamesinde gözümüze çarpan belirsizlikler nedeniyle son gün ihaleden çekildik.

Bu konkurun sunum raporunda müze kavramını ve Türk halkının müzelere olan ilgisizliğinin gerekçelerini de irdelemiştik:

“Geçmişe ışık tutmak, -bir nevi- anı diyarı olmak dışında bir işlevinin bulunmadığı düşünülen müzeler, aslında geçmişin yeniden inşa edildiği yerlerdir. Müzeler temsil sistemleridir; ayrıca bazı anlamları oluşturan ve nesneleri geçerli kılan, sistemler kuran varlıklardır. Nesnelere anlam ve önem yüklerler. Çünkü bu nesneler, müze bağlamında bazı kültüren değerlerin temsil edilmesini sağlar. Müzelerde sergilenen eserler, doğal olarak “zaman” ve “mekan” bağlamından kopmuştur. Yeni bir bağlamda sunulmaktadır. Bu eserleri yeniden gerçek “zaman” ve “mekan” bağlamına yerleştirmek mümkün değildir. Bu yerleştirmeyi ziyaretçi ancak zihninde gerçekleştirebilir. Bunun için ise ya kültürel bir alt zemine ya da eserlerin “hikayeleriyle” birlikte sunulmalarına ihtiyaç vardır. Bize göre, Türk toplumum müzelere ilgisizliği bu eksikliklerden kaynaklanmaktadır.”


Rapor uzun... Kısaca demek istediğimiz, nesnelerin hikayelerle içselleştirilmesi, ziyaretçinin o bağlama dahil olmasıyla ilgili bilincin yaygınlaştırılmasıydı. Bu ise insanın, “tarihte yerini alarak” Roma Senatosu’nda Julius Caesar’la, Topkapı Sarayı’nda Hürrem Sultan’la, Troya sokaklarında Hector’la aynı hikayeyi paylaşması, hikayenin içinde yer almasıyla mümkün olabilirdi. (Yukarıda ilan taslaklarından yalnızca birini aktardım.)

Orhan Pamuk, yeni çıkan romanı Masumiyet Müzesi’yle ilgili NTV’deki söyleşide Banu Güven’in “Yıllar öncesinde yazmış olduğunuz bir romanda da, bende benzer bir duygu oluşturan bir paragraf gördüm. Galip, Rüya’nın eşyaları elinde durur, tokası elinde... Sonra onları hiç bozmadan eski yerlerine koymak ister. Envanterini çıkarmak fikri geçer aklından...” şeklindeki sorusuna şöyle cevap veriyor: “Bu fikir bende var. Yeni Hayat’ta da vardır. Kendi hayatının müzesini yapma fikri. Yaşadığımız hayatın eşyalarını koruma fikri var. Kahramanım Kemal de, Füsun’un eşyalarını önce acısına teselli olsun diye, çünkü bir ara sevgilisi yok oluyor, onu göremiyor bile. O zaman birlikte gülüşüp eğlendikleri zamanın eşyaları ile kendini teselli ediyor. Aşk acısını dindirdikleri için onları güzel saklıyor. Sonra ne olur ne olmaz diye daha başka eşyalar biriktiriyor. Sonra birazcık alışkanlık, birazcık inat oluyor. Ama bunlar bir süre sonra bir koleksiyon oluyor. Sonra da kahramanımız -kitabın sonlarına doğru- bu koleksiyonu bir müzede sergilemek gibi derin, tuhaf, beklenmedik bir şey yapıyor.”


Ve devam ediyor: “Müzeler zamanın mekana dönüştüğü yerlerdir. Ve müzelerin bence çekici gücü de şu; zamanın geçtiği duygusunu bir anlık da olsa bize hissettirirler. Müzeler, dışarıdaki hayattan, sesiyle, havasıyla, atmosferiyle değişik yerledir. Kitabımın özellikle son kısımlarında Kemal, Füsun’un biriktirdiği eşyalarından bir müze kurmak istediği için Batı’nın pek çok müzesini geziyor. Özellikle küçük müzelerin havası üzerinden Füsun’u hatırlıyor. Ama bir yandan da kitabım, Kemal’in biriktirici yanını, koleksiyoncu yanını, yani romanda da anlattığım gibi Batı dışındaki toplumlarda acı çeken insanların -bu aşk acısı olabilir, kimsesizlik acısı olabilir, parasızlık acısı ya da daha derin ruhumuza işleyen bir acı olabilir- acı ile, acıya teselli olarak eşyalara sarılmasını eşyalara bağlanmasını, özel bazı eşyalarla takıntılı olmasını da irdeliyor, seviyor, bu konu üzerinde düşünüyor. Kemal de zaten önce bir toplayıcı, Füsun’un küpesinden kolyesine, içtiği sigaranın izmaritinden tuttuğu tuzluğa, hep birlikte yemek yerken yedikleri eşyalara, Füsun’un ilk gördüğü zaman giydiği sarı ayakkabısına ve Füsunların evindeki televizyonun üzerinde uyuklamakta olan köpeklere... Pek çok eşyasına yalnızca ilgi duymuyor, onları saklıyor. Çünkü onların önce bir teselli edici gücü var. Hepimizin bildiği gibi bir hatıra gücü var. Ve bunlarla sonra bir müze yapıyor.”


