BİRDEN FARK ETTİM Kİ, MASSTE YAZILARINI YAYIMLAMAYA ARA VERMİŞİM. GEÇTİĞİMİZ YIL KAYBETTİĞİMİZ RAHMETLİ İBRAHİM AKAR’IN BUNDAN TAM DOKUZ YIL ÖNCE, KASIM 2000’DE KALEME ALDIĞI “NE ÇOK DEĞİŞECEĞİZ, FARKINDA MISINIZ?” BAŞLIKLI YAZISINDA ÖNEMLİ ÖLÇÜDE İSABETLİ PROJEKSİYONLAR YAPTIĞINA TANIK OLACAĞIZ. OKUYALIM BAKALIM, GERÇEKTEN DEĞİŞMİŞ MİYİZ? YA DA NE KADAR DEĞİŞMİŞİZ VE DEĞİŞMENİN YÖNÜ AKAR’IN TAHMİN ETTİĞİ HATTA MI İLERLİYOR?
Ne kadar da koptuk hayattan... Alıştığımız onca şeyin ne kadar uzağında kaldık.... Giderek daha mı az görüyoruz sevdiklerimizi, daha mı az konuşuyoruz? Onlara ayırdığımız o az zamanları bile daha bir çok görür gibi mi oluyoruz farkına varmaksızın?
İçimizdeki vahşetin çağrısına uyup daha bir az mı özlüyoruz kırları, bayırları, kuşları, ağaçları? Kendimize ait olan yanlarımızı giderek daha bir eksilterek mi yaşıyoruz nedir?
Herkese ekmek, herkese hürriyet sloganlı düşlerimizin, insani arzularımız ve ideallerimizin gerisinde mi kaldık? Aşk, hani o içimizdeki ele avuca sığmayan duygusal çocuk, günlük peşin hesaplılıkların parçası olmaya mı başladı yoksa? Neden bu denli bencil hırsların, ben merkezli ideallerin peşine takılıp gidebiliyoruz? Fareli Köyün Kavalcısı, ardına takıp sürükleyebileceği bir tek çocuk bile bulamadan mı dolaşıyor sokaklarda? Düş yalnızı insanlar halinde tek tük kalanlardan olmayı daha ne kadar sindirebileceğiz içimize?
Kendi yarattığımız putların altında ezildik. Çok yakın zaman öncesinde aniden gelişmenin ölçüsünü kişi başına demir kullanımı ve dökülen beton kütleleriyle tanımladığımız günlerin aslında insanlığa karşı bir ihanet saplantısı olduğunu düşünür olduk. Teknoloji ve insanın, bir diğerini telef eden kavramlar haline gelmeye başladığı günlerde bocalayıp kaldık...
Ve her şey birdenbire oldu... Ansızın ama usulcacık!
Birdenbire ne olduysa insan yanımızı hissettik. Kitleselleşen bilince karşı bireysel tavrımızı ortaya koyarken, aykırılıklarımızın rengini sever olduk. Teknoloji ve insanın bir diğerini koruyarak, gözeterek varolabileceğinin farkına vardık.
İlerlemenin kaba ölçülerinin geçerli olmadığı günlerde buluverdik kendimizi... Aykırı sporları tanıdık. Farklı kültürleri, farklı renkleri, farklı kimlikleri sevdik. Aztek müziğini sorguladık, ilkçağ müziğini araştırdık. Kendi kabuğumuza kapanmışken, aniden kendi dışımızdaki dünyaların çekim gücüne kapıldık. Bilgiişlem teknolojilerinin sunduğu avantajlar dünyasına efendi efendi boyun eğdik...
Dijital bir tanımdı artık teknoloji, bir kaba kuvvetler toplamı değil...
Robotların ortalıkta cirit attığı bir gelecek paranoyasını kenara attık. Dijital sinir sistemlerinin dünyasında, her şeyi avucumuzun içine sığacak, hatta sanal hale getirecek kadar küçülttük. Yaşadığımız dünyanın sınırlarını inanılmaz bir hızla genişleterek, Kübalı bir genç kızın evine daldık bir gece yarısı... Tirinidadlı bir gemicinin hayallerini evimizde ağırladık. Uykusuzluk ve yorgunluk gözkapaklarımızı bir kurşun külçesi gibi ağırlaştırırken, Samoalı bir arkeologla, ilk çağdan endüstriyel topluma taşınan kültürel öğeler üzerine konuştuk. Aşk var mı halen diye söyleştik yeniyetme Kütahyalı bir kızla... Sanal gerçeklik denilen bir tanımın büyüsü adeta aniden esen sıcak, ama serinletici bir rüzgar gibi sarıverdi her yanımızı...
