Ülkelerin kuruluş yıl dönümleri, özellikle onuncu, yirmi beşinci, ellinci ve yüzüncü yılı gibi önemli dönemleri insanların bir araya gelmesine, geçmişlerini müzakere ederken geleceklerini tahayyül etmelerine imkân veren çok önemli dönemlerdir. Yüzüncü yılını kutlayan Türkiye Cumhuriyeti de bu yıldönümünü yeni yüzyılda yaşayacağı başarıların sıçrama noktası olarak görmelidir.
Ülkemiz, I. Dünya Savaşı’nın ardından Çanakkale’de dünyanın egemen güçlerine karşı verdiği mücadele ile tarihin seyrini değiştirdi. Türkiye’nin kurtuluş ve yeniden kuruluş süreci küllerinden doğan yeni bir devlet yarattı. Elbette bu yeni bir devletti ama Selçukludan Osmanlıya Anadolu’yu yurt edinmiş insanların bu topraklarda inşa ettiği strüktürün ve yarattığı kültürün üzerine kurulmuştu. Başka türlüsü mümkün olamazdı zaten. Türkiye Cumhuriyeti bir yeniden doğuşun simgesi olmakla birlikte aynı zamanda bin yılı aşkın bir devamlılığın, daha ötesi binlerce yıllık Anadolu tarihinin 20. yüzyılda yeniden vücut bulması anlamına geliyordu. Yani bir kopuş değil, bir devamlılıktı. Nitekim BM de bunu hukuken böyle kabul etti.
21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakırken insanlık hayal edilemeyecek düzeyde bir ilerleme yaşasa da özellikle son yıllarda özellikle ağ teknolojilerinin gelişimi birçok konuda hakikatin esnetilmesi, farklı yorumlara açık hale getirilmesi gibi sorunları da ortaya çıkardı. Bu durum sadece ülkemizde değil, dünyanın gerek gelişmiş toplumlarında gerekse daha geri kalmış coğrafyalarda kutuplaşmaları artırdı. Bugün kuzeyden güneye komşularımızda yaşanan acılar, insan yaşamının değerini hiçe sayan terör örgütleri, sivil yerleşimleri, hatta hastaneleri bombalamaya kadar asgari savaş hukuku kurallarını bile hiçe sayan terör devletleri, bunları hiçbir merhamet emaresi göstermeden seyreden, neredeyse zımni destek veren güya uygar ülkeler dünyanın bir barış eline ihtiyacı olduğunu gösteriyor. İşte bu el Türkiye olabilir.
Ülkemiz uzun zamandır farklı konularda ayrışmalar yaşıyor. Bu ayrışmaların tarafları ve ayrışma nedenleri yazının konusu olmasa da Cumhuriyet’in yeni yüzyılının hayalimizdeki gibi olması için, farklılıklarıyla bugüne kadar bir arada yaşamayı başaran toplumumuzun ayrışmak yerine birçok temel konuda birleşmesi gerekiyor. Son Akşam Yemeği filmi tam olarak bu birleşmenin değerini anlatan ve birbirimize karşı empati kurmamızı salık veren bir film olarak öne çıkıyor.
Bütün inanç ve düşünce ayrılıklarımıza rağmen hep birlikte ortak bir ütopya inşa edebilmeliyiz. Bunu başarmamızı sağlayacak kültürel genlere sahibiz. Anadolu topraklarının en dalgalı zamanlarında bile umudu yeşerten, iyiliği ve kardeşliği sessiz dizeleriyle neredeyse haykıran Yunus Emre’nin sesini kulaklarımızda hissedebilsek bile bu bize yeter.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış.” sözünde sentaks olarak da semantik olarak önde yer alan “yurtta barış”ı sağlayabilirsek dünyaya da barış tohumları serpebiliriz ancak. Hiç kimse inanç ve düşüncelerini değiştirmek zorunda değil, barışı başarabilmek için empati duygumuzu harekete geçirmemiz yetecektir.
Ünlü Fransız antropolog ve düşünür Marc Augé’ye göre eğer bir yer (space); kültür, kimlik ve tarihle tanımlanamıyorsa orası “non-space”, yani “olmayan yer”dir, “yok”tur, “hiçbir yer”dir. Ülke olarak çok büyük bir avantajımız var. Anadolu’da boylu boyunca bir kültürel servetin üzerinde oturuyoruz. Artık bu kültürel serveti bir kültürel sermayeye dönüştürebilmeliyiz.
İstanbul, bölgesinin başkenti... Marmara Balkanlar’a ve Avrupa’ya, Ege Antik Yunan’a, Akdeniz Cebelitarık’a kadar Akdeniz havzasına, Güney Doğu Mezopotamya’ya, Doğu Hazar’a ve ötesine, Karadeniz Kafkasya’ya ve Rusya’ya açılır. Böyle bir toprak parçası yeryüzünde yok. Bu topraklar dünyanın tam kalbi, o nedenle bunun bir sürü dezavantajını yaşıyoruz; avantajını yaşamak içinse ne yapabiliriz, bunun üzerinde düşünüp çalışmamız gerekiyor. Neredeyse dünyanın kalbi hükmündeki bu topraklar, kültürel olarak alan, veren, aldıklarını işleyip yeniden dağıtan bir merkez. Hem Osmanlı coğrafyasının tamamında hem de akrabalığımız olan coğrafyalarda ortak kültürel izlerimiz çok büyük bir potansiyeli işaret ediyor. Kahveyi cezvede pişiren ve fincanda içen her bölge bizimdir. Biz de onların… Siyasallaştırmadan bu kez bir kültürel imparatorluk kurabiliriz.
Jean Baudrillard’ın “İstanbul, jeolojik olarak da pek çok uygarlığın, kültürün dibe çökmesiyle oluşmuş bir tortu kenti. Amerikan kentlerinde yukarı, İstanbul’da ise derine doğru bir dikeylik söz konusu. (...) Bir tür derin zamansallık anlamında, düşler biçiminde de olsa kendini hissettiren tüm o fosil kültürlerden yayılan bir sızıntı söz konusu.” sözünü tüm Anadolu’ya teşmil edebiliriz aslında.
Barut savaş gücünü, pusula yeni toprak keşiflerini ve ticareti, kağıt ve matbaa ise bilim ve sanatı temsil eder. Hepsi de Çinliler tarafından icat edilmiştir. Fakat Çinliler, Azteklerin tekerleği icat etmiş olmalarına rağmen araba yapmayı akıl edemeyip onu sadece çocuk oyuncaklarında kullanmaları gibi barutla eğlenceli havai fişekler yapıyorlardı. Asırlar sonra başka bir akıl bu dört şeyi bambaşka bir paradigmayla ve birlikte kullanabilmeyi başardı. Son birkaç asırda sadece barutla egemenlik kurulamayacağını da görmüş olduk, kağıt, matbaa ve pusulaya yüz vermeyen toplumlar geri kaldılar, barut imparatorlukları yıkıldı. Şimdi en azından nereden başlanması gerektiği apaçık görünüyor. Kağıt, matbaa ve pusuladan... Yani bilimden, sanattan, kültürden ve ekonomiden. Fetih imparatorlukları dönemi elbette bitti ama bir kültür imparatorluğu inşa etmemizin önünde hiçbir engel yok. Yani bugün de Viyana kapılarına dayanabilir, ama bu kez gönülleri fethetmek için yaparız bunu.
Bütün kültürel etkileşimler gibi sinema da gönülleri fethetmenin önemli bir unsurudur. Böyle bir kültür imparatorluğunda gömülü hikayeleri diriltmekle, yepyeni hikayeler yazmakla çok büyük atılımlar yapabiliriz. Ve emin olun bu atılımlar arkasından farklı alanlarda birçok başka atılıma öncülük edecektir.
Filmimize dönecek olursak… 28 Ekim 1923 günü ve akşamı Ankara sokaklarından, Çankaya Köşkü mutfağı ve yemek salonundan cumhuriyetin ilanına bakan filmimiz, aynı zamanda bugüne kadar alışılagelmiş Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Savaşı gibi temaları işleyen filmlerden net bir şekilde ayrışıyor. Bu ayrışmanın en temel ögesi filmin merkezine epik bir mücadeleyi almak yerine tam o dönemde savaştan yeni çıkmış bir halkın gelecek arayışına odaklanması olduğunu söyleyebilirim. Farklılıklarına rağmen birlikte var olmayı başarmış, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı mücadelenin etrafında kenetlenerek ülke topraklarını işgalden kurtarmış bir halkın duygularına da odaklanıyor. Cumhuriyetimizin 100. yaşında biz, tüm farklılıklarımıza rağmen her koşulda bir arada yaşayabileceğimize yürekten inanıyoruz. Son Akşam Yemeği filmi tam da bu konuyu naif bir hikâye ile anlatıyor. Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşını kutladığımız bugünlere ve geleceğe sinema sanatının bir armağanı olarak Son Akşam Yemeği, bizi farklıklarımızla aynı sofrada olmaya davet ediyor. Daha ötesi, belki bir kültür imparatorluğu kurma yolunda bir işaret fişeği yakıyor.
İyi seyirler diliyorum.
SON AKŞAM YEMEĞİ FİLMİ İÇİN ÇIKARILMIŞ EKİM 2023 TARİHLİ HAVADİS ADLI GAZETEDE YAYIMLANMIŞTIR.
Bir şeyin, mesela “elma”nın dört farklı varoluş düzeyinden söz edilebilir. Nedir bu dört varoluş düzeyi? O şeyin, yani “elma”nın (1) gerçeklikteki (nesnel) varlığı, (2) zihindeki varlığı, (3) sözdeki varlığı ve (4) yazıdaki varlığı...
Nesnel gerçeklikteki “elma”, bildiğimiz “elma”dır. Zihindeki “elma”, “elma” kavramıdır; gerçeklikteki “elma”nın zihindeki tasarımı, tasavvurudur. Sözdeki “elma” ise, “e-l-m-a” seslerinin bu sıralamayla oluşmuş ses kombinasyonudur. Yazıdaki “elma” da, “e-l-m-a” harflerinin bu sıralamayla yanyana getirilmesiyle oluşmuş görsel formdur. Yazı söze, söz zihindeki anlama, yani kavrama yöneltir. Kavram ise nesnel gerçeklikteki varlığı simgeler. Biz “elma”ya “elma” demeden önce de bir nesnel gerçeklik olarak “elma” vardı. Bu nedenle, yine biz “elma”ya “elma” demeden önce herhalde zihinsel tavvurumuzda da kavram olarak “elma” vardı.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri kodlama yeteneğidir. Bu yeteneğimiz sayesinde nesne, olay ve olguları önce kavramlaştırır, sonra da bu kavramları karşılayacak kodlar yaratırız. İşte, “elma” da dahil, tüm sözcükler kavramları kodlama faaliyetinin bir sonucu olarak varlık bulmuşlardır.
Öncelikle zihnimizde kavramı yaratıyoruz, sonra da aynı dili konuşan bir topluluk olarak o kavramı ifade eden bir ses imgesi geliştirerek onun üzerinde uzlaşıyoruz. Yani, “elma” kavramına “elma” demeyi çok geniş bir uzlaşımın sonucu olarak benimsiyoruz. “Elma” yerine başka bir şey de diyebilirdik, ama nedense “elma” demişiz. İşin bu tarafı ayrı konu. Dilbilim uzmanları bunu “nedensizlik kuralı”yla açıklarlar. “Elma”yla ya da “elma” kavramıyla “elma” ses imgesi arasında hiçbir nedenlilik bağı yoktur.
Marka ismi yaratmak da insanların kavramlara ses imgesi yaratmasına benzer. Ancak, marka ismi yaratımında, henüz ortada ortak bir kavram da yoktur. Dillerin oluşumu aşamasında, zaten var olan zihinsel tasavvurlara, yani kavramlara nedensiz olarak ses imgeleri yaratılmış, yazı icat edildikten sonra da üzerinde uzlaşılan ses imgesi yazıyla ifade edilmiştir. Marka yaratma sürecinde ise, bir kavram olarak marka öncelikle yaratıcısının zihninde oluşmaktadır. Daha sonra bu kavram (marka) için bir ses imgesi olan marka ismi (ses imgesi) üretilir. Sonra da bu marka ismi yazıya (logo) dökülür. Sözcüklerin oluşumuyla marka ismi yaratma sürecindeki en önemli fark, hem kavramın (marka) hem de marka isminin (ses imgesi) hedef kitleye bir arada teklif edilmesi ve aynı anda “uzlaşım” talep edilmesidir. Yani, marka sahibi olarak biz, hem ses imgesini (marka ismini) hem da kavramı (markayı) uzlaşıma dahil etmek için çabalarız.
Marka iletişimin ilk adımı, kitleyi bu “uzlaşım”a davet etmek ve “uzlaşım”ı sağlamak için gerekli her türlü desteği vermektir. Lansmanlar, reklam kampanyaları, filmler, ilanlar, afişler, her şey, ama her şey öncelikle bunun için yapılır.
Yukarıda dilbilimcilerin çok önemli bir bölümünün kavramları simgeleştirirken yarattığımız sözcüklerle onları oluşturan sesler arasında bir nedensellik ilişkisinin olmadığını savunduklarını söylemiştim. Ancak, nedensizlik ilkesini kabul etmekle birlikte ses-anlam ilişkisi üzerine biraz farklı görüşler ileri sürenler de var. Tabii sözcüğün tamamen nedenliliğine inanan, sözcüğü oluşturan seslerin, mimetik olarak nesneden izler taşıdığını ve bir anlam içerdiğini söyleyenler de... Ben, nedenlilik kuralına katılamamakla birlikte ses-anlam etkileşiminin varlığına inanırım. Ses-anlam ilişkisinin, benzer anlamlarla benzer sesler arasında çoğalan örnekler üzerinden zaman içinde oluşması mümkün olduğu gibi, seslerin yapısına göre doğadan (serçe, karga, arslan, rüzgar, dalga, yaprak, kadın, erkek sesleri gibi) kulağımıza gelen seslerin anlam bağlantılarıyla oluşması da akla gelebilir.