Aslında bu yazıyı, yine Orhan Pamuk’un kendi ağzından aktaracağım muhteşem fikrini sizlerle paylaşmak için yazmaya karar vermiştim. Fakat lafı biraz döndürüp dolaştırdım. Şimdi Pamuk’u dikkatle dinleyin: “Kemal’in Füsun için kurduğu müzeyi ben Çukurcuma’da kuruyorum. Bu karara vardıktan sonra, bundan dokuz yıl evvel Çukurcuma’da bir bina satın aldım. Sonra o binayı bir müze mekanı haline getirdim. Sonra da kendimi Kemal gibi hissederek eşyalar toplamaya başladım ve romanımı da zaman zaman bu eşyalar üzerinden anlattım. Bu gördüğünüz, romanda bir bölüm yazılmasına neden olan bir ayva rendesi. Ben bunun paslı, kaba halini sevdim. Füsunların evinde, bu ayva rendesi ile ayva reçeli yapılıyor. Kemal bir gün bundan hoşlanarak bunu çalıyor. Zaten bir dönemden sonra çaldığını biliyorlar, o da onlara para veriyor. Romanda, belki bahsetmeyi unuttuk; zengin uzak akrabanın, güzel kız sahibi yoksul akrabalara yardım yapması ve bunun diplomasisinin incelikleri de bir tema. Ve sonunda da Kemal bunu evine, ardından da kendi müzesine gönderiyor. Benim elimde bir eşya var, sonra kitaba bu eşyayı sokuyorum ve kitapta ondan bahsediyorum. Kitapta anlatılan, aslında roman sanatında tasvir edilen pek çok eşyayı ben kitabı yazarken yazdığım sırada ya da yazmadan evvel buldum. Önce elimde bir sarı ayakkabı oluyor, sonra Füsun’a sarı ayakkabı giydiriyorum. Tersi de oldu; Füsun’un bazen şöyle bir elbisesinin olması ya da şöyle bir sigara içmesi gerekiyor. Benim onu bulmam gerektiği gibi... Ama sonuç olarak, elimde kitap bittiği zaman yüzlerce, binlerce bir eşya oluştu.”

Hikayenin eşyasını yaratmak ya da eşyanın hikayesini yazmak ve buradan romanın paralelinde bir müze tesis etmek... Bilmiyorum, ama belki de dünyada bir ilk...


Ayrıca kitabı alanlar 574. sayfada bir bilet olduğunu görecekler. Kitapla beraber müzeye gidenler o sayfayı açarak müze bekçisine mühürletecekler. Böylece kitabın o sayfasındaki eksiklik de tamamlanmış olacak. Ulaşım kolaylığı için, kitabın sonunda bir de müzenin kurulduğu mekanın krokisi var.

Daha önce birkaç romanının reklam kampanyalarıyla ilgili ağır (ve gereksiz) eleştirilere uğrayan Orhan Pamuk, belki bu güzel düşüncesiyle ilgili olarak da “pazarlama numarası” şeklinde anlamsız suçlamalara maruz kalacak!

Evet, bunun aynı zamanda bir “pazarlama fikri” olduğu doğrudur. Ama, bir “pazarlama fikri”nin gerçek başarısı, belki de öncelikle “pazarlama fikri” olarak tasarlanmamış olmasında yatar. Kurguyla gerçeğin, hayalle hakikatin, imgeyle nesnenin bu kadar ustaca sentezlendiği bir fikir her türlü ucuz ithamı da bertaraf edecek güçtedir zaten...

Tebrikler Orhan Pamuk, tebrikler, tebrikler...

Güncelleme [ 4 EYLÜL 2008 ]

Sonradan aklıma geldi; Aras Cargo için dört yıl önce yaptığımız şu filmleri izlemenizi de öneririm.







Güncelleme [ 9 OCAK 2009 ]

“Masumiyet Müzesi” gerçek oldu

OKUMA PARÇALARI:

| Cehaletin sonu ve masumiyet müzesi, Gökhan Özgün
| Sonsuz kederler içindeyim. Çünkü... , Mutlu Tönbekici