Duyarlılıklarımızın ileri teknolojiler dünyasında kendini yeniden ve yeni bir kimlikle var etmeye başladığı günlere geçtik. İnternet ortamında tanıştığımız dostlarımızı bizi pek fazla incitme ve hırpalama şansları olmadığı için belki de, çok daha yakın bulduk konu komşumuzdan, iş arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan....
Hayatın gerçek yanının bizi pek tatmin etmediği günlerin eşiğinde buluverdik kendimizi... Düşlerin ve gerçek ötesinin de aslında gerçeğin birer uzantısı olduğunu anladık. Maviyi kendinden çok daha farklı gördük... Kırmızının kavramsal değerini renk değerinden daha önemli hale getirdik... Görmediğimiz gözlere sevinç pırıltıları serptik, mutluluk aldık, mutluluk verdik. Düş aldık, düş sattıklarımızdan!
Genetik kopyalama ve çaprazlama ile ilgili paranoyalarımızı hemencecik robotlar dünyasıyla ilgili paranoyalarımızın yerine koyduk, ama keyfimizi eskisi kadar kaçırmadık. Gişe yapmayan ve tam bir fiyasko olan Doktor Moro ve Adası filminin, yanlış zaman filmi olduğundan dolayı güme gittiğini anladık. Yeniden izlediğimizde, genetikbilimin genişlettiği bir düş gücüyle zenginleştirerek hakkı olan değeri verdik ona... İnsan ile hayvan arasında kalmanın paradoksunu ve ezikliğini yaşayan kurgusal türlerin dramatik sonunu yeniden yorumladık. Aslında benzer bir paradoksun günlük yaşamımızın içinde de var olduğunun farkına vardık. İnsani yanını kaybeden tuhaf bir nesil haline dönüşmek üzere olduğumuzu anladık...
Üretim süreçlerinin otomasyonundan çıkıp akıllı binalarla günlük yaşam alanlarımızı da aynı sürece dahil ettik. Kişisel dikkat ve hassasiyetlerimizin yerine, dijital kontrol süreçlerini koymaya başladık. Riski minimize eden, kaderciliğin alışılmış tanımının ötesinde duran yepyeni bir anlayışla karşılaştık. Toplantılara, randevulara on dakika, yarım saat gecikme alışkanlığımız sürse de, saniyenin binde biri hassasiyete sahip saatimizin olmasını istedik ve aldık.
Yaşamın rengini ve örgütleniş tarzını değiştirirken, dış dünyayla, dışımızdaki insanlarla hatta kendi kendimizle olan iletişim tarzımızı da değiştirdik. Kitle iletişimi stratejistleri, dünyanın yeni halini ve ahvalini, birim mesajın insanlara erişim süreci olarak hesaplamaya başladılar. Medyanın gücü ile bireyin gücü arasındaki savaş, üçüncü dünya ülkeleri fenomenine doğru daralmaya başladı. Birey mağlup olduğunu düşündüğü bir anda saygın bir güç haline gelip, kendi savaşını kazanmaya başladı. Dünya insanın avucundaki bir şey artık... İçinde kaybolmak yok!
Acaba dijital turistik turlar yapabilecek miyiz gibi, sorulduğunda tuhaf gelen ama mantığımızla sıcak bir diyalog kuruveren sorular sorabiliyoruz kendimize... Aslına bakarsanız, iletişim ve bilgiişlem teknolojilerinin ilk çocukluk günlerinde olduğunun farkındayız. Her şeyin yıllarca değişmeden kullanıldığı bir dünyada aniden değişen teknolojiler gerçeğiyle karşı karşıya kaldık. Birkaç yıl öncesinde elimizde bir gürz gibi taşıdığımız kiloluk cep telefonlarımızı, neredeyse kol saatimizden küçük hale getirdik. İnsanlık tarihinde daha iki dakika öncesi diyebileceğimiz zaman öncesinde yazılan Seksen Günde Devr-i Alem ya da Aya Seyahat'i okuduğumuzda düştüğümüz şaşkınlık, sanki binlerce yıl kadar uzağımızda kalmış gibi...
Söz teknolojiden, özellikle bilgi teknolojilerinden açılınca, çok geniş bir alanda sörf yapmak, ordan oraya atlamak zorunda kalıyor insan... Hiçbir şey kalıcı değilmiş gibi geliyor insana... Her şey anında bir başka şekle dönüşebilir, kendini bambaşka şekilde tanımlayabilirmiş gibi geliyor.
Yeni binyılı dijital kıyametle özdeşleştirip felaket senaristleri haline dönüştürmüşken, birden yeni milenyumun değişim enerjisinden söz eder olduk. Bilgisayar teknolojisini üretenlerin, iki haneli tarihleme trajedisini öngörememesine, dört haneli dijitalizasyona geçme gibi basit bir çözümle cevap bulmalarını müstehzi şekilde gülümseyerek izledik. 2000 yılının pozitif enerjisinden güç alanlar, kendilerini yeniden ve yeni hedefleriyle var ederek iyimser olmanın güzelliğini keşfettiler.
Kurumsal kimliğini yenileyenler, kurumsal felsefelerini çağdaşlaştıranlar çoğaldı. Yeni yatırım ve atılım stratejileri geliştirildi. Gelecek, korkulu bir düş iken, olumlu yönde beklentilere dönüştü.
Sevdiklerimize duygularımızı mektup kağıdının beyazlığında sunmak kadar e-mail atarak iletmek de güzel! Üstelik kimseyi yormuyorsunuz, zaman kaybetmiyorsunuz, aracı kullanmıyorsunuz.
Yakın zamanda şubesiz bankacılık kavramına şubesiz reklam ajansları da eklenir mi diye düşünüyorum ve tuhaf şekilde bunun bilim kurgu olmadığını görüyorum. Telekonferanslı ‘brief’ toplantıları, telekonferanslı beyin fırtınaları, dijital ortamda tartışılan tasarımlar, dijital ortamda sunulan kampanyalar, dijital ortamda gönderilen film çıkışlar...
İnanın, bilgiişlem teknolojileri çağının sunduğu kazanımlar, kayıpları üzerinde kafa yormayı gerektirmeyecek kadar işlevsel, zevkli ve sınırsız...
Yeni çağda insanı inanılmaz bir değişim süreci bekliyor. Bunun insan bilincinin algılamakta zorlanacağı kadar dinamik ve değişken bir süreç olacağı kesin...
Olaya psikoloji bilimi açısından bakarsak yeni çağın iletişimle ilgili semptomlarını tanımlamak bile önemli bir gereklilik... Eğer psikoloji kişinin çevreyle olan iletişimini ve fonksiyonel bozukluklarını temel alan bir bilimse, bunu yapmak zorunda... ‘Chat’ dünyasının dostlukları bir içe kapanıklık ve gerçekten kopma belirtisi mi, yoksa içe kapanıklığı aşma şekli mi? Bilgiye ulaşma tarzı bu içe kapanıklığı artıran bir faktör mü? Tartışılabilir bir durum... Ayrıca değişimin hızına erişememe ve çağın gerisinde kalma duygusu da yaygınlaşabilir gibi geliyor insana... Herkes bu hız karşısında kendini yetersiz hissedebilir, yaşamın sınırsızlığında kendini kaybolmuş hissedebilir. Değişimin gücüne karşı içe kapanarak karşı koyma ve tutuculuğa yönelme de bir ters tepki olarak yaygınlaşabilir..
Siber duygulanışlar gerçek dünyanın eksikliklerini giderirken acaba insanın kimliğinde ve kişiliğinde ne tür değişimlere yol açıyor?
Beyin fırtınamız sürerken, kendimizi birden gerçeğin kıyılarına sürüklenmiş halde buluyoruz. Ne kadar korkarsak korkalım, biz bu hızla yenilenen dünyayı seviyoruz. Çünkü bu dünyada gerçek kadar gerçek ötesine de yer var. Ve unutmayalım, bu hayal adasında yalnız değiliz, milyonlarcayız.
Siz de öyle yapınız. Gerçeğini mi bulamadınız, sanal olanıyla idare ediniz. Sorun yaşar, uyumsuzluk çekerseniz, üzülmeyin, sanal psikoloji uzmanlarının adreslerini internetten edinebilirsiniz. Üstelik kendileriyle yüz yüze görüşmeniz de gerekmiyor. Takın kulaklığınızı, açın web kameranızı, seansa başlayın...
Sizi hayal alemine mi sürükledim? Ne kadar yanılıyorsunuz, farkında mısınız?
İBRAHİM AKAR, MASSTE, 6. SAYI, KASIM 2000