Kimi bilim insanları bir ses sembolizminden söz ederek dilde sözcüklerin ses özelliklerinden dolayı belirli anlamları iletebileceklerini söylerler. Dilbilimde, sadece ses sembolizmi (phonetic symbolism, sound symbolism) değil, ses anlam bilimi (phonosemantics) adı verilen disiplin üzerinde çalışanlar da olmuştur. Bir de ses estetiği (phonoaesthetics) denilen bir şey var ki, burada inceleme konusu olan, mesela Emel Sayın’ın ses güzelliğiyle ilgili olmayan bir alandır. Yani kısaca, sesin anlamı nasıl oluşturduğu ya da hangi seslerin ne tür anlamları desteklediği dilbilimin konuları arasında yer almıştır. Bu bağlamda, mesela ‘t’ ve ‘d’ seslerinin söylenişinde oluşan dudak hareketinden dolayı bu sesleri “hor görme” ve “tiksinti” anlatan, ‘t’, ‘k’ ve ‘r’ seslerini “saldırgan” sesler olarak tanımlayan dilciler olmuştur.
Sesler kavramların kodlarıdır. Biz, sözcüklerle düşündüğümüzü sanırız ama aslında kavramlarla düşünürüz. Ancak, kavramlar bir yerden bir yere taşınamayacak kadar büyük olmasına karşın sözcükler bir ya da birkaç ses birimiyle oluşturulan küçücük yapı taşlarıdır. Bu nedenle sözcükler düşünmemizi kolaylaştırdığı gibi, düşündüklerimizi ifade etmede de en önemli araçlardır.
Sürecin bu yönünü fazla derinleştirmeden, grafik tasarım tarafına yönelelim. Grafik tasarımcıyı, bir şeyin nesnel gerçeklikteki varlığı da, zihindeki varlığı da, sözdeki varlığı da, yazıdaki varlığı da aynı ölçüde ilgilendirmesine rağmen, onun zenaatkarlığı daha çok yazı üzerinde yoğunlaşır. Fakat “nesnel gerçeklik”, “kavram”, “söz” ve “yazı” arasındaki ilişkiyi göremeyenin yazı konusunda mükemmel olması da beklenemez.
Şimdi, “elma”mıza bir kez daha dönelim. Yazı söze, söz zihindeki anlama, yani kavrama yöneltir demiştik. Yani “elma” yazısını gördüğümüzde “elma” sözüne yönelir, oradan da kavrama sıçrarız. Tersine, kavramdan söze de gideriz, ama sözden yazıya gitmemiz için, çoğunlukla yazmak gibi bir pratik hedefimizin olması gerekir. Yoksa sözden yazıya yönelmek gereksiz bir meşgale olur.
Bence bu durumun bir istisnası vardır. Marka ismini (söz) duyduğumuzda, evet, zihnimizde marka tasavvuru (kavram) açığa çıkar ama bunun içinde markanın logosu da (yazı) vardır. Yani burada, sözden yazıya ya da sözden aynı anda yazı ve kavrama yönelme gibi bir durum söz konusu olabilmektedir. Bunun nedeni, logonun marka imajının önemli bir bileşenini oluşturuyor olmasıdır.
Daha da önemlisi ise, burada, yazının (logo) kavramı (marka) oluşturmada önemli bir rol üstlenmesidir. Demiştik ki, “elma” ismi, zaten var olan “elma” kavramı için yaratılmış ve üzerinde uzlaşılmış bir ses imgesi olmasına karşın, markalaşma sürecinin başlangıcında hem marka ismi kitlesel uzlaşım için teklif edilirken hem de aynı zamanda marka (kavram) kitlesel uzlaşıma sunulmaktadır. Çünkü bu aşamada kavram, henüz bir ya da birkaç kişinin zihninde yer almaktadır. Kimsenin bilmediği bir kavram için isim önerilemeyeceğine göre kavramı kitlesel algıda yaratmak da, ismi uzlaşıma dahil etmek de aynı anda yönetilmesi gereken bir süreçtir. İşte tam bu noktada, kavramı kavratabilme yolunda logo tasarımına önemli görevler düşmektedir.
Öyleyse, kimi bilim insanlarının bir ses sembolizminden (phonetic symbolism, sound symbolism) söz ederek dilde sözcüklerin ses özelliklerinden dolayı belirli anlamları iletebileceklerini söylemesi karşısında, biz de bir görsel sembolizmden (visual symbolism) söz ederek yazının form özelliklerinden dolayı belirli anlamları iletebileceklerini pekala söyleyebiliriz. Yine, dilbilimciler arasında ses anlam bilimi (phonosemantics) adı verilen disiplin üzerinde çalışanlar olduğu gibi, görsel formlarla anlam arasında ilişkiyi sistemleştirecek çalışmalar da daha kapsamlı bir biçimde yapılmalıdır. Görsel estetik (visual aesthetics) konusu ise, herhalde ses estetiğinden (phonoaesthetics) çok daha fazla işlenmiş olmalıdır. Yani kısaca, sesin anlamı nasıl oluşturduğu ya da hangi seslerin ne tür anlamları desteklediği dilbilimin konuları arasında yer aldığı gibi, hangi görsel formların ne tür anlamları desteklediği grafik tasarımın konuları arasında belki daha fazla yer almalıdır. Bu konularda yapılmış çalışmalar zaman zaman elbette karşımıza çıkıyor. Belki benim vâkıf olduğumdan daha fazlası da vardır. Bu bakımdan şöyle bir cümle kurmak daha anlamlı olabilir: Grafik tasarımcı bilmelidir ki, yarattığı logo, bir şekilde (olumlu ya da olumsuz, uygun ya da değil) anlamı iletmekte, kullandığı görsel formlar belirli anlamları destekmekte ve “yazı” kavramın oluşması ve yaygınlaşmasında ciddi bir rol üstlenmektedir. Bu noktadan sonraki sürece ise ilerleyen paragraflarda değineceğiz.
Aslında, “logo” ile “yazı”yı birbirinden bir miktar ayrı tutabiliriz. Çünkü “yazı”, dildeki her sözcüğün standart yazım kurallarıyla yazılırken, “logo” bir görsel simge oluşturmak için yaratılır. Bu durumda da ilk paragrafta saydığımız dört varoluş düzeyine, beşincisini, yani “logo”yu da ilave etmemiz yanlış sayılmaz.
Ünlü sanat yönetmeni Jack Anderson’ın dediği gibi “Sonuçta iyi bir logo tasarımı her zaman yapmış olduğu şeyi yapar: İletişim kurar, sorunu çözer, çeşitli boyutlar ekler (salt fiziksel boyutlar değil anlamsal boyutlar), çeşitli zaman ve ortamlarda ayakta kalır. Keşiflerimizin sınırları değişip genişleyebilir, ancak temel görevimiz -şimdi ve sonrası için anlaşılır, yaratıcı ve eşsiz iletişimi aratmak- sabit kalır.”
‘Gösteren’in niteliği, ‘gösterilen’e bulaşır mı?
Göstergebilimsel bağ, temel olarak bir ‘gösteren’ ve bir de ‘gösterilen’den ibarettir. Zihinsel işlem çok basittir, ‘gösteren’ zihni ‘gösterilen’e yönlendirir. Kişi isimleri de, marka isimleri de ‘gösteren’ işlevini yetire getirirler. Karmaşık olan ise, ‘gösteren’in ‘gösterilen’i ne ölçüde etkilediği, onu nasıl bir değişime uğrattığıdır.
‘Gösteren’; ses, form, renk, menşe ve çeşitli çağrışımlarıyla her durumda ‘gösterilen’i etkiler. Yani ‘gösteren’in niteliği, ‘gösterilen’e bulaşır.
Aslında özgün bir markalaşma hedefi olmayan, zeka yerine kurnazlıklarını kullanma niyeti taşıyan birçok üretici bu “bulaşma” halinden istifade etme peşindedir. Osmanbey’de tabelalarını gördüğünüz veya internette satış sitelerinde karşılaştığınız hazır giyim markalarının İtalyanca sözlüklerden devşirdikleri isimler de bu işlevi görür.
Eğer isim bunu yapıyorsa marka göstergelerinin tümünün de aynı şeyi yaptığını söyleyebiliriz. Güzel bir logo markanızı (gösterilen, kavram) güzelleştirirken, çirkin bir logo çirkinleştirir. Doğru bir renk markanızı doğru bir yörüngeye oturturken, yanlış bir renk yörüngeden çıkarır. Albenisi olan bir ambalaj tasarımı tüketiciyi çekerken, itici bir tasarım iter.
Yabancı bir sitede logonun güzelliği veya çirkinliğinin hiçbir önemi olmadığına dair bir yazı okumuştum. Yazar, görüşünü kanıtlamak için berbat logolara sahip bazı iyi markaları da örnek olarak gösteriyordu.
Aslında marka başarısı, çok bileşenli bir konudur. Tek başına marka ismine, logoya ve diğer göstergelerin teknik ve estetik düzeyine bağlanamayacak kadar karmaşık ve birçok parametreyi aynı anda içeren bir süreçtir. Bu bakımdan bunları yeterli kanıtlar olarak görmemiz yanıltıcı olur. Oysa bazı durumlarda da sadece marka ismi ya da logo bile markanın kaderini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilecek, hatta belirleyebilecek bir güce sahiptir.
Logo, bir soyutlamadır. Bir logo yaratmak, formları soyutlayarak markaya bir görsel kod yaratmaktır. Bu bakımdan logonun ideografik niteliğinin önemi büyüktür. Logo, aynı zamanda anlaşmalı bir göstergedir. Anlaşmalı göstergelerin önemli özelliği, zihnin, başka taraflara kaçmadan, doğrudan kavrama yönelmesini sağlayabilmesidir. Logo da böyledir, doğrudan markaya yönlendirir. Evet, bunu teknik ve estetik açıdan özürlü logolar da yapabilir. Oysa mesele bundan ibaret değildir; tartıştığımız şey, göstergenin kavrama etkisidir.
Markanın logosu, markanın diğer fenomenlerine göre ayrı bir yere, farklı bir kodlama yeteneğine sahiptir. Logo, doğrudan kavrama (markaya) gönderirken, diğerleri dolaylı yollara yönlendirebilir, çağrışımlara ve bağlam etkisine ihtiyaç gösterebilirler. Bu nedenle logo, markayla öylesine organik bir bütünlük sergiler ki, logo tasarımındaki her türlü başarı veya başarısızlık markanın arkasındaki zihniyeti bir ayna gibi yansıtıverir. Markanın elbette tek bir sembolü olmaz. Ancak logo, marka sembolleri arasında kopyalanamaz, çok özel ve müstesna bir yere sahiptir. Çünkü logonun kavramla bağlantısı dolaylı değil, doğrudandır.
Marka ismi, kavramın “işitsel kodu”, logo ise “görsel kodu”dur. Duruma göre, markanın “dokunsal”, “tatsal” ve “kokusal” kodları da olabilir mi? Tüm duyularımızın zihnimize girişi sağlayan kapılar olduğunu kabul edersek, tabii ki olur. Ama bunlar, hiçbir zaman varoluşsal düzeyde değildir, çünkü eksikliklerinde marka yok olmaz.
Yine aynı yere geliyoruz; marka ismi nasıl ses estetiğine ihtiyaç duyarsa (phonoesthetics), tasarladığımız logo da aynı ölçüde görsel estetik (visual esthetics) ölçütlerine ihtiyaç duyar. Özetle diyoruz ki, bunlar, işitsel ve görsel kodların nitelikleri olarak kalmaz, aynı zamanda kodların gönderdiği kavramlarla ilgili karineler de oluşturur, yani kavramı da etkiler, hatta kimi zaman belirler. Her gösterge gibi logo da kavrama, yani markaya bulaşır; olumlu ya da olumsuz... Ve onun karakterini, daha da ötesi kaderini etkiler.
Bir idea olarak marka ve bir ideogram olarak logo...
Ben amblem ve logoların, piktografik amblem ve logolar, ideografik amblem ve logolar olarak iki ayrı kategoride tasnif edilebileceğini düşünüyorum. Eğer amblem ve logo tasarımınız piktogram düzeyinde kalıyorsa, yani soyutlama yeteneği zayıf olmuşsa bir yerlerde bir eksiklik var demektir. Eğer tasarımlarınız ideogram niteliğine ulaşmışsa mükemmele daha fazla yaklaştığınızı söyleyebiliriz. Aksi halde hiç bu kadar çırpınmaya gerek kalmaz, manavlara domates, nalburlara çividen amblemler tasarlar, geçiştirirdik.
Yazıya aktarılışı bakımından diller, fonografik ve ideografik diller olarak ikiye ayrılırlar. Dünyada Çin, Japon, Kore ve Tayvan dillerinin dışındakilerin tamamı fonografik dillerdir. Yani anlamsız ses birimlerini (fonem) simgeleyen anlamsız işaretlerin (harf) yan yana gelmesiyle anlamlı sözcükler oluşturularak yazılan diller... Türkçe de bunlardan biridir.
Mesela, başta da yazdığımız gibi “elma” sözcüğünü yazmak için “e, l, m, a” seslerini karşılayan “e, l, m, a” işaretlerini bu sıralamayla art arda getirerek anlamlı bir kombinasyon yaratırız. Sonra da bunu “elma” diye okuruz. Simgesel grafikler olan Çin yazı karakterleri ise, fonogram dillerin kullandığı alfabeler gibi sesleri değil, doğrudan kavramları yazıya döken ideogramlardan oluşur. Tabii bu, Çin ideogramlarının ses karşılıkları olmadığı, Çinliler’in yazı karşısında sessiz sinema oynadıkları anlamına gelmez, onlar da okunur/seslendirilir.
