22 Kasım 2009 Pazar

| Doz ve domuz!

Domuz gribi olarak adlandırılan H1N1 virüsünün yol açtığı salgın tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de paniğe neden oldu. Aslında birkaç virüsün mutlu izdivacından peydah olan bu yeni virüsün yarattığı hastalığın adının domuz gribi olarak seçilmesi, mevzuya taraf olan virüslerden birinin ilk olarak domuzdan insana bulaşmış olması... Yani başka bir ad vermek de mümkündü buna, ama bu tercih edilmiş. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün kullandığı ad da başlangıçta buydu: Swine influenza...


Nasıl daha önce olmayan yeni icat edilmiş şeylere uygun bir ad üretiliyorsa, daha önce karşılaşılmayan veya semptomları bilinse bile tanımlanamayan hastalıklara da bir ad üretilir ve bu ad üzerinde uzlaşım sağlanır. Böylece dilin göstergeleri arasına bu yeni sözcük de girmiş olur.

Galiba önce Foucault’nun kafa yorduğu, sonra da Barthes’ın üstünde durduğu “tıp göstergeleri” apayrı bir inceleme konusudur. Biz şimdilik Roland Barthes’ın Göstergebilimsel Serüven adlı kitabından konuyla ilgili bir paragrafı alıntılamakla yetinelim: “Kuşkusuz, tıp göstergelerinin, eklemli göstergelerin dizimsel genel görünümü bir gösterilene iletir. Bu tıpsal gösterilenin, hastalığın betimlenmesi, sınıflandırılması çerçevesi içinde bir yeri vardır. Hekim bütün marazi semptomları yani göstergeleri, hastalığın betimlenmesi, sınıflandırılması çerçevesi içinde yeri bulunan bir hastalığa bağlar. Hastalığın betimlenmesi, snıflandırılması çerçevesi içindeki bu yer ise yalnızca bir addan ibarettir, yani bir ad olarak hastalık söz konusudur. En azından kliniğin başlangıcında durum tartışmasız olarak böyledir kesinlikle. Foucault da, kliniğin doğuşunda dilin oynadığı rolü gösterirken bu durumu aydınlatmıştır. Aslında bir hastalığı okumak ona bir ad vermek demektir.”

Başbakan’dan Sağlık Bakanı’na, bilim adamlarından gazetecilere kadar epeyce geniş bir yelpazede tartışılan bu konuya neden mi girdim? Bir ben eksik kalmış değildim tabii... Benim amacım, bu krizden, iletişim perspektifinden baktığımızda çıkaracağımız hisseler var mı, onu irdelemek..

Ne kadar ciddiye alınıyor bilmiyorum, ama galiba tıp fakültelerimizde hasta iletişimi diye bir ders var. Belki iletişim fakültelerimizde de sağlık iletişimi dersi vardır. Dünyada, özellikle de ABD’de artık disiplin haline gelmiş olan sağlık iletişiminin, ülkemizde, sağlık sektöründeki bunca gelişmeye rağmen pek bir ilerleme kaydettiğini herhalde söyleyemeyiz.

Prof. Dr. Ayla Okay da, sağlık iletişimiyle ilgili temel kavramlar ve prensipleri derlediği Sağlık İletişimi adlı kitabında, konunun akademik anlamda yeterli olarak ele alınmadığını belirtiyor: “Sağlık iletişimi dünyada uzun yıllardan beri tartışılan, ancak Türkiye’de akademik anlamda yeterli olarak ele alınmayan, uygulamalar açısından da henüz yeni yeni yaygınlaşmaya çalışan önemli bir iletişim alanıdır. Sağlık iletişimi denildiğinde çeşitli düzeylerle karşılaşılmaktadır. Bu düzeyler sağlık hizmeti sunan kişilerin bu hizmeti alan kişilerle olan iletişimi; sağlık hizmeti sunan kurumların hedef kitleleriyle iletişimi ve kamusal ya da özel kurumların sağlığı geliştirmeye, desteklemeye yönelik iletişim kampanyaları olarak gerçekleştirilmektedir.”

