14 Eylül 2009 Pazartesi

| “Seni terk edip de gitmek var ama, ah bu şarkıların gözü kör olsun!”

“Müzik en genel tanımı ile sesin biçim ve devinim kazanmış hâlidir. Başka bir deyiş ile de müzik, sesin ve sessizliğin belirli bir zaman aralığında ifade edildiği sanatsal bir formdur. Biçim ve devinim içeren bir ses oluşumunun müzik olarak kabul görmesi için dinleyende duygulara yönelik etkileşim yapması da beklenmektedir. Müziğin tek bir tanımla açıklanması yerine farklı açılardan (sosyolojik, psikolojik, akustik, politik vb.) yapılan birden fazla tanımla açıklanması yaygınlık kazanmıştır. Bir sosyoloğun müziğe olan yaklaşımıyla, bir akustik fizikçinin yaklaşımı arasında gerek tanım, gerek metodolojik olarak büyük farklılık vardır.”


Wikipedia’dan aldığım yukarıdaki müzik tanımı içinde, ayrıca altı çizilmiş şöyle bir cümle de yer alıyor: “Kelimelerle anlatılamayan duygu ve düşüncelerin seslerle anlatılması sanatıdır. Müzik; duygu, düşünce, izlenim ve tasarımları ve başka gerçeklerin de katkısıyla belli durum, olgu ve olayları, belli bir amaç ve yöntemle, belirli bir güzellik anlayışına göre birleştirerek, biçimlendirilmiş seslerle işleyerek anlatan estetik bir bütündür. Herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegane dildir. Müzik dil ve ırk fark etmeksizin direkt olarak duygulara hitap eden etki eden bir sanat dalıdır.”

“Kokular, tatlar, perhiz ve lahana turşusu!” başlıklı yazımda “Hepimiz çevremizi saran, açıldıkça açılan, biri açılınca içinden yenileri fışkıran şifreler dünyasında yaşıyoruz. Renkler, biçimler, sesler, tatlar, dokular ve kokular... Bu unsurlar, bazan eşyanın kendi nitelikleri arasında yer alarak nesnel gerçekliğin bir parçasını oluştururken, bazan da başka kavramlara, imgelere kapı açan kodlar olarak tezahür ederler. Çoğu zaman da her iki niteliği birlikte taşırlar. Ekmeğin kokusu, ekmekle yapışıktır ve onun bir parçasıdır. Ama aynı zamanda o koku, bizim ‘kayıp zamanın izinde’ yol almamızı sağlayan bir anahtardır. O koku, ruhumuzu bir zaman tünelinin içine çekerek zihinsel bir seyahate çıkarır bizi...” demiştim. Tabii ki melodik sesler için de benzer şeyler söyleyebiliriz.

Aynı değil, benzer diyorum, çünkü kokunun ekmeğin parçası olması gibi bir durum hatırlayamadım müzik için... Kanarya veya muhabbet kuşu uygun örnek olabilir mi?

Evet, “Hepimiz çevremizi saran, açıldıkça açılan, biri açılınca içinden yenileri fışkıran şifreler dünyasında yaşıyoruz. Renkler, biçimler, sesler, tatlar, dokular ve kokular...” cümlesinde sesler de (müzik) yer alıyor zaten. O yazıdaki bir başka cümleyi ise şu şekilde değiştirebiliriz: “Ezgiler, bizim ‘kayıp zamanın izinde’ yol almamızı sağlayan anahtarlardır. Öyle olur ki, bir ezgi, ruhumuzu bir zaman tünelinin içine çekerek zihinsel bir seyahate çıkarır bizi...”


Türü ne olursa olsun, her müzik eserinin, insanın önsel (a priori) olarak sahip olduğu estetik haz duygusunu, bir şekilde harekete geçirme yeteneğine sahip olduğunu söyleyebiliriz. “Bir şekilde” diyorum, çünkü bir müzik eserinin yetkinliği, kendini, dinleyici kitlesinin kültürel kodlamaları üzerinde inşa etmesiyle mümkün olabilir. Bu konuya, “Beni böyle seev sevecekseen, olduğum gibii görecekseen...” başlıklı yazımda kısaca değinmeye çalışmıştım. Hatta bir vesileyle, devam niteliğinde bir yazı daha var: “Eğer Garp’sa, bu niye benim hoşuma gidiyo?” Bu nedenle, yukarıdaki tanımda yer alan “(Müzik) herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegane dildir. Müzik dil ve ırk fark etmeksizin direkt olarak duygulara hitap eden etki eden bir sanat dalıdır.” ifadelerindeki yargıyı temelde kabul etmekle birlikte, açmak gerekiyor. Ben biraz açmış oldum böylece...

Konunun bir boyutu da şu... Müziğin, dinleyen kulaklarda bir hoşluk, zihinlerde estetik haz yaratabilmesi elbette onun kalitesine ve dinleyicinin zihinsel şekillenmesiyle uygunluğuna bağlı olmakla birlikte, bazan kalitenin hiçbir anlam ifade etmediği durumlar da olabilir.

Frekansların, nüansların, tınıların ve notaların oluşturduğu ezgiler, kokular gibi, eğer bizim anılarımızın, deneyimlerimizin, ilişkilerimizin, bireysel tarihimizin çeşitli kesitlerinin kodlamaları olarak zihnimize yerleşmişlerse, o noktadan sonra ve bu bağlamda, müzik eserinin kalitesini tartışmak hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Hatta, bunların kalitesi hakkında fikir beyan etmemizi bile engelleyecek bir subjektivitenin içinde buluruz kendimizi... Öyle ki, kültürel kodlamaların çerçevesinin de dışına taşabilir bu kodlar... Çünkü “müzik olarak” müzikten, “kod olarak” müziğe geçiş gibi bir nitelik farklılaşması söz konusudur burada...

O nedenle kimse bana, Alpay’ın “Eylül’de Gel”inin, İskender Doğan’ın “Kan ve Gül”ünün, Nilüfer’in “Kar Taneleri”nin, Sezen Aksu’nun “Firuze”sinin, Sandra’nın “Maria Magdelena”sının, Yasemin Kumral’ın “Bim Bam Bom”unun, The Eagles’ın “Hotel California”sının, Gönül Akkor’un “Böyle Gelmiş Böyle Geçer Dünya”sının, Orhan Gencebay’ın “Bir Teselli Ver”inin, Abba’nın “Money Money Money”sinin, Sibel Egemen’in “Yalnız Adam”ının veya ne bileyim, burada sayamayacağım yüzlerce şarkının müzikal kalitesinden veya kalitesizliğinden bahsetmesin. Müzisyen arkadaşlar da bozulmasın, konunun onlarla hiçbir ilgisi yok!

Tamam, benim de iyi kötü bir kalite hassasiyetim var ama, ah bu şarkıların gözü kör olsun!