Fonografik dillerde harf kombinasyonlarıyla anlamlı sözcükler üretmek pratik bir yöntemdir. Ancak, fonogramlarla üretilmiş “elma” da nihai olarak bir şekilde ideograma dönüşür. Yani fonografi, aslında bir ideogramlar üretme tekniğidir. Kavramları karşılayan binlerce ideogram yerine, otuz civarında işaretle ses temelli farklı kombinasyonlar yaratmak...
Ancak, Çin yazısını diğer yazılardan ayıran daha ilginç bir fark şudur: Çin ideogramları, farklı Çin lehçelerinde farklı seslerle okunabilirler ama anlamları değişmez. Kuzey Çin’deki bir Çinli ile Güney Çin’deki bir Çinli, lehçe farkından dolayı birbiriyle anlaşamazlar ama aynı yazıyı kendi lehçelerine uygun olarak farklı seslerle okur ve aynı anlamı çıkarırlar. Konuşarak anlaşamayan bu iki Çinli, mesela önlerindeki bir not kağıdını çiziktirerek çok kolay bir şekilde birbirleriyle anlaşırlar. Kısaca Çin yazısı, bir simge olarak farklı seslere, ama ortak anlamlara yönlendirir.
Robert Ornstein’ın Sağduyu isimli kitabıyla ilgili bir tanıtım yazısından ideogramların sağ beyne hitap ettiğini öğreniyoruz: “En son gelişmelerin bizi getirdiği nokta özetle, sağ yarımkürenin dünyaya genel bir bakış atmamızı sağladığı, yani bağlamı oluşturduğu; sol yarımkürenin ise detayları anlamlandırdığı, yani metni ortaya koyduğu şeklinde. Bu iki işlev arasındaki fark, yazı yazarken alfabe ya da hiyeroglif kullanmak arasında tercih yapmaya benziyor. Eski Mısır kitabeleri ve Çince yazılmış metinlerde kavramlar bir bütün olarak semboller ve şemalarla ifade edildiğinden sağ beyne hitap ediyor. Sağ beyni zedelenen hastalarda bağlamın kaybolduğunu gören Ornstein, otizm ya da şizofreni gibi zihinsel bozukluklarda beynin sağ ve sol beyin yarımkürelerinin kullanımındaki dengesizliğinin oynadığı rolü sorguluyor.” (Seda Darcan, Radikal, 2 Temmuz 2004)
Yukarıda yazdığım gibi, eğer “elma” yazısının bir ideogram olduğunu isabetli bir yargı olarak kabul edersek, logoların da birer ideogram olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta “logogram” sözcüğünün de “ideogram”la aynı anlamda kullanıldığını, ideogramlardan oluşan yazı sistemlerine “logografik yazı sistemleri” adı verildiğini hatırlatayım.
Hepimiz biliyoruz ki yazı, dile ait bir unsurdur. Bu unsurun dil içindeki konumuyla ilgili olarak birçok düşünür birçok kuram geliştirmiştir. Edebiyat eleştirmeni Berna Moran, ünlü Fransız düşünür Jacques Derrida’nın yazıyla ilgili görüşlerini incelerken şunları söylüyor: “Gösteren aradan çekilmiş izlenimi verdiği için, düşünce, dolaysız biçimde kendi başına varmış şansını uyandırıyor. Oysa, kendimin özne olma bilincine varabilmemi bile, ‘ben’i, ‘ben olmayan’dan ayıran dile borçluyum. Dilden önce var olduğuna inandığımız ‘ben’ kavramı, aslında, dil sayesinde var olan bir ‘metin’dir. Zaten Derrida’ya göre ‘metin’in dışında hiçbir şey yoktur. Belirtmek gerek ki, Derrida ‘yazı’yı, anlamı oluşturan ‘ayrılık’ (différance) ile eşit sayıyor ve işte bundan ötürü, mantıksal bakımdan ‘yazı’nın sözden önce var olduğunu iddia ediyor.” (Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Berna Moran, İletişim Yayınları)
Piktogramdan ideograma amblem ve logo
Trafik işaretlerinden yönlendirme grafiklerine kadar, günlük hayatımızda sıkça karşılaştığımız piktogramlar; bir eşyayı, bir yeri, bir olayı ya da olguyu temsil eden yalın ve minimal işaretlerdir. Çivi yazıları ve hiyeroglif yazılar da büyük oranda piktogramlardan oluşur.
Piktografik yazıda, mesela güneş ve ufuk çizgisinin minimal bir çizimi “güneşin doğuşu” anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi piktografide gösterenle gösterilen arasında bir nedensellik ilişkisi söz konusudur.
Yazının evrimi sürecinde ilkel dönemleri temsil eden, ilk olarak Sümer kil tabletlerinde ve Mısır hiyerogliflerinde görülen piktogramlar, zaman içinde kendisinden yukarıda sözünü ettiğimiz iki ayrı yazı sistemi doğurmuştur.
Piktogramlar ve ideogramlar kimi zaman birbirleriyle karıştırılır. Oysa ideogramlar, fonogramlar gibi, yazının daha ileri aşamalarını temsil ederler. Piktogramlar, temsil ettiği şeyin bir karakteristiğini bünyelerinde taşırlarken, ideogramlar önemli ölçüde soyutlanmışlardır. Yani bir ideogram güneşin doğuşu kavramını simgeliyor olsa bile, o ideogramda “güneş”i ve “doğuş”u artık resim olarak görmemiz mümkün olmaz. Gösterenle gösterilen arasındaki nedensellik bağı artık yok olmuştur.
Logoda soyutlama, ona çok daha fazla anlam, çok daha zengin çağrışım, çok daha güçlü temsil bağı yükler. Önemli olan göstergebilimsel ilişkinin kitlesel uzlaşıma sunulması ve kabul ettirilmesidir.
Grafik tasarımcının, otomatik logo yapıcı yazılımlar ya da beş dolara logo yapan sitelere karşı elindeki güç nedir sizce?
BRAND MAP DERGİSİNİN 2021 PANDEMİ YAZ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.
Terör saldırısı sonucu yıkılan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin de tasarımcısı mimar Minoru Yamasaki tarafından tasarlanan St. Louis’teki kentsel yerleşim projesi Pruitt-Igoe, yapımından on altı yıl gibi kısa bir süre sonra, 16 Mart 1972’de yıkılmıştı. Bu, aynı zamanda toplu konut politikalarının başarısızlığını simgeleyen bir olay olarak kazınmıştı belleklere. Fakat daha ötesi bu olay, postmodern mimar Charles Jencks tarafından “modern mimarlığın öldüğü gün” olarak ilan edildi. İşin ilginç bir yanı da, Yamasaki’nin tasarladığı projelerden birinin hükümet, diğerinin ise teröristler tarafından yıkılarak aynı kaderi paylaşmış olmasıydı.
“Postmodernist Kültür” adlı kitabın yazarı Steven Connor konuyla ilgili şunları yazar: “1950’lere gelindiğinde dünya Uluslararası Biçem, Gropius ve Van der Rohe’nin hayal ettiği basit, geometrik yoğunluğu ifade eden binalara artık alışmıştı. Uluslararası biçeme karşı ‘post modernist’ tepki ortaya çıktığında ona böyle bir açıklık ve tanım kazandıran, işte bu gözle görülür egemenliktir. (...) Mimari postmodernizmin en etkili tek savunucusu olan Charles Jencks’in kendinden emin bir gülümsemeyle ‘Modern Mimari 15 Temmuz 1972’de, saat öğleden sonra 3.32’de Missouri’de öldü.’ diyebilmesini sağlayan da bu açıklıktır. Jencks’in sözünü ettiği olay, kötü ünlü Pruitt-Igoe toplu konutunun, ellerindekinin kadrini bilmeyen sakinlerinin enerjik vandalizminin sonuçlarını düzeltmek için harcanan milyonlarca doları yuttuktan sonra dinamitle yıkılmasıdır. Jencks’e göre bu an, hegemonyasına karşı çoğul bir dizi direnişin başlangıçlarının billurlaştığı andır. (…) Jencks, her şeyden önce, modern mimarinin ‘tekdeğerliliği’ dediği şey üstünde durur. Bununla kastettiği, Van der Rohe ve takipçilerinin neredeyse evrensel cam ve çelik kutularının simgelediği basit, özsel biçimlerdir. Tekdeğerli yapı, tek bir tema üstünde ısrar edip onu kuruluşuna egemen hale getirerek, biçiminin basitliğini öne çıkaran yapıdır. (…) Jencks’e göre postmodernist mimari, bu tekdeğerlikli ilkenin çeşitli yollardan reddedilmesiyle nitelenir. Bu yolların birincisi ve en açık seçik olanı, mimarinin anlamlı ya da göndergesel işlevine geri dönmektir.”
Charles Jencks’in postmodernizm tarihine hediye ettiği en önemli kavram ise “çifte kodlama”dır. Ona göre postmodern mimari, çifte kodlama (double coding) yeteneğiyle farklı katmanlardaki iki farklı kitleye hitap edebilmektedir; hem seçkin tabakaya hem de geniş halk kitlelerine…
Umberto Eco, “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı kitabında bunu şöyle açıklar: “Bu terim, postmodern mimarinin aynı anda en az iki düzeye hitap ettiğine inanan mimar Charles Jencks tarafından bulunmuştur; Jencks, bu iki düzeyden birinde, diğer mimarlar ve özellikle mimari anlamlarla ilgilenen bir azınlık; ikincisinde de geniş anlamda halk ya da rahat, geleneksel yapı ve yaşam biçimi gibi konularla ilgilenen yerel halk bulunduğunu söyler. Tanımını daha da ileri götürür: Postmodern yapı ya da sanat eseri, aynı anda hem bir azınlığa, yani ‘üstün’ kodlar kullanan şeçkin tabakaya, hem de popüler kodlar kullanan geniş halk kitlesine hitap eder.”
Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadır. Nitekim her yazar, daha çok okur tarafından okunmak ister: “Sadece kendileri için yazdıklarını söyleyen kötü yazarlar ordusuna dahil değilim. Yazarların kendileri için yazdıkları tek şey, ne alacaklarını hatırlamalarına yardım eden, işi bitince de atılan alışveriş listesidir. Çamaşırhane listesi de dahil, geri kalan her şey bir başkasına yazılmış mesajlardır. Onlara monolog değil, diyalog denir.”
Eco’nun romanlarında görülen postmodern nitelik, ona göre, ‘çifte kodlama’dan başka bir şey değildir: “Bazı eleştirmenler romanlarımda tipik bir postmodern nitelik olduğunu söylerler, bu da adlı adınca ‘çifte kodlama’dır. Gülün Adı Üzerine Düşünceler’de belirttiğim gibi, postmodernizm her ne ise, en azından iki tane tipik postmodern teknik uygulamakta olduğumun başından beri farkındayım. Bunlardan biri metinlerarası ironidir: Başka tanınmış metinlerden doğrudan alıntılama ya da onlara anlaşılır sayılabilecek göndermelerde bulunma. İkincisi ise, üst-anlatı: Yazar doğrudan okura hitap ettiğinde metnin kendisinden doğan düşünceler. ‘Çifte kodlama’, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır. (…) Kabul ediyorum ki, bu çifte kodlama tekniğini uygulayan yazar, bilmiş okurla arasında bir tür sessiz suç ortaklığı kurmaktadır, halktan bazı okurlar da ince imaları sezmeyince gözlerinden bir şey kaçırdıklarını hissedebilirler. Ama inanıyorum ki edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekasına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.”
Çifte kodlama, aslında yalnızca mimari ve edebiyat değil, tüm sanat eserlerini, hatta tüm iletişim faaliyetlerini kapsayabilecek bir niteliktir. Mesela Hollywood şablonlarıyla yapılmış bir film, bir yandan bize bambaşka şeyler anlatabilir.
Eco’nun anlattığı gibi, bir romanın geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesinin güvencesi çifte kodlamadır. Bu, aynı zamanda romanın yüksek zümre tarafından benimsenmesi, edebi değerinin teslim edilmesi anlamına gelir. Tek kodlamayla yazılan bir roman, ya yalnızca çok geniş kitleleri yakalayacak ya da sadece çok dar bir kitlenin ilgi ve beğenisini kazanacaktır.
Bence daha da önemlisi, bir esere yüksek zümre tarafından değer ve onay verilmesinin o eserle ilgili geniş kitlelerde yaratacağı “meşruiyet algısı”dır. Böylece eser, kitleler gözünde ayrı bir değer devşirmiş olacaktır.
Önemli bir husus da çifte kodlamanın birbirinden kopamayacak ve ayrışamayacak bir biçimde esere organik olarak gömülü olabilmesidir. Yapıştırma bir yöntem, çifte kodlama işlevini yerine getiremeyecektir.
Kabul etmek gerekir ki, marka iletişiminde reklam ajansları (çok azı bilinçli, çoğu görgüyle) büyük ölçüde çifte kodlamayı başarıyla uygulayagelmişlerdir. Reklam ajansları, hem müşterilerinin hem de geniş kitlelerin farkına varamayacağı, değerlendiremeyeceği birçok mesleki ilkeyi sıkı sıkıya takip etme hassasiyeti gösterirler. Bu, markanın hedef kitlesi farklı olsa bile, daha üst makamlardan onay alma ve markaya kitlesel bir meşruiyet kazandırma amacına da hizmet eder. Gerçek anlamda markalaşma süreci de ancak bu şekilde tamamlanabilir.
Çifte kodlamanın yalnızca mimari ve edebiyat değil, tüm sanat eserlerini, hatta tüm iletişim faliyetlerini kapsayabilecek bir nitelik olduğunu kabul edecek olursak, onu tek başına postmodernizmle bağlantılı görmek yanıltıcı olabilir. Yani, toplumun farklı katmanlarına aynı anda mesajını iletme başarısı gösterebilen her türlü eser, ürün, düşünce, ideoloji veya dinin, sonuç itibariyle iletişimde “çiftle kodlama”yı başarıyla kullanabilmiş olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bu başarı, tarih öncesi çağların ürünü olabileceği gibi, eski, pre-modern, modern ve postmodern çağların ürünü de olabilir.
Martin Lindstrom, The Brand Age’in Şubat 2011 tarihli sayısındaki “Markalamada Dini İlhamlar” başlıklı yazısında şunları yazmıştı: “Sevelim ya da nefret edelim, kabul etmek gerekir ki marka dünyası her geçen gün biraz daha dinsel dünyadan esinlenmeye devam ediyor. Dinler, markaların önünde uzanan yıllar boyunca nasıl evrileceklerine dair çok güçlü bir yol haritası sunuyor. Markaların yapması gereken tek şey, dindarlığı yaratan kadim unsurları incelemek. Bazı durumlarda bu öylesine güçlüdür ki, markalar marka olmaktan çıkıp bir yaşam tarzı haline dönüşürler.”
Lindstrom, bu yazısında konuyla ilgili yaptığı bir araştırmadan da söz ediyor: “Araştırmam çok güçlü on kriterden oluşan bir listeyle sonuçlandı. Marka açısından ele aldığım için bu listeye On Emir demek istedim, ama yayıncım bunun sınırları fazla zorlamak olacağını düşündü. Öte yandan ilginç olan, dinle marka dünyası arasındaki şaşırtıcı ve çok güçlü paralelliklerin varlığı. Yanlış anlamayın. Dinin markalamadan bir şeyler öğrendiğini ima etmek gibi bir niyetim yok, ama markalamanın din dünyasından çokça esinlendiğini rahatça söyleyebilirim.”
Araştırmasının sonunda bulduğu on bileşeni ise şöyle sıralıyor Lindstrom: (1) Ait olma duygusu, (2) ileriyi gören vizyon, (3) düşmanlığın gücü, (4) özgünlük, (5) tutarlılık, (6) mükemmellik, (7) semboller, (8) gizem, (9) ritüeller ve (10) duyusal cazibe.
Ben de, üstünde hiç düşünmeden 11’inci bileşeni “çifte kodlama” olarak listeye ekleyebilirim. Çünkü biliyoruz ki, neredeyse istisnasız tüm dinler, günümüz de dahil olmak üzere insanlık tarihi boyunca her toplum katmanında kendilerine bağlı müminler bulabilmiş, ilettikleri mesajlar her katmanda yankılanabilmiştir.
Mesela Lindstrom, sanıyorum On Emir’le benzerlik kurulmasını sağlamak uğruna bu bileşenleri onla sınırlayarak dinlerle hikaye arasındaki ilişkiyi biraz gürültüye getirmiş ve bunu “gizem” başlığı altına sıkıştırmış. Oysa hepimizin bildiği gibi dini kıssalar, istisnasız bütün dinlerde dini mesajların iletilmesinde çok önemli bir işlev görmektedir. Nitekim Kuran’da da birçok mesaj kıssalar üzerinden verilmiştir. Yaratılış kıssasından tutun, Habil ve Kabil’in çatışması, Hz. Musa’nın asasının ejderhaya dönüşmesi, Kızıldeniz’in ortadan ikiye yarılması, Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması, Saba melikesinin tahtıyla bir yerden bir yere gitmesi, peygamberlerin ve çeşitli toplumların yaşadıkları olaylara kadar birçok kıssa bu amaçla kutsal kitabın anlatısı içinde yer alır.
“Kıssalar insanı adeta gerçekleştiği zaman ve mekana davet eder. (…) Kıssaların bireyi geçmişe daveti dışında, bireyin kıssayı kendi bulunduğu zaman ve mekana davetinden de söz etmek mümkündür. Birey içinde bulunduğu durumu kıssada anlatılan olayla veya kendisini kıssa kahramanı olan şahısla özdeşleştirdiği durumlarda kıssayı bugüne davet eder. Kıssadan almış olduğu hisse veya model şahısla kendi içinde bulunduğu duruma çözüm üretmeye çalışır. Kıssanın bu gücünden faydalanan birey, hem içinde bulunmuş olduğu problemi çözmüş hem de iç huzurunu yakalamış olur.” (Asiye Yılmaz, Kuran’daki Kıssaların Din Eğitimi Açısından Değerlendirilmesi)
Şimdi, bu kıssaların, her toplum katmanına aynı mesajı aktardığını iddia edebilir miyiz? Eco’nun “Çifte kodlama, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır.” ifadesindeki olguyu, pekala kıssaların, hatta tüm kutsal metinlerin dilinin aynı zamanda bir üst-anlatıya dönüşebildiğini anlatabilmek için de kullanabiliriz. Nitekim, “Musa’nın âsâsı” da “Süleyman’ın kuşları” da ve başka birçok metafor da, hem kendi çağında hem çağları aşarak milyarlarca farklı muhatabına farklı mesajlar iletiyor olmalıdır.
Din psikoloğu Dr. Jan Hofmeyr der ki: “Eğer gerçekten dinin bazı bölümlerine bakarsanız, örneğin Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammed gibi büyük dinlerin peygamberlerine bakarsanız en iyi pazarlama stratejilerini kullanmışlardır. Bunlar tarihteki en iyi sosyal stratejistlerdir. Onlar toplumları, kültürleri, insanları çok iyi anlamışlardır. Mesajın nasıl önem kazanacağını görmüşlerdir. Bana göre pazarlama ve din arasındaki ilişki çok açık.”
Ünlü yönetmen Ingmar Bergman, “Anlatılan hikaye ile dinlenen hikaye aynı değildir.” demişti. Kastettiği “çifte kodlama” değildi tabii, o, kodların her farklı zihinde, idrak, deneyimler, çağrışımlar ve birçok etmen nedeniyle farklı biçimlerde açıldığını (decoding), böylelikle mesajın ulaştığı insan sayısı kadar farklı hikayeler yaratılmış olacağını anlatmaya çalışıyordu. Bu insanlar aynı toplumsal katmanda yer alıyor olsalar bile... Oysa farklı katmanlardaki insanlara öncelikle mesajın iletilebilmesi ve kodların o zihinler tarafından açılmaya değer görülmesi gerekirdi.
İşte “çifte kodlama”, birçok katmandaki bireye, her şeyden önce gönderilen mesajın kodlarının açılmaya değer olduğuna dair bir farkındalık yaratma işlevi görürken, aynı zamanda her farklı katmana mesajı iletme başarısı sağlıyor. Eğer çok geniş kitlelerle aynı anda iletişmek gibi bir meseleniz varsa tabii.
Siyasal partiler de çok geniş seçmen kitlelerinden oy talep etmek durumundadırlar. Bu da, bir siyasal parti için, bu kitlelerle onların dilinden iletişim kurabilme ihtiyacı olarak kendini gösterir. İşte bugünkü siyasi tablo, hangi partinin hangi sosyolojik zeminle iyi ileşitim kurabildiğini ve bunların ölçeğini yansıtmaktadır.
Türkiye’de yıllar içindeki demografik hareketliliğe bakacak olursak, kır-kent nüfus oranlarının ancak 1980’lerden sonra kent lehine değiştiğini, 90’larda hareketin hızlandığını, 2000’de kent nüfusunun toplam nüfusun üçte ikisini oluşturduğunu, bugün ise bu oranın dörtte üçe çıktığını görürüz. Elbette bu, herkesi afallatacak kadar büyük ve çok hızlı bir sosyolojik dönüşümdür.
Bu durumda bugün, kent demografisinin büyük çoğunluğunu kır kökenli bir nüfus oluşturmaktadır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ak Parti sandıktan seçimin galiba olarak çıktığında 4 Kasım tarihli gazetelerin çoğunun manşetini “Anadolu ihtilali” ya da buna benzer başlıklar süslemişti. Yani, aslında bu parti, kimilerinin iddia ettiği gibi başlangıcı itibariyle Türkiye’de yeni bir sosyolojinin öncülüğünü yapmamış, kendisi bu sosyolojinin dalgaları üzerinde yükselmişti.
Ali Bayramoğlu, “Üç öykü” başlıklı bir yazısında bu öyküyü şöyle anlatır: “Bu, bir bakıma yeni bir orta sınıfın, yeni bir toplumsal merkezin inşasının, değer sistemleri açısından bir dönüşüm ve etkileşimin öyküsüdür. Türkiye’de son 10-15 yılda toplumsal dokunun çeşitli katmanlarının kendi içinde geçirdiği büyük sosyolojik dönüşüm yaşandı. Farklı değer sistemlerinin görece değişimi, teması ve zaman zaman iç içe girmesi, sivil olana yönelik talep, din-siyaset-ekonomi arasındaki doğal mesafelerin oluşması, laikliğin hem uygulamada hem algıda demokratikleşmeye başlaması önemli ve kalıcı sosyolojik girdilerdir. Bu öykü aslında bir isyanın da öyküsüdür, ‘toplumsal olan’ın ‘siyasal’ karşısındaki isyanı. Dönüşüm süreci toplumsal talepler, eğilimler, dinamiklerin siyaseti ve siyasi dengeleri kuşatmasıyla mümkün olmuş ve yol almıştır. Geçtiğimiz dönemi değerlendirirken sıradan bir iktidar değişimi ifadesini çok dikkatli kullanmak gerekir. Zira temelde yatan değerler ve tutumlara ilişkin köklü bir toplumsal değişim halidir.”
2007 yılında Marketing Türkiye’nin “siyasal iletişim” konulu sorularını cevaplarken şunları söylemiştim: “AK Parti’nin elitist bir parti olmaması geniş kitlelerle ilişkisini kurgulama konusunda bugün için kendisine avantaj sağlamıştır. Fakat, elitist olmakla elit olma arasında çok ciddi fark vardır. Elitizm, uzlaşma karşıtıdır ve bence her şeyden önce gayri ahlaki bir tutumdur. Ancak ülke elitleriyle ulusal egemenliğin uzlaşımı önemlidir ve AK Parti bu konudaki zaafını gidermelidir. Böyle bir zaaf ortadayken bir de sadece lumpen oyları kazanmaya yönelik bir iletişim programı krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.”
Parti seçme eğilimlerinin sosyo-ekonomik sınıflara göre değil, sosyo-kültürel farklılıklara göre şekillendiği bir toplumda siyasal partiler kendi tabanlarını tahkim edecek bir söyleme sıkı sıkıya sarılmak dışında bir şey yapamıyorsa bunu çok görmeyebiliriz belki, çünkü her siyasi parti kitlesel oy zeminini korumak ister. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, bir siyasal parti etikten estetiğe, sanattan mimariye, bilimden şehirciliğe, bir toplumu toplum yapan tüm değerler sistemiyle ilgili bir politika ve dil üretemiyorsa, toplumsal yozlaşmaya karşı bir söylem ve eylem stratejisi geliştiremiyorsa, yani toplumun önünden yürümek ve liderlik etmek yerine kendini mevcut toplumsal dalganın üstüne bırakıyor, hatta bu dalgayı daha da köpürtüyorsa kendini tekli kodlamaya mahkum etmiş demektir. Bu, o siyasal partinin aynı zamanda toplumun hiçbir farklı katmanıyla, özellikle de gri alanlarıyla hiçbir zaman iletişim kurabilme başarısı gösteremeyeceği anlamına gelir. Elbette kitlenin tamamını memnun etmekten söz etmiyorum, birilerini kazanmak için illa başka birilerini kaybetmeye, hatta düşman etmeye mahkum değilsiniz demek istiyorum.
Segmentasyonu aşan, çok geniş kitlelerin tükettiği bazı markalar için de “çifte kodlama” hayat kurtarıcıdır. Mesela Coca Cola böyle bir markadır. Veya Turkcell, Türk Telekom gibi markaların arz ettiği hizmetlerin alıcıları da birçok farklı segmentten oluşur. Bu tür markaların farklı segmentlerde yer alan tüketicilere yönelik bazı farklı ürün geliştirme çalışmaları olabilir ama sonuçta bunların hepsi aynı marka altında yer alır. O nedenle bu markalar özel segmentlere yönelik mesalarını iletmek için kitlesel iletişim araçlarını kullanırken mesajların her segmente bir şekilde temas edebileceğini hesaba katmak zorundadırlar.
Hatırlayanlarınız olacaktır, 2010’un başlarında Garanti Bankası ve Turkcell art arda tavuklu reklamlar yapmışlardı. O günlerde bir yazımda değinmiştim: “Herhalde bizim millet tavuğu çok seviyor olmalı ki, Turkcell’in tavuğundan sonra şimdi de Garanti Bankası’nın tavuğuyla tanıştık. Olabilir, kültürel kodlara uygun düşen, ilgi gören her şey, kısa yoldan sonuç almak isteyen reklamlar için elverişli malzemelerdir. Ancak, hem etkisi yüksek hem de markanın mevcut kimliği içinde birden bir çıkıntı oluşturan reklamlar daha fazla eleştiri oklarına hedef oluyorlar.”
Ali Atıf Bir’in o günlere ait bir yazısına göz atabiliriz: “Garanti’nin C1C2’yi hedefleyen animasyonlu reklamlarının çok dikkat çektiğine, beğenildiğine şüphe yok. Hatta var olan, daha ‘üst’ imaja sahip Garanti müşterilerinin bu reklamları sevdiğinden şüphem yok. Reklamların var olan Garanti Bankası kimliğini desteklediği de ortada. Ancak hedef kitle kaymasının var olan Garanti müşterisinin ‘deneyimleme’ kısmını nasıl etkileyeceğini kestiremiyorum. Recep İvedik karakteri altında Şahan Gökbakar filmlerin birinde ‘Facebook amele doldu çıkıyorum’ diyerek bir üst yaşam standardının bir alt yaşam standardına bakışıyla dalga geçmişti. Eğer Garanti’nin var olan müşterileri C1C2 ağırlığı artınca ‘Burası amele doldu’ ruh haline girerlerse Garanti Bankası frene bastığında artık çok geç olur. Benimki sadece bir hissediş.”
