Geçen ayki yazıdan şurayı tekrar ederek başlayalım: “Kendisini algılayan biri bulunduğu sürece, devingen bir ufuktur dünyamız; bizim algıladığımız ya da tasarladığımız dünyadır, nesnel ve değişmez bir dünya değil: belki birinin dünyası olmayan dünya yoktur. Bunun sonucu olarak, dünya konusunda her türlü bilginin en azından üç etkeninin işlevi olduğu söylenebilir: dünyanın kendisi (uzam), onu ele alan özne (belli biri) ve her ikisinin de yer aldığı zaman (belli bir an). Bu üç öğeden birisinde en ufak bir değişiklik olmuşsa, dünya aynı dünya değildir artık. İster bizi çevreleyen gerçek evren söz konusu olsun, ister betimlenmiş ya da düşlenmiş öyküsel bir evren, üç ögeden biri için dogru olan, öbür ikisi için de doğrudur. (...), uzam içindeki her yer değiştirme zamansal yapının yeniden düzenlenmesini gerektirecek, aynı biçimde, zaman içinde her yer değiştirme de uzamsal ve bireysel yapıların yeniden düzenlenmesini zorunlu kılacaktır.” (Tahsin Yücel, Anlatı Yerlemleri, 1979:11)
O yazıyı “Nasıl yeryüzündeki hava, su, iklim, gıda ve benzeri ön koşullar oluşmadan insanın burada varlık bulması ve yaşaması söz konusu olmadıysa, uzamı olmayan bir markanın varlık bulması ve yaşaması da mümkün olamaz. O halde diyebiliriz ki, markayı tasarlamadan önce onun yaşayacağı ve kendini ifade edeceği uzamı hazırlamak şarttır.” diyerek tamamlamış ve “Bu mevzuya bu uzam (iki beyaz sayfa) dar geldiği için, marka ve zaman konusunu gelecek aya bırakıyoruz.” demiştim. Bu noktadan devam ediyoruz şimdi...
Zaman gibi zor ve insanlık tarihi boyunca felsefenin temel tartışmaları arasında yer alan, Aristoteles’ten Augustinus’a, Heidegger’den Bergson’a, Kant’tan Brentano’ya, Minkowski’den Sartre’a adlarını sayamayacağımız kadar çok düşünürün üzerinde kafa patlattıkları bir konu üzerinden kendi mesleki pratiklerimize çözüm aramak kolay bir şey değil tabii... Deneyeceğiz.
Bu zorluğu Augustinus’un şu ifadelerinde de görebiliriz: “Zaman nasıl bir şeydir? Alışkanlıkla kullandığımız bu sözcük ne anlama gelir? Ondan hep bildik bir şeymiş gibi söz ederiz. Bir başkası bize ondan söz ettiğinde ne dediğini anlarız. Ama bana zamanın ne olduğunu soran birine onu açıklamaya kalksam yapamam. Zaman nedir bilmiyorum, ama gene de kesinlikle şunu söyleyebilirim: Hiçbir şey olmamış olsaydı, geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olmayacak olsaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasa şimdiki zaman da olmaz. Fakat geçmiş zaman ‘artık’ olmadığına, gelecek de ‘henüz’ olmadığına, elimizde kalan tek zaman olarak şimdiki zamanın da boyutlarını belirleyemediğimize göre, nedir zaman?”
“Sistematik felsefenin kurulumundan, yani Platon ve Aristoteles’ten beri üç farklı zaman boyutunun varlığı (farklı derecelerde de olsa) kabul edilir. Filozoflara göre bu boyutların gerçek olup olmadığı, onların varlık yapısının nasıllığı, doğal olarak farklılık göstermektedir. Aristoteles zamanın “anların” toplamından başka bir şey olmadığını, gerçek olanın sadece “şimdi” olduğunu söyleyip, zamanı hareketin ölçüsü olarak betimlerken, Augustinus da “şimdi”nin zamanın gerçek boyutu gibi görünmesine karşın, onun bile hemen geçmiş zamana dönüşümünden dolayı gerçekliğinden söz etmenin zorluğundan bahseder ve zamanın algılanmasını ve gerçekliğini insanın ruhu (ya da ruhta bulunduğunu söylediği bir yeti) sayesinde kazandığını söyler. Buna karşın mesela Bergson, zaman boyutlarının birinin diğerine tercih edilemeyeceğini, her üç zaman boyutunun birbirlerinden ayrılamayan bir bütün ve durmadan ilerleyen bir birlik oluğturduğunu oldukça etkileyici ve şiirsel bir dille ifade eder. Bergson’un bu görüşüne karşın Heidegger gelecek zaman boyutunu ön plana çıkararak Bergson’un zaman anlayışının abartılı bir yorumla Aristoteles’in zaman anlayışının bir tekrarı olduğu saptmasında bulunur. Kısaca geçmiş, şimdiki ve gelecek olmak üzere üç farklı zaman boyutunun varlığı genel anlamda kabul edilen bir ayrım olmasına karşın, bunlardan birisine verilen önem bazen diğer zaman boyutlarının unutulmasına, bazen de birisi adına diğerinin feda edilmesine sebep olmuştur.” (Yrd. Doç. Dr. Arslan Topakkaya, “Geçmiş zaman” gerçekten “geçmiş” midir?, Uluslararası Sosyal Araştırmalar dergisi, Sayı 1-4, Yaz 2008)
Neredeyse bir labirent etkisi yapan bu kadar farklı görüşün arasından, “markanın zamanı” için kendimize bir çıkış yolu bulabilir miyiz acaba?