Sağlık hizmeti sunan kurumların hedef kitleleriyle iletişimi, ilgili mevzuat nedeniyle ciddi kısıtlarla karşı karşıya olduğu için, özellikle uygulamacıların bu konuda yetkinlik kazanmaları mümkün olamamıştır. Kamusal kurumların sağlığı geliştirmeye ve desteklemeye yönelik iletişim kampanyalarına ise, kamuoyunu hastalıklara karşı uyarıcı ve bilinçlendirici çalışmaları eklemek gerekir. İşte, Sağlık Bakanlığı’nın domuz gribi iletişimi de bu kapsamda yer alır.

Bakanlığımızın ilgili birimleri, sağlık iletişimiyle ilgili temel kavramlar ve prensipleri ne ölçüde içselleştirmiş, iletişim profesyonellerinden hizmet alma noktasında ne ölçüde bir beceri kazanmıştır bilemem ama, Başbakan ile Sağlık Bakanı’nın farklı frenkanslardan konuştuğu bir etkinliği başarılı olarak görmemiz elbette mümkün değildir.

Madde madde üstünden geçersek;
1.
Öncelikle, bir gösterge olarak hastalığın adının belirlenmesinde tercüme yoluna gidilmiştir. Bu belki de kaçınılmazdı, ama adın domuz gribi olmasından özellikle memnuniyet duyulduğu gibi bir hisse kapıldığımı söyleyebilirim. Neden bundan memnuniyet duyulsun? E, çünkü domuz bu toplumda tiksinilen bir hayvandır; eğer bu ada daha çok vurgu yapılırsa insanlar da bu hastalıktan daha çok korkar. Yani korku pazarlaması... Oysa Batı ülkelerinde “swine influenza” demekle “rabbit influenza” demek arasında hiçbir fark yok, domuz da tavşan da onlar için sevimli hayvancıklar... Gerçi Dünya Sağlık Örgütü bile hatasını sonradan anlayıp, aşırı ve gereksiz domuz itlafına neden olabilir gerekçesiyle hastalığın adını H1N1 olarak değiştirmek zorunda kaldı, ama artık geçmiş olsun demekten başka yapılacak bir şey yok maalesef! Çünkü kodla kavram veya göstergeyle anlam bir kez buluştu mu, artık onları birbirinden ayırmak veya göstereni değiştirmek imkansız denecek kadar zordur.
2.
Bu korku pazarlaması taktiği akıllıca görülebilirdi, ama iş aşı aşamasına geldiğinde bundan medet ummanın ne kadar yanlış olduğunun anlaşılmış olması lazım. “Gavurlar tarafından” üretildiği için aşılara karşı zaten hep mesafeli olan toplum, işin içine domuzdan alınmış virüsle yapıldığı düşünülen bir aşı girince, hatta konu helal-haram tartışmasına kadar uzanınca daha da fazla hassasiyet gösterdi. Halkın gerçeği, algıladığı neyse odur çünkü... Her iletişimci bilir ki, iletişim bir toplumun kültür kodlarından bağımsız yapılamaz.
3.
Sayın Bakan aşı ısrarında belki de çok haklıydı, çünkü virüsün, yeniden bir mutasyona uğramadan önü alınmalı, yaygınlaşması engellenmeliydi. Ama bu talep öylesine kastını aşan bir ısrarla yapıldı ki, Başbakan bile bu emrivakiden rahatsız oldu ve kendi bakanına tavır koydu. Buna tıp diliyle “iletişimde doz aşımı” diyebiliriz. Yani iletişim haddini aşmış ve zıddına dönmüştür. Ayrıca bu ısrar, acaba hükümet kendi vatandaşını aşı üreticilerine peşkeş mi çekiyor gibi aşırı komplo teorilerine kadar götürdü işi... Belki de Başbakan’ın tepkisi bu algıyı yok etmeye yönelikti. Nitekim bunda da başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
4.
Her şeyi bir yana bırakalım, bu iletişimin, kulaktan dolma bilgilerle ya da medyanın abartılı yorumlarıyla soğukkanlığını yitirme ihtimali olan kamuoyunu bilinçlendirerek, uyararak, tavsiyelerde bulunarak sükuneti tesis etmesi gerekirken tam tersi bir işlev görmesiyle inanılmaz bir krize dönüşmediği söylenebilir mi?