Şimdi de Turkcell’in tavuklu Recep İvedik reklamlarını hatırlayalım. O zamanlar ilk etkili tepki Ahmet Hakan’dan gelmişti: “Eğer müşterisi olduğum ‘cep telefonu’ şirketi... İmajını ‘Recep İvedik’ tiplemesine bağladıysa... ‘5 milyon kişi izlemiş kardeşim... Boru değil’ yaklaşımı, bu şirketin hareket noktası olabiliyorsa... ‘Kalitesiz mizah’ ya da ‘düşük beğeni düzeyi’ bu şirketin umurunda bile olmuyorsa... Bu şirket, mizah anlayışı ‘yellenene gülmek’ seviyesinde olanlar üzerine oynamayı kendine yakıştırıyorsa... Hedef kitleleri buysa... Ben bu hedef kitlenin içinde daha fazla yer alamam... Benim açımdan iş bitmiştir... Recep’ini de, tahammülsüz Şahan’ını da, Recep’in tavuğunu da, 5 milyon izleyicini de, gişeni de, Doğa’nı da, 0533'ünü de... Al ve git başımdan...”
Ali Saydam, Ahmet Hakan’ın bu tepkisini “Biz, kibarca iki markanın vaatlerinin birbirine uymadığından söz etmiştik, Ahmet Hakan ise bizim gibi lafı eğip bükmeden; tabanca sıkar gibi söylemiş protestosunu.” diyerek onaylıyordu.
Ali Atıf Bir ise “Ahmet Hakan’a Turkcell’den balans ayarı” başlıklı yazısında “Turkcell’in 35 milyon abonesi var ve bu 35 milyon içerisinde her yaştan, cinsten, SES’ten insan var. Turkcell artık Coca-Cola gibi ‘sınıfsız kaynaşmış’ bir marka... Recep İvedik varsayıldığı gibi Turkcell’e zarar veriyorsa öncelikle ‘hangi hedef kitlesine?” diye sormak, sonra da bu hedef kitlenin büyüklüğüne bakmak gerekir.” diyordu.
Sorun Turkcell’in 50 milyon abonesiyle her yaştan, her cinsten, her SES’ten kitleye sahip bir marka olmasıyla bağlantılıydı elbette. Coca-Cola gibi... Yani Turkcell’in tavuğunun hedef kitlesi, Turkcell’in tek hedef kitlesi olsaydı, hiçbir tartışma yaşanmazdı. Ya da eğer Turkcell, “kuruşun hesabını yapan” bu kitleye, diğer hedef kitle segmentlerinin göremeyeceği-duyamayacağı biçimde bir iletişim yapabilseydi yine herhangi bir sorun yaşanmazdı. Tabii konvansiyonel “kitlesel iletişim” yöntemleri içinde henüz hedef kitlenin birine değip öbürüne hiç görünmeyen bir iletişim tekniği icat edilmedi.
İletişim odağınız neredeyse oranın dil kodlarıyla konuşursunuz. Dilbilimde, konuşan kişinin, muhatabının veya bağlamının değişmesi durumunda dil kodunu bu yeni duruma göre değiştirmesine kod ayarlaması (la commutation des code) denir. Turkcell de bu kampanyasıyla, evet, muhatabını değiştirdiği için bir kod ayarlaması yapmıştı. Ancak bu kod ayarlaması, dar da olsa hedef kitlenin başka bir segmentinde muhtemelen “yellenene gülmek” seviyesinde algılanmıştı. Çünkü “farkındalık eğrisi”, “reklam beğeni eğrisi” gibi “eğri”ler, her konuda “doğru”yu göstermez. Bu reklamı beğendiğini söyleyenlerin “Recep İvedik’le (Şahan’la değil) İstiklal Caddesi’nde kol kola yürümeyi kabul etme eğrisi” ne gösteriyor, ona bakmak daha “doğru” olur.
Olacak şey değil ya, dil, din, ırk, ülke, yaş, cinsiyet, SES farkı gözetmeden, tüm dünyanın hedef kitlemiz olduğunu kabul edelim. Bu hedef kitleyle iletişim kurmak için kullanabileceğimiz kodlar var mıdır? Evet, az da olsa bulabilirsiniz. E, bu kadar az sayıdaki iletişim koduyla, etkili ve sonuç getirici bir iletişim kreasyonu geliştirebilir misiniz? Teorik olarak mümkün, ama bunu hangi babayiğit reklamcının yapabileceğini bilemem. Ortak dili, ortak kültürü, ortak değer yargıları ve inançları, ortak yaşam biçimleri, ortak gelir düzeyleri olan, daraltıldıkça daraltılmış bir hedef kitleyle iletişim kurarken kullanabileceğiniz ortak kod sayısı da o kadar fazladır ki, bir profesyonel için böylesine verimli bir arazide etkili bir iletişim kreasyonu üretememek aculluk sayılabilir. Demek ki “bol kodlu” ve “kıt kodlu” hedef kitleler ve bu ikisinin arasında kalan skalada da binbir çeşit hedef kitle var.
Hedef kitle genişledikçe ortak kod sayısı azalmakta, daraldıkça artmaktadır. Ortak malzeme bol olduğu için dar hedef kitleyle iletişmek kolay, ortak malzeme kıtlığı nedeniyle ise geniş hedef kitleyle iletişmek zordur. Ama herhalde imkansız değildir. İşte tam da etkili yaratıcılığın lazım olacağı yer burasıdır: Kıt malzemeyle muhteşem bir eser yaratmak...
Öyleyse noktayı şöyle koyabiliriz: Eğer çok dar bir hedef kitleniz varsa, iletişim kodlamanızı kolaylıkla gerçekleştirebilmeniz mümkündür. Fakat çok geniş bir hedef kitleye, daha doğrusu çok farklı hedef kitlelere sahipseniz, ya çok az iletişim koduyla idare etmek ya da “çifte kodlama” tekniğine başvurmak zorundasınız demektir. Yukarıdaki tartışmaları ortadan kaldıracak şey de budur. Ki, dar hedef kitlelerde bile kitlesel meşruiyeti sağlayacak olan yine “çifte kodlama”dır.
TV mi, basın mı, dijital mi, kulaktan kulağa mı, kitlesel mi, yerel mi, küresel mi tartışmalarından da önce üstünde durmamız gereken şey, iletişimin kodlama yeteneği, hatta çifte kodlama yeteneği olmalıdır. Çünkü ne yaparsak yapalım, her şeyden önce iletişimin başarısını güvence altına almak zorundayız.
Bir savaşta uluslararası insancıl hukuk (jus in bello) gereği sivilleri vuramazsınız, çocuk asker kullanamazsınız, çocukları öldüremezsiniz, esirlere kötü muamelede bulunamazsınız, köy veya mabet basıp katliam yapamazsınız, doğal kaynaklara zarar veremezsiniz, orman yakamazsınız.
Fakat kurduğunuz ve beslediğiniz ya da desteklediğiniz terör örgütleri eliyle yürüttüğünüz bir vekalet savaşında bunların hiçbirini takmanız gerekmez. Hatta savaşa girişmek için kabul edilebilir gerekçelere de (jus ad bellum) ihtiyaç duymazsınız.
Çin bugün dünyanın en büyük üretim ekonomisi olmakla birlikte en büyük ekonomi halen Amerika Birleşik Devletleri’dir. Geçen hafta İngiltere merkezli Ekonomi ve İş Dünyası Araştırmaları Merkezi (CEBR), Çin Halk Cumhuriyeti’nin 2028 yılında ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı öngörüsünde bulundu. Daha doğrusu tarihi öne çekti, çünkü Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olacağı öngörüsü zaten herkes tarafından paylaşılıyordu.
Bu mümkün müdür? Elbette. Asıl önemli soru Çin’in bu konumu elde ettikten sonra bunu sürdürüp sürdüremeyeceği ya da ne kadar sürdürebileceğidir. Eğer Çin, demokrasi ve insan hakları konusunda bir mesafe alamazsa, kültür diplomasisinde (dil, müzik, sinema, moda vb.) dünya çapında bir etkinlik sağlayamazsa, ürünlerini markalara dönüştüremezse bu liderliği de uzun sürmez, birkaç on yılda başka bir güce devreder. Nitekim bütün bunlar, Prof. Joseph Nye’ın isabetle işaret ettiği gibi son yıllarda ABD’nin yitirmeye başladığı ‘yumuşak güç’ unsurlarıdır. ‘Yumuşak güç’le desteklenmeyen hiçbir ‘kaba güç’ çok uzun ömürlü olamaz.
1206-1368 arası dünyanın en büyük imparatorluğu olan Moğollar mukayese edilemez ‘kaba güç’leriyle işgal ettikleri Anadolu’da uzun süre tutunamazken Türklerin ‘yumuşak güç’ unsurlarıyla bu topraklarda kök salması bu gerçeğe iyi bir örnektir. Nitekim ‘kaba güç‘ sadece silahlar ve ordularla değil Çin örneğinde olduğu gibi ekonomiyle de kendini gösterebilir, ancak her ikisinin de ömrü ‘yumuşak güç’ unsurlarının sağladığı destekle kaimdir.
Daha önce Noosfer başlıklı yazımda aktarmıştım; Yuval Noah Harari, Dünya’nın Büyük Patlama’dan sonraki hikayesini dört evre olarak tasnif eder.
Ona göre Büyük Patlama ile birlikte ortaya çıkan evrenimizin temel özellikleri madde, enerji, zaman ve uzaya bugün biz ‘fizik’ diyoruz. Bunlar 300 bin yıl sonra madde ve enerji, atom adını verdiğimiz ve zamanla molekülleri oluşturan daha karmaşık yapılar ortaya çıkarıyorlar. Atomların, moleküllerin ve aralarındaki etkileşimin hikayesine de bugün ‘kimya’ diyoruz. Büyük Patlama’dan 10 milyar yıl sonra bazı moleküller organizma adı verilen oldukça geniş ve karmaşık yapılar meydana getiriyor. Organizmaların hikayesine de bugün biz ‘biyoloji’ diyoruz.
Yuval Noah Harari “70 bin yıl kadar önce Homo Sapiens’e ait organizmalar, kültür adı verilen daha da karmaşık yapılar oluşturdu. Bunu takip eden insan kültürlerinin gelişimine de ‘tarih’ diyoruz.” dedi. Böylece insan, yaşadığı bilişsel devrim, kazandığı soyutlama yeteneği ve kültür yaratma becerisiyle fiziğin ve kimyanın ötesine geçmiş, hatta kendi biyolojisinin sınırlarının üstüne çıkmış oluyor.
Noosfer, Vladimir Vernadsky ve Teilhard de Chardin’e göre dünyanın çevresini saran, insan düşüncesinin (veya bilincinin) bulunduğu tabakadır. Vernadsky’ye göre bu tabaka, Dünya'nın gelişiminde Jeosfer ve Biyosfer’den sonra üçüncü tabakadır. Jeosfer Dünya’nın fiziki, Biyosfer biyolojik katmanlarını açıklarken Noosfer (yani zihin küre) tüm insanlığın oluşturduğu düşünce, sanat ve kültür birikimini, aynı zamanda bugünkü insanlığın ortak zihninde bulunan her şeyin oluşturduğu kolektif bir alanı ifade ediyor.
Bugün yaşadığımız dijital devrim ve ağ teknolojisi imkanlarıyla Noosfer’in nasıl daha büyük bir olguya dönüşeceğini kestirmek ise zor değildir. Ve toplumlar arasındaki rekabetin insanlığa, yani Noosfer’e ne kadar katkıda bulunduğuyla ilişkili olarak değerlendirilebileceğini de...
2014 yılında Duke Üniversitesi’nde jeoloji ve çevre inşaat mühendisliği uzmanı Profesör Peter Haff, dünyayı çevreleyen bir Teknosfer tabakasından söz etti. Teknosfer insanoğlunun taşa verdiği ilk formdan başlayarak tüm fabrikalar, havaalanları, anıtlar, caddeler ve köprülerden nesnelere, kitaplara, giysilere, arabalara, bilgisayarlara ve cep telefonlarına uzanan büyük bir sistemdir.
Teknosfer’e, Harari’nin ‘kültür’ veya ‘tarih‘, Vladimir Vernadsky ve Teilhard de Chardin‘in ‘Noosfer’ dediği soyut kültürün, bilincin, bilginin ve bilimin maddi kültüre dönüşmüş halidir diyebiliriz.
Jeosfer’den Biyosfer‘e, Biyosfer’den Noosfer‘e ve Noosfer‘den Teknosfer‘e... Biyosfer bizim kendi irademiz dışında atıldığımız tabaka, fakat Noosfer ve Teknosfer‘i kendimiz yaratıyoruz.
En kötüsü ise Biyosfer’le Noosfer arasında kalakalmak.
“Bugünün
bilim adamları, yazıyı hep dilden yola çıkarak düşünürler ve onlar için
dil, sözlü dildir, konuşulan dildir: yazı da sadece sözün takipçisidir
(gerisinden gelir). Bu nedenle yazıları da dilin -kendi dillerinin- üç
farklı eklemini göz önünde bulundurarak sınıflandırırlar: en başta bir ‘tümce yazısı’ olması gerekir, bu yazıda, çizilen bir gösterge, tek
başına bütün bir sözcenin, bütün bir söylem biriminin yükünü
taşıyacaktır: bu yazı bireşimsel olarak adlandırılan yazıdır
(Ideenschrift), piktogramlarda bulunur (Irokua, Algonkin eşarpları,
çizgi romanlar); bunun ardından bir 'sözcük yazısı' gelmelidir,
göstergeler dilin anlam taşıyan birimlerinin, anlambirimlerinin, yükünü
üstlenir: bu analitik yazıdır (Wortschrift), ideogramlarda (Sümer,
Mısır, Çin ideogramlarında) bulunur; son olarak da seslere dayalı bir
yazı gelmelidir, her gösterge, ayırt edici bir birimin (ses-harf) ya da
bu ayırt edici birimlerden oluşan bir öbeğin (hece) yükünü
üstlenecektir: bu da, alfabeye dayalı yazıdır, okuma kitaplarında,
ünlülerden ve ünsüzlerden oluşan alfabelerde (Fenike alfabesi ve ondan
türeyen alfabeler) karşımıza çıkar. Bu sınıflandırma, elbette ki akla
uygundur, hiç şüphesiz kullanışlıdır, ama belki bir o kadar da
tehlikelidir: çünkü bir yandan, piktogramdan Yunan alfabesine (bizim
alfabemize) doğru bir ilerleme olduğu kabulüne dayanarak, insanlık
tarihini, analitik düşüncenin gelişimini ve alfabemizin doğuşunu sadece
bir tek eylemin düzenlediği, bunun da Aklın eylemi olduğu düşüncesini
destekler; öte yandan, dilin (sözlü dilin) birimlerini, onların sadece
ayırt edici, iletişim kurucu özelliklerini öne çıkarmak amacıyla bir tür ‘mat’ monata indirgeyip sayısız simgesel titreşimlerini gözardı ederek,
sırf bilgi aktarmaya yarayan, çizgisel yazı üzerine kurulu bilimsel
mitosu güçlendirir, -sanki (piktogramda ve ideogramda hacimli olan) yazı
göstergesini düzleştirerek tümüyle rastlantısal bir ögeye dönüştürmek,
hiç tartışmasız kabul edilecek bir ilerlemeymiş gibi.” Roland Barthes,
Yazı Üzerine Çeşitlemeler - Metnin Hazzı, YKY Yayınları, İstanbul, 2007,
S. 33-34)
Evrim kuramına Darwin-Walace kuramı da denir. Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace (1823-1913) birbirlerinden habersiz evrim kuramı ve doğal seçilim üzerine çalışmışlar, sonra tanışıp ortak bir makale yayımlamışlardır. Fakat Wallace, insan zihninin ve insanın matematik yetisi, sanat becerisi ve ahlak anlayışının evrimle ve doğal seçilimle açıklanamayacağını, zihinsel gücün gelişmesinde biyolojik olmayan etmenlerin rol oynadığını söyleyerek Darwin’den ayrılmıştı.
Bence Wallace’ın görüşleri bugün de incelemeye değer, çünkü 50-70 bin yıl öncesine tarihlenen insandaki bilişsel sıçramanın bilimsel bir açıklaması ve dayanağı hala yoktur.
Bir seçim gecesi yaşanan elektrik kesintisi karşısında “trafoya giren kedi” savunmasını herkes hatırlar. Buna çokları inanmamıştı ama belki de doğruydu. Bundan şöyle bir çıkarsama yapmak mümkündür, sadece “yalan”ı değil, “yalana benzeyen doğru”yu dile getirmek de çoğu zaman uygun olmayabilir. Ben “doğru”yu söylerim, gerisi beni ilgilendirmez demek de mümkündür ama doğru değildir. Bir de “doğruya benzeyen yalanlar” vardır ki, onlardan hepimizi Allah korusun.
Dünya bir zamanlar öküzün boynuzları üzerinde duruyordu, sonra yer değiştirdi ve fabrika bacası üzerinde dönmeye başladı, şimdi de fiber kablolara bağlı salınıyor.
Evrenin 13,8 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan kozmolojik modele “Big Bang’ diyoruz. İlk kez 1920’li yıllarda Rus kozmolog Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan ve evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında geniş ölçüde kabul görmüştür.
Yuval Noah Harari, Dünya’nın Büyük Patlama’dan sonraki hikayesini dört varlık düzeyi olarak bence çok güzel tasnif ediyor. Ona göre Büyük Patlama ile birlikte ortaya çıkan evrenimizin temel özellikleri madde, enerji, zaman ve uzaya bugün biz ‘fizik’ diyoruz.
Bunlar 300 bin yıl sonra madde ve enerji, atom adını verdiğimiz ve zamanla molekülleri oluşturan daha karmaşık yapılar ortaya çıkardılar. Atomların, moleküllerin ve aralarındaki etkileşimin hikayesine de bugün ‘kimya’ diyoruz
Yine Harari’nin anlatımıyla, yaklaşık 3.8 milyar yıl önce, yani Büyük Patlama’dan 10 milyar yıl sonra Dünya adı verilen gezegende bazı moleküller organizma adı verilen oldukça geniş ve karmaşık yapılar meydana getirdi. İnorganik moleküllerden organik moleküller oluştu ve birikti. Karmaşık yapıdaki biyomoleküller de bu organik moleküllerden oluştu. Organizmaların hikayesine de bugün biz ‘biyoloji’ diyoruz.
Yuval Noah Harari “70 bin yıl kadar önce Homo Sapiens’e ait organizmalar, kültür adı verilen daha da karmaşık yapılar oluşturdu. Bunu takip eden insan kültürlerinin gelişimine de ‘tarih’ diyoruz.” dedi. Bence sadece ‘kültür’ demek de yeterlidir. Böylece insan, yaşadığı bilişsel devrim, kazandığı soyutlama yeteneği ve kültür yaratma becerisiyle fiziğin ve kimyanın ötesine geçmiş, hatta kendi biyolojisinin sınırlarının üstüne çıkmış oldu.
Noosfer, Vladimir Vernadsky ve Teilhard de Chardin’e göre dünyanın çevresini saran, insan düşüncesinin (veya bilincinin) bulunduğu tabakadır. Kelime, Yunanca’daki nous (zeka) ve sphaira (tabaka, küre) kelimeleri birleştirilerek türetilmiştir. Vernadsky’ye göre bu tabaka, Dünya'nın gelişiminde Jeosfer ve Biyosfer’den sonra üçüncü tabakadır. Jeosfer Dünya’nın fiziki, Biyosfer biyolojik katmanlarını açıklarken Noosfer (yani zihin küre) tüm insanlığın oluşturduğu düşünce, sanat ve kültür birikimini, aynı zamanda bugünkü insanlığın ortak zihninde bulunan her şeyin oluşturduğu kolektif bir alanı ifade ediyor.
Bunun Carl Gustav Jung’un insanlığın tüm kültürel mirasını oluşturduğunu ileri sürdüğü ve “kolektif bilinçdışı” olarak adlandırdığı olguyla bir ilişkisi de kurulabilir belki. Fakat bence Noosfer bundan çok daha büyük bir şey.
Bugün yaşadığımız dijital devrim ve ağ teknolojisi imkanlarıyla Noosfer’in nasıl daha büyük bir olguya dönüşeceğini kestirmek ise zor değildir. Ve toplumlar arasındaki rekabetin insanlığa, yani Noosfer’e ne kadar katkıda bulunduğuyla ilişkili olarak değerlendirilebileceğini de...
Şuna odaklanmalıyız: Bugün uzaydan bakışla güncel bir Noosfer yoğunluk haritası çıkarılsa ülkemiz sınırlarının nasıl görüneceğini ve asıl önemlisi nasıl görünmesi gerektiğini hayal etmeliyiz. Geçmişteki parlak haritalarla avunmak bize hiçbir şey kazandırmaz.
Anlaşılıyor ki Fatih bu mozaiklere birkaç küçük müdahale dışında hiç dokunmadı.
1700’lü yıllardaki çeşitli gravürler (Guillaume-Joseph Grelot, 1680 ve Cornelius Loos, 1701), yine 1700’lü yıllarda Evliya Çelebi ve bazı Avrupalı seyyahların yazdıkları ve 1852’de Gaspare Trajano Fossati’nin resimleri mozaiklerin 19. yüzyıl sonuna kadar yerli yerinde durduğunu gösteriyor.
Dikkat edilecek olura Guillaume-Joseph Grelot’un 1680 tarihli gravüründe, eğer eser sahibinin fantezisi değilse, kubbedeki haç da duruyor. Fakat Grelot minber, mihrap ve müezzin mahfilini çizmeyi ihmal etmemiş. Cornelius Loos’un 1701 tarihli gravüründe ise kubbe görünmemekle birlikte duvarlarda çeşitli hatlar yer almış. Kubbedeki ayet ve büyük hat levhaları bu gravürlerde yok, çünkü onlar zaten 19. yüzyılda Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştı.
II. Abdülhamid’in saltanatı esnasında da (1876-1909) mozaiklere dokunulmadığını düşünüyorum. Çünkü genelde Rumları incitmemek gibi bir siyaset güden II. Abdülhamid’in bunu yapmış olacağını sanmıyorum. Demek ki mozaiklerin üstü 1909’dan sonra, yani İttihat ve Terakki döneminde sıvanmış olmalı.
Art arda yenilgiler, iç karışıklıklar, milliyetçi hareketler, toprak kayıpları, isyanlar ve benzeri nedenlerle merkezileşen ve katılaşan, artık bir özgüven sorunu da yaşayan devlet yönetiminin bu mozaiklerden rahatsız olduğunu tahmin etmek mümkündür.
“Eğer bir şeylere bakma şeklinizi değiştirirseniz baktığınız şeyler değişir.” diyor ABD’li yazar Dr. Wayne W. Dyer. Resimde romantizm akımının büyük ustası Eugène Delacroix da der ki, “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti.” İletişimcilerin bir işi de insanların bakma şekillerini değiştirerek baktıkları şeylerin değişmesini sağlamaktır.
Bir süre önce sosyal mecra hesaplarımdan Ayasofya ile ilgili olarak şu görüşümü paylaşmıştım: “Ayasofya, yaşayan müze (living museum) statüsüne sokulabilir. Minber ve mihrabın olduğu bölüm namaz kılmak için uygun, orada beş vakit namaz kılınsın. Namaz bölümünün hemen arkasına koltuk sıraları konsun, pazar günleri öğlen namazına kadar Ortodokslar isterlerse ayin yapsınlar. Adı da Ayasofya Camii ve Müzesi (Hagia Sophia Mosque and Museum) olsun. İbadet için gelenlerden giriş ücreti alınmaması nasıl sistematize edilir, onu da müzeciler düşünsün. Danıştay, Bakanlar Kurulu, TBMM vs. hiçbir şeye de gerek yok. Müze Müdürlüğü ‘yaşayan müze’ düzenlemesini bir çırpıda yapabilir.”
Biraz tepki alacağımı kestirebiliyordum ama kıyamet kopacağını düşünemedim. Demek ki iletişimciler de iletişim kazası yapabilirmiş. E, adı üstünde, kaza!
Ayasofya’nın Türk halkının büyük çoğunluğunun her zaman pek aklında olmasa da müze olmaktan çıkarılıp camiye dönüştürülmesinden memnuniyet duyacağını tahmin etmek zor değildir. Yapılan güncel kamuoyu yoklamalarında bu oran %70’in üstünde görünüyor. Bunun yanında müze kalmasının uygun olacağını düşünenler de var. Yani Ayasofya toplumun fay hatlarından birini oluşturuyor. Bu da soğukkanlılıkla sağlıklı bir tartışmayı engelliyor. Din, siyaset, hamaset, popüler kültür dalgaları arasında analitik yaklaşımların değer görmeyeceğini bilmekle birlikte bunda ısrar etmenin vicdani bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum.
Bana göre ise Ayasofya, cami olmasını isteyenlerin de müze kalsın diyenlerin de gördüklerinin çok çok ötesinde bir değerimizdir. Evet, bir dünya mirasıdır ama bizim değerimizdir ve bizim hükümranlığımızdadır. Şöyle değerlendirmek lazımdır; onu beş yüz yıl cami olarak kullanan da müzeye dönüştüren de bizim irademizdir. Şimdi tekrar camiye dönüşütürülecekse de öyle.
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini talep edenlerin birkaç argümanı var. Öncelikle buranın bir vakfiye olduğu, müzeye dönüştürülerek vakfiye sahibinin, yani Fatih’in arzusunun hilafına hareket edildiği bu argümanlardan biridir. Vakfiye sahibinin arzusu elbette önemlidir ancak bunun ne gibi hukuki temellerinin olduğunu bilmiyorum. Benim önerimde cami hüviyeti neredeyse bütün unsurlarıyla ifa edildiği için vakfiyedeki arzu da yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca vakıf senedine uygun kullanımdan söz edeceksek ileride yazacağım nedenlerle I. Mahmud’un da buna aykırı davrandığını söyleyebiliriz.
Bir başka argüman Ayasofya’nın bir “kılıç hakkı” olduğudur. “Kılıç hakkı” söylemi üzerinde biraz düşünmek ve temkinli olmak gerekir. Tabii bunu uzmanları bilir, İslam hukukunda böyle bir hak varsa bile kılıcın kullanılma hukuku diye de bir şey var, mesela onunla örtüşüyor mu? Ayrıca kılıç, hükümranlık demektir. Böyle bir haktan söz edersek şu anda hükümranlığın başkalarında olduğu yerlerdeki camilerin güvenliği de tehlikeye girmez mi? Gerçi onlar zaten istediklerini yapıyorlar denebilir ama biz bunlara evrensel hukuk çerçevesinde itiraz ediyoruz en azından. “Kılıç hakkı”nı fazla dillendirecek olursak İslam mabetlerine karşı duyarsızlıklarını bildiğimiz bazı ülkelerin, hatta İsrail’in eline kendi ellerimizle güçlü bir argüman tutuşturmuş oluruz. Bunu Ayasofya bağlamının dışında söylüyorum; daha olgun bir bakışla “Onlar yaptı, biz de yaptık.” ile “Onlar yaptı, biz yapmadık.” arasındaki ahlaki üstünlük nerededir, hiç mi umursamamalıyız?
Ayasofya’nın “fethin sembolü” olduğu yönündeki argüman da haklıdır. Fakat konuya özgüvenle bakarsak bence Ayasofya’yı kuşatmış dört minare, fetihten sonra belli zamanlarda eklenmiş mihrap, minber ve müezzin mahfili, kubbeye yazılmış ayet, müze olduğunda dışarı çıkarılamamış Allah, Muhammed ve dört halifenin isimlerini içeren hatlar da fethin sembolü olmaya yeter. Duvarlardaki mozaikler bile birer fetih sembolüdür. Hatta Ayasofya’nın tamamen camiye dönüştürülmesiyle gelecek nesiller arasında zaman içinde bu sembol olma özelliği unutulabilecekken bu haliyle hiçbir zaman toplumsal hafızadan silinmeyecek, her görüldüğünde fethi hatırlatacaktır.
Tabii “fethin sembolü” derken “fetih” üzerinde daha çok kafa yormak gerekir ki Ayasofya’nın gerçek anlamda neyin sembolü olduğu daha iyi anlaşılabilsin. Özellikle Fatih’in fethinden anlaşılması gereken, onun, Ayasofya’yı camiye dönüştürürken bile tüm mirasına sahip çıkması, dini, kültürel, sosyal, siyasi tüm değerlerini temellük etmiş olmasıdır. Böylece büyük bir kültür anıtı olan Ayasofya’nın kimliği üzerine, eskiyi yok etmeden yeni kültür değerleri yüklenmiştir. Ayasofya tüm kimliği ve kültürüyle birlikte fethedilmiştir, dört duvar ve bir kubbe olarak değil. Mevcut Ayasofya söylenceleri üzerine yenileri eklenmiş, bazıları da İslamileştirilmiştir. Fatih fetihle birlikte Doğu’yu ve Batı’yı Ayasofya’da birleştirmiştir. Hatta öyle ki Doğu Hristiyanlığının Batı’nın içinde eriyip gitmesini engelleyen de odur. Nitekim o ancak bu kuşatıcılığı ile dünya imparatoru olabileceğinin bilincindeydi. Eğer mirası yok etmeye kalksaydı –ki bunu çok kolaylıkla yapabilirdi- onu yönetemezdi de. Devlet yönetiminde de Bizans’ın etkilerine açık olan Osmanlının bin yıllık Bizans İmparatorluğuna son vermediği, onu devam ettirdiği Fatih’in aynı zamanda Kayser-i Rûm (Roma İmparatoru) ünvanını da kullanmasından bellidir. Ayasofya fethin simgesi olduğu kadar özgüvenimizin de simgesi olmalıdır, özgüven sorunumuzun değil.
Gerekçeleri her ne olursa olsun Türkiye’de Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesiyle bir yenilmişlik duygusu yaşayan, bunu bir egemenlik zaafıyeti olarak düşünen, tekrar camiye dönüştürülmesini ikinci bir fetih olarak gören insanların samimi taleplerine göz kapamak da mümkün değildir. Benim önerdiğim yöntemin bu talebi karşılayamadığı söylenemez. Fakat coşkuların ve duyguların kabardığı ortamlarda daha serinkanlı önerilerde bulunmanın ya bunların ciddiye alınmaması ya da ciddi tepkiler verilmesine yol açtığını görüyoruz. Olsun, bu da burada tarihe bir not düşmek şeklinde bulunsun. Belki bir gün birilerinin işine yarar.
Ayasofya’nın müze kalmasını isteyenler ise konuyu seküler bir bakışla değerlendiriyorlar. Belki daha önemlisi altında Atatürk’ün imzası olan bir kararnameyle müzeye dönüştürülen caminin tekrar eski fonksiyonuna dönmesinin onun iradesine karşı bir hareket olacağı yolundaki kaygıdır. Bu arada, Atatürk’ün kararnamedeki imzasının sahte olduğu yönündeki iddiaların inandırıcı bir yanı yoktur. İnsan birkaç yıl boyunca kendi sahte imzası doğrultusunda hareket eder mi? Eğer bizzat kendisinin kararnamenin bu gibi tartışmalara konu olması yönünde bir kastı yoksa.
Bir de, her şeyden bağımsız olarak, uluslararası konjonktürün buna uygun olmadığını, dünyadan gelecek tepkileri gögüsleyebilmenin Türkiye’yi gereksiz ve yorucu bir çabaya sevk edeceğini, zaten ekonomik kriz yaşadığımız şu günlerde böyle bir hareketin anlamsız olacağını dile getirenler var.
Bu görüş ve talepleri tek tek incelediğimizde hepsinde az ya da çok haklılık payı olduğunu görebiliriz. Fakat genel anlamda hepimizin kaçırdığı bir şey var. 2020 yılındayız ve bizim meseleye Fatih’ten de Atatürk’ten de farklı bakabilmemiz gerekir. Bugün artık Ayasofya Fatih’in aldığı ya da Atatürk’ün müzeye dönüştürdüğü Ayasofya değildir. Bakış açımızı etkileyecek, hatta belirleyecek parametreler de çok değişmiştir. Bu arada, söz konusu kararnamenin değiştirilmesi ya da iptalinin Atatürk’ün şahs-ı manevisine bir hürmetsizlik olarak görülmemesi de lazımdır. O kararı o günün konjonktürüne, bugün verilecek kararı da bugünün konjonktürüne bağlamak en makul yoldur. Belki bizim göremeyeceğimiz bir tarihte de bambaşka bir karar söz konusu olabilir.
Her çağın maddi koşullarının oluşturduğu kendi paradigması vardır. İstanbul’u fethettiğinde dönemin anlayışı çerçevesinde “usûl olduğu üzre” ve “kılıç hakkı” olarak Ayasofya’yı camiye dönüştüren büyük sultan Fatih’le bir empati kurabiliriz ama bunu ancak o dönemin paradigmasını bilirsek yapabiliriz. Bugünün paradigması ise farklıdır. Mesela bugün Atina’yı fethedip oradaki kiliseleri camiye dönüştüremezsiniz. İngilizler de İstanbul’u eskiden olduğu gibi işgal edip Sultanahmet’i kiliseye çeviremezler. Bu, güçle veya yapıp yapamama kudretiyle ilgili bir durum değildir. Buna hiç tevessül eden çıkmayacaktır ya da yoktur anlamında söylemiyorum tabii, en azından zihnen insanlığın geldiği nokta burasıdır.
Elimizde yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan, dini, kültürel, ekonomik, politik ve turistik amaçlarla birçok bakımdan değerlendirebileceğimiz muhteşem bir anıt var. Bunu salt camiye dönüştürmek belki dini amaçlara hizmet edebilir ama beş yüz yıl cami olarak kullanılmış, Fatih ve Osmanlı marifetiyle üstüne İslam mührü basılmış anıtsal bir yapının daha geniş bir çerçevede değerlendirilmesi İslam için daha büyük bir hizmet değil midir?
Elbette Ayasofya fethin sembolüdür, bundan vazgeçmek de mümkün değildir ama üstünden pagan kültüründen başlayarak Roma, Bizans ve Osmanlı geçmiş, bütün bu değerleri üstünde biriktirmiş, Anadolulu, Ermeni, Latin, İsviçreli mimarlardan sonra Mimar Sinan’ın ve başka Osmanlı mimarlarının da eli değmiş bir anıtı sadece bizim anladığımız dar kapsamıyla fethin sembolü olmakla sınırlamak elimizdeki zenginliği yoksullaştırmak demektir. Oysa onu bu değerleriyle birlikte yaşattığımızda fethin anlamı daha da yücelecektir.
Aslında şunu da kabul etmemiz gerekir ki Osmanlı sadece Bizans’ı ve Ayasofya’yı fethetmemiş, Bizans ve Ayasofya da mimarisi ve müziğiyle Anadolu İslam kültürünün yeni bir biçim almasına yol açmıştır. Bugün Edirne’den Ardahan’a kadar tüm Anadolu coğrafyasında cami mimarimiz Ayasofya’nın izlerini taşımakta, mevlitten salavatlara kadar dini müziğimiz Ortodoks ilahilerinin makamlarıyla icra edilmektedir. Osmanlı camileri, hatta bugünkü gecekondu betonarme camilerimiz bile Ayasofya olmadan açıklanamaz. Yani sadece biz Ayasofya’yı almadık, Ayasofya da bizi aldı.
Bu resimler Abdülmecid döneminde Ayasofya’yı restore etmek için gelen İtalyan mimarlardan Gaspare Trajano Fossati’ye ait. Bu şu demektir, eserlerden anlaşılacağı üzere 1847’de bile Ayasofya’da Serafim Melekleri ve haç kabartmaları görülüyor. Bizans Devri Muhafızlar Salonu’nu gösteren üçüncü resimdeki kalabalığa karışmış bazı insanların şapka ve kıyafetlerinden anlaşılıyor ki bunlar gayri müslim. Son resimde kadınlı erkekli sol kapıdan girenler de öyle. Ve son derece rahatlar caminin içinde. Çünkü ister Batı’dan ister imparatorluğun başka merkezlerinden gelenler için Ayasofya geniş bir coğrafyaya yayılmış imparatorluğu temsil eden, o kozmopolitliğe açık bir merkezi yapı özelliği taşımaktadır.
Fatih’in Ayasofya’yı camiye dönüştürdükten sonra yapı içindeki ikona ve freskleri kazıtmamış olması olması, hatta Hristiyani bir ıstılah olan Hagia Sophia’yı (Kutsal Bilgelik, yani Kutsal İsa) hiç değiştirmeden kullanmaya devam etmesi yukarıda da değindiğim gibi hem bir emperyal zorunluluk hem bir zarafet ve hoşgörü simgesi hem de sınırsız bir özgüvenin eseridir. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de Ayasofya’daki fresklerden söz etmesi, bazı yabancı gezginlerin tanıklıkları, 15. ve 19. yüzyılda yapılmış gravür ve resimler bunların üstlerinin 1850 ile 1934 tarihleri arasında bir zamanda sıvandığını göstermektedir. Bugünün anlayışının bu tavrı sürdürebileceğinden emin miyiz? Peki, bunu değiştirmek, yani üstlerini yeniden sıvamak Fatih’in hatırasına hürmetsizlik olarak düşünülemez mi?
Bu mozaiklerin üstlerinin 1795’te I. Mahmut döneminde kapatıldığı da ifade ediliyor. Bu, acaba Osmanlı yönetiminde yenilgilerle başlayan bir özgüven sorununun başlamasının bir işareti olarak görülebilir mi, bilmiyorum. Bunların en azından bazılarının Fossati’nin resimlerinde göze çarpması ise belki padişahların anlayışlarına göre zaman zaman kapatıldığı, zaman zaman açıldığını düşündürüyor.
Ayasofya’nın son sahibi biziz ve hükümranlık hakkı bizdedir. Bunu kimse değiştiremez. Ne karar verirsek, ne yaparsak kendi irademizle ve kendi egemenlik hakkımızla yapacağız. Fakat birçok parametreyi dikkate alarak.
En azından bazı sosyal mecra tepkilerinin üslubu ve seviyesinin mazereti olmasa da bir yerde kısmen bunlara hak verilebilir. Meramı bir paragrafa sığdırmak kaygısından “Ortodoks ayini” konusu tek binada iki mabet gibi algılanmış olabilir. Oysa öyle değil, bu, an itibariyle hükümran olanın alicenaplığıyla mabedin 1453 öncesi sahiplerinin kültürel mirasçılarına lutfedilmiş bir izin olacaktır. Bu küçük hareket ise insanlık barışı için çok büyük bir örneklik teşkil edecektir. Yakın çevremden edindiğim intiba bu konudaki hassasiyetin çok yoğun olduğunu gösteriyor. Mesela böyle kısıtlı bir iznin kelebek etkisi yaratacağını, bu uygulamaya imza atan partinin Türk siyasi tarihinden silineceğini söyleyen güvendiğim arkadaşlar var. Eğer gerçekten durum böyleyse ben gerçeklikten uzak bir hayal dünyasında yaşıyorum, son derece yanlış bir algıya sahibim demektir. Gerçi bir zamanlar Ayasofya’da Ortodoks ilahi konseri de verilmiş, bu da bir ibadet sayılır ama konuyla ilgili pek bir tepkiye rastlamadım. Tabii böyle bir konsere izin verildi ve icra edildiyse içinde Fetih Suresi’nin okunmasına tepki verilmesi de çok anlamsızlaşıyor. Niye okunmasın?
“Ortak mabet” fikrinin egemenliğin bir kısmının devri gibi algılandığını görüyoruz. Dediğim gibi ben “ortak mabet” fikrini savunmuyorum ama öyle olsa bile tarihteki bazı örnekler bunda İslami açıdan yine bir sakınca olmadığını gösteriyor. Mesela Şam Emeviye Camii fetihten sonra 70 yıl boyunca aynı yapı içinde kilise ve cami olarak işlev gördü. Fethe rağmen bu hakkı Hristiyanlara verenler de o zamanın hükümranı olan Müslümanlardı.
Gerçi “Katoliklere de bir yer ayarlayalım, Yahudiler ve Budistlerin başı kel mi?” gibi alaycı eleştiriler de olmadı değil ama bunların fazla üstünde durulacak bir ciddiyeti olmadığı ortadadır. Burada konu Ortodokslarla Müslümanlar arasındadır. Önerimle adını bile anmayı kirletici bir unsur olarak gördüğüm bir örgütün geçmiş dönem faaliyetleri arasında bir bağlantı kurulması ise öküzün altında buzağı değil, buzağının altında öküz arama hastalığının bir sonucu olsa gerek.
“Endülüs’te bir tane cami mi bıraktılar?” ya da “Balkanlarda camilerimizi diskotek yaptılar, biz niye onlara Ayasofya’da kısmi de olsa ibadet hakkı tanıyalım?” şeklindeki itirazlara hayatını Bosna Müslümanlığına adamış Aliya İzzetbegoviç’in ikazıyla cevap vermek en doğrusu: “O zaman senin ondan ne farkın kalır?”
Dönemin reel-politiği bize böyle bir sonuç armağan etmiştir. Sadece bizde değil, birçok ülkede benzer sonuçlar vardır ve bunlar aynı zamanda bugünün fiili durumunu oluşturmaktadır. Fiili durumu değiştirmek değil, sadece günümüz paradigmasına, hatta bizim için Türkiye’nin barış mesajlarına ve İslam’ın temel ilkelerine daha uygun yeni çözümler üretmek herkes için insani bir görevidir. Tarihin akışını değiştirmenin, geriye sarmanın imkanı da anlamı da yoktur, burası nihai fonksiyonu itibariyle camidir. Mesela Endülüs’te şimdi bir kilise-müze olan Kurtuba Camii’nde Müslümanlara da kısmi ibadet hakkı tanınması o eserin geçmişine saygının bir ifadesi olacaktır. Keşke İspanya yönetimi de bunu yapabilse.
Bu arada, Türkiye Ermeni Patriği Sahak Maşalyan’ın “Ayasofya ibadete açılsın. Mabet yeterince büyük. Hristiyanlara da bir alan tahsis edilsin. Dünya dinsel barışımızı, olgunluğumuzu alkışlasın. Ayasofya çağın ve insanlığın barış sembolüne dönüşsün.” şeklindeki açıklamasını zarif bir hareket olarak görmekle birlikte bizi bağlamaması gerektiğini de söylemem gerekir. Çünkü Ayasofya’nın “ortak mabet” olarak kullanılması müze öncesi kimliğiyle uyumlu değildir. Dediğim gibi burası her şeyden önce camidir ve Ortodokslara kısıtlı bir zaman diliminde ibadet izninin verilmesi cami kimliğine gölge düşürmeden yapılmalıdır. Yani bu izin ev sahibi ve misafir ilişkisi şeklinde kugulanmalıdır. “Minarelerine de çan takalım bari.” şeklindeki alaycı yaklaşım sahiplerine ise tarihi boyuna Ayasofya’da hiçbir zaman görkemli bir çan kulesi olmadığını, Ortodoksların çana karşı ilgilerinin her zaman zayıf olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır.
Tabii bu tartışmalarda gerçekten İslami ilkelerin ne kadar dikkate alındığı da şüphelidir. Yani İslami açıdan bir başka dine ait mabedin camiye dönüştürülmesinin fıkhen doğru olmadığı kesinlik kazansa bile ahalinin bunu dinlemeyeceği, olaya dini değil, daha farklı bir pencereden bakacağı anlaşılıyor. O nedenle bu tartışma özünde İslami bir tartışma da değildir.
Yaşım gereği elli yıldır her birkaç yılda bir hemen hepsi sonuçsuz kalan bu tartışmaları dinledim. Geçen yıl yine gündem olmuştu, Cumhurbaşkanı “Önce Sultanahmet’i doldurun, oyuna gelmeyin.” dedi. Şimdi de sonuçsuz kalacağı çok muhtemel. Muhtemel diyorum ama belki iktidar bu kez kararlı olabilir. Nitekim şimdi muhalefet de direnç göstermediği için iktidar zor durumda kalabilir. Yine de iç politikada zor durumda kalmak dışarıdaki tacizlerden daha hafif olarak değerlendirilebilir. Cumhurbaşkanı’nın Balkanlarda Osmanlı camilerinin zarar göreceği yolundaki uyarısını bir yıl içinde ortadan kaldıracak bir gelişme olduğunu düşünmek de zor. Özellikle kendisini Doğu Hristiyanlığının mirasçısı gören Yunanistan, ardından AB, hatta tam seçim öneci ABD ve Trump’ın salvolarıyla karşılaşabilme ihtimalleri de yok değil. (Bu arada Yunanistan’ın Bizans’la bağının kavmî değil, sadece dini olduğunu da belirtmek gerekir.) Daha da ötesi Putin’in anlaşmazlık içinde olduğu Rum Patrikhanesi’nden rol çalmak ve Ortodoks dünyasında itibar kazanmak için neler yapabileceği meçhul. Aslında Batı Hristiyanlığının Ayasofya üzerinde hiçbir söz hakkı yoktur ama iş siyasete gelince farklı parametrelerle de olsa her devlet kendinde bu hakkı görecektir. “Egemenlik bizdedir, bütün bunlardan bize ne, tam tersine inadına açmalıyız.” diyebiliriz, hatta Yunanistan Dış İşleri Bakanı’nın münasebetsiz beyanları sinirlerimizi zıplatmış da olabilir ama bu duyguları halk olarak biz yaşarız, devletler ise duygusal davranmaz, bütün bunları analiz eder, rasyonel düşünür ve rasyonel karar verir. Sonuçta güç bizdedir, karar ne yönde olursa olsun bu kararı biz vereceğiz.
“Efendim, Türkiye devleti kimin ne dediğine bakmaz, eğer kimin ne dediğine bakacaksak, ürkeceksek ve korkacaksak PKK ile de savaşmayalım, Akdeniz’de gaz da aramayalım, Libya’da da maceraya girmeyelim çünkü adamlar bu hareketlerimizin hepsine karşılar.” diyenler de var. Oysa bunları Ayasofya gibi derin bir mevzuyla karşılaştırmak nitelikleri itibariyle mümkün değildir. Zaten benim temel motivasyonum bu da değil, daha önemli olan Ayasofya ile dünya halklarına vereceğimiz mesajdır, devletlere değil. Bu mesajın içeriği, tonu, dozu ve etkisinin ne olacağını düşünmeliyiz diyorum.
Uygun bulmamakla birlikte camiye dönüştürüldü de ben buna itiraz ediyor değilim. Eğer dönüştürülemiyorsa bu konuda samimi olanlara ‘yaşayan müze’ konseptini önerdim. Hala da öneriyorum, geri adım atacak değilim. Yani minarelerde ezan (ki zaten okunuyor), içeride de beş vakit namaz.
Bu arada, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının Danıştay marifetiyle iptal edilmesinin bazı sakıncaları da olabilir. Bunun yerine yeni bir Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya’ya çok özel bir statü verilebilir. Nitekim Danıştay kararı burayı otomatik olarak eski statüsüne döndürecek, artık bir cami olan bu yapı için özel birtakım tasarruflar hep tartışma konusu olacaktır. Mesela “Camide gavur mozaikleri olmaz, burada namaz kılınmaz.” gibi itirazlar belli çevrelerde dillendirilmeye başlanacaktır. Oysa, yönetimi bile özelleştirilmiş özel bir statü, bu statü içinde verilmiş ibadet hakkı bu gibi tartışmalara yol açmayacaktır.
Ayasofya’ya ibadet amaçlı kullanımın ötesinde doğrudan cami statüsü verdiğimizde, her ne kadar Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bir sakınca olmadığını söylüyorsa da, oradaki mozaiklerin bir şekilde kapatılmamasının bugünün anlayış ve alışkanlıkları çerçevesinde ciddi rahatsızlık yaratacağı açıktır. Oysa sadece ibadet amaçlı kullandığımızda mihrabın çok üstündeki İsa’yı ve biraz daha gerideki Serafim Melekleri’ni namaz kılınırken ışık oyunlarıyla ya da bir perdeyle kapatmak yeterli olacaktır. Nitekim Gümüşhacıköy’ün Maden köyünde Rum mübadillerden kalma camiye dönüştürülmüş bir kilisenin kubbesindeki mozaikler namaz vakitleri otomatik bir perdeyle kapatılmakta, sair zamanlar ise açılmaktadır. Aynı şekilde Alaçatı’da sonradan camiye dönüştürülmüş ama günümüzde Müslümanların hoşgörüsüyle Hristiyanların da ibadet edebildiği bir cami var. Yine Maden’de olduğu gibi bu camide de namaz vakitlerinde resimlerin üstü kapatılıyor.
Ayasofya UNESCO’nun Dünya Mirası listesindedir ve o listedeki adı Ayasofya Kilise, Cami ve Müzesi şeklindedir. Ben ise adını Ayasofya Camii ve Müzesi (Hagia Sophia Mosque and Museum) olarak öneriyorum. Hem son kullanım fonksiyonun cami olması da hem de bazı hassasiyetler nedeniyle “kilise”nin kullanılmasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bu da bir hümükranlık imtiyazı olarak düşünülmelidir.
Ayasofya gibi UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan bir başka mabet de Kurtuba Cami ve Katedrali’dir. Bunun adı da UNESCO listesinde bu şekildedir. Burası da Müslümanların Endülüs’ten sürülmesinden sonra kiliseye çevrilmiştir. Kamu mülkiyetinde olan ve sadece küçük bir bölümünde ibadet edilen Kurtuba Cami ve Katedrali mülkiyet yasasında yapılan bir değişklik sonucu Piskoposluğun mülkiyetine geçmiş olmakla birlikte bu değişikliğe hem halk hem de uzmanlar tarafından karşı çıkıldı. Sonuç ne oldu bilmiyorum ama İslam tarihi ve eserleri konusunda uzman yüz akademisyen ve araştırmacı, İspanya hükümetini Piskoposluğun Kurtuba Cami ve Katedrali’ni mülkiyetine geçirmesini engellemeye çağırdı. Buradan da alacağımız dersler olabilir.
Aslında Müslümanların anlayışına göre 7. yüzyılda İslamiyet’in ortaya çıkışına kadar Ayasofya İbrahimi dinler geleneği içinde bir İslam mabedidir. Bir başka açıdan bakıldığında Fatih eski bir İslam mabedininin cami olarak yaşamaya devam etmesini sağlamıştır. Eski Ayasofya kültürüne karşı hoşgörüsünün temellerinde belki bu da vardır.
Sonuç olarak Ayasofya herhangi bir cami gibi Diyanet’e bağlanmak yerine mevcut statüsü korunabilir ama “yaşayan müze” konsepti içinde Müslümanlar hiçbir camiden eksik kalmayacak şekilde cuma namazı dahil olmak üzere ibadetlerini bütün rükünleriyle birlikte eda edebilirler. Fatih’in ruhu da bundan mutlu olacaktır. Pazar günleri kısıtlı bir saatte eğer isterlerse Ortodoksların da burada ibadet etmelerinden Fatih’in hiç müteessir olacağını sanmam, eğer onun kişiliğini tanıyorsak. Bizim için üzüldüğü çok şey vardır mutlaka, o ayrı.
Kurtuba’da kiliseye çevirdikleri camiyi gören İspanya kralı V. Karl, “Dünyada bir tek yerde görülebilecek bir şeyin yerine her yerde görülebilecek bir şey yapmışsınız.” demiş. Tabii ki onlar vahşice katliamdan geçirip kalanlarını da sürdükleri Müslümanların Endülüs’teki camilerinin gözünün yaşına bakmamışlardır ama ifade ilginçtir.
Jean Baudrillard’ın “İstanbul, jeolojik olarak da pek çok uygarlığın, kültürün dibe çökmesiyle oluşmuş bir tortu kenti. Amerikan kentlerinde yukarı, İstanbul’da ise derine doğru bir dikeylik söz konusu. (...) Bir tür derin zamansallık anlamında, düşler biçiminde de olsa kendini hissettiren tüm o fosil kültürlerden yayılan bir sızıntı söz konusu.” sözünün en büyük temsili Ayasofya’da yaşamaktadır. Ayasofya aracılığıyla bir kültür, sanat ve mimari tarihi yazabilir, onda İstanbul’un derinliğini görebilirsiniz. Bu tartışmanın hangi cephesi olursa olsun, bu derinliğin farkında olmadığı içindir ki konu yüzeyde kalmaktadır. Ayasofya’nın bir imparatorluğun camisi olmasıyla bir ulus devletin camisi olması arasında da çok büyük fark vardır. Maalesef çok küçük bir azınlık dışında değeri bilinemeyen, bu nedenle de hakkı verilemeyen bir anıtın artık yepyeni bir paradigmayla ele alınması lazımdır. Bu çabaya başta Kültür ve Turizm Bakanlığı da dahil olmak durumundadır.
Ayasofya’yı camiye dönüştürmek bir yüksek mahkeme ya da Bakanlar Kurulu kararı ile mümkündür ve kolaydır, önemli olan bununla yetinmemek, ötesi, iç ve dış komplikasyonlarını başımıza dolamak yerine daha pratik bir yöntemle daha yüksek bir yarar elde etmektir. Ayasofya öylesine değerli ve ağır bir yüktür ki bu yükü bence Diyanet İşleri Başkanlığı konumu ve fonksiyonu gereği sırtında taşıyamaz. Evet, dünyada dini mimarinin başyapıtı Ayasofya son beş yüz yıllık fonksiyonu da göz önünde bulundurulduğunda elbette bir camidir ama üstünde biriktirdiği değerlerle insanlığa hem Türkiye’nin hem İslam’ın barış mesajlarını iletecek, bu anlamda İslam’a Diyanet’e bağlı herhangi bir camiden daha fazla hizmet edecek büyük bir insanlık anıtıdır. Bu bakımdan ibadete açılmasıyla yetinilmemeli, daha ötesi gözetilmelidir.
Bu da bu yazının bonusu olsun. İki buçuk dakikada müzikle İstanbul tarihi... Tam on dokuz yıl önce kreatif direktörlüğünü yaptığım, on beş ünlü şairin İstanbul şiirlerini on beş ünlü ismin seslendirdiği, müziklerini Yücel Arzen’in bestelediği Şiir Şehir İstanbul Kitap ve CD projesinin introsu...
Güncelleme[ 13 TEMMUZ 2020 ]
Danıştay 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Hayırlı olsun. Böylece yukarıdaki tartışmaların bir hükmü de kalmamış oldu. Fetihten bu yana değerleriyle birlikte koruduğumuz, üstüne yeni değerler yükleyerek daha da yücelttiğimiz bu muhteşem anıtın bundan sonra da Türkiye’nin büyük bir varlığı olarak yaşaması Müslümanların medeni olgunluğuna, zarafetine, nezaketine, hoşgörüsüne ve özgüvenine emanettir artık. Buna rağmen ben yine de Ayasofya’nın Diyanet’e bağlı bir cami olmak yerine özel bir statüye kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bu özel statünün şartları üzerinde de fikirler üretilebilir.
Karardan sonra dünyadan, özellikle de Rusya’dan beklediğim tepki gelmedi. Haçlı zihniyetinin eski heyecanı kalmamış diyebilir miyiz?
Yukarıda da yazdığım gibi Danıştay Kararı sonucu Ayasofya