Sonuç itibariyle henüz zamansal ve uzamsal varlığı, tarihselliği gerçekleşmemiş olsa bile, markanın gelecek zaman tasavvuru ve vizyonunun, insanın duyarlık, hayal gücü ve düşünme yetileri üzerinden görüsel zaman, tasarımsal zaman ve düşünsel zaman olarak belirlenen üç subjektif zaman formunda karşılığını görebiliyoruz. Ancak, yine de markayı uzamı içinde marka yapan tasarımsal ya da düşünsel zaman değil, olsa olsa geçmiş zamandır diyebiliriz.
“Zaman boyutlarının hangisinin daha gerçek ve somut olduğu konusuna ortaya atılabilecek soruya en tutarlı cevap geçmiş zamandır, çünkü gelecek zaman sadece bir potansiyeldir ve bu anlamda ontolojik bir varlığa sahip değildir. Şimdiki zaman ise, şu ‘an’da yaşanmakta ve algılanıyor olmasına rağmen, o da sağlam bir varlık yapısına sahip gözükmemektedir. Bu anlamda geçmiş zaman her ne kadar güncel gözükmese ve sadece hatırlamayla şimdiki zamana getirildiği söylense de, ontolojik anlamda gerçekten ‘varlık’ kazanmış tek zaman boyutudur. Geçmiş zaman artık ne potansiyel bir zaman boyutudur ne de şimdiki zaman gibi varlığının olup olmadığı tespit edilemeyecek kadar kaygan bir zeminde durmaktadır. Şimdiki zaman olmuş bitmiş, yaşanmış ve ‘varlık’ kazanarak kendisini ‘geçmiş zaman’ın sonsuz derinliğinin en üst ve en taze katmanı olarak bu gerçekliğe eklemlemiştir.” (a.g.y.)
Marka etkinliklerinin zaman ve uzam içinde tasarlanmış bir dağılım göstermesi gerekir. Tüm marka etkileşimleri, konumlanmış nitelikte olmalı, planlanmış yerlerde ve tasarlanmış şekilde hayata geçirilmeli ve özgül bir zaman süresi içinde gerçekleştirilmelidir. Markanın yaşam eğrisi içinde yer alan tüm eylemler, onun hem zamanda hem de uzamda hareketinin bir sonucudur. Şimdiki zaman içinde gerçekleşen her hareket, oluşunu gerçekleştirip sonlanırken, yaşanıp “varlık” kazanarak kendisini “geçmiş zaman”ın sonsuz derinliğinin en üst ve taze katmanı olarak marka gerçekliğine eklemlemiş olur.
Emmanuel Levinas’ın “Öngörülen ve tasarlanan gelecek, hakiki, otantik gelecek değil, olsa olsa geleceğin şimdisidir. Gelecek yakalanamayandır.” sözüne dikkatimizi yönelttiğimizde, aynı zamanda markanın tüm birikimlerinin geçmiş zamanda toplandığını ve onu geçmiş zamanın var ettiğini kabul ederiz.
“Sadece geçmiş zamanın varlığında şimdiki ve gelecek zamandan bahsetmek mümkündür. Bu bağlamda geçmiş zaman, şimdiki ve gelecek zamanı kendi kök ve gövdesi sayesinde oluş toprağına bağlamakta, onları hayattar kılmaktadır. Köküyle irtibatını kesen meyvenin yaşaması nasıl mümkün değilse, geçmiş zamanla irtibatını kesen şimdiki ve gelecek zamanın varolabilmesi mümkün değildir.” (a.g.y.)
Marka, gelecek zamana, geçmiş zamanda büyüyerek yürür.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN KASIM 2009 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.