Başka maddeler de sayılabilir elbette. Ama “sağlık iletişimi”nin, aynen “hekimlik” gibi uzmanlık gerektirdiğini anlatmak için bu kadarı yeterli...

Bu maddelerin arasına girmesine gerek görmediğim bir husus daha var ki, bu da domuz gribi göstergeleriyle ilgili... Domuz gribinin insandaki belirtilerinin grip ve grip benzeri hastalıkların semptomlarıyla aynı olması başka bir karmaşanın kapısını açmıştır. Ateş, öksürük, boğaz ağrısı, vücut ağrısı, baş ağrısı, üşüme hissi ve yorgunluk neredeyse tüm gripal enfeksiyonların ortak semptomlarıdır. “Ayırıcı tanı” yönteminin uygulanması ise ancak uzmanlarının yapabileceği bir şeydir. Nasıl birkaç anlamı olan bir eşsesli sözcüğün kastedilen anlamını bulmak için o sözcüğün içinde yer aldığı bağlama başvuruyorsak, konunun uzmanı da benzer semptomlara sahip hastalığı kendine özgü “ayırıcı tanı” yöntemleriyle teşhis edecektir. Bunu hastadan beklemek son derece yanlıştır.

İletişim danışmanı Olgar Ataseven de, domuz gribi iletişimindeki sorunlara dikkat çektiği “Dikkat domuz gribi! Ya iletişimi?” başlıklı yazısında bu konuya değinmiş: “Bu ara devlet hastanelerine uğrayanınız var mı? Varsa görecektir. Acil servisler ana baba günü. Çünkü halk panik olmuş ve domuz gribi belirtileri ile benzeşen en ufak bir semptomu olan soluğu acilde almış. Gelenlerin büyük bir kısmı hasta dahi değil. Bunu doktorlar ifade ediyorlar. Bu sebeple acil üniteleri normal hastaları daha çok bekletir olmuş. Bu kalabalık ortam sayesinde hastalığın, hastaneye hasta olarak gelenlerden hasta olmayanlara daha çabuk bulaşma olasılığı da artıyor. Aşırı panik durumu.”

Yine Barthes’ın aynı kitabından bir alıntıyla bitirelim: “Tıpta göstergeyi, eğer bir özelliğin eksikliği ya da yokluğuyla belirlemek istiyorsak, bu durumda, söz konusu göstergenin bir anlam belirtmek için, kendi yerine gereksinimi vardır, yani bedensel bir uzama gereksinimi vardır. Bedendeki yeri belirli olmayan yani sözgelimi hastalık ateşi gibi, yeri bütün bedenin kendisi olan tıp göstergeleri sınıfı tasarlamak söz konusu olsa bile, gösterge bedenin belli bir yerine göre bir anlam belirtir. Görülüyor ki, göstergenin kendi anlamıyla işlevini yerine getirebilmesi için, tıp göstergebiliminin bir çeşit bedensel dayanağa, belirlenmiş bir yere gereksinimi vardır. Dilin düzeneğinden ayrıldığı nokta da işte budur, çünkü dilde böyle bir şey söz konusu değildir. Dilde, sesbilimin inceleme konusu olan ses, kendisinden bağımsız olan bir özdek üstünde yer almaz.”

Herkese sağlık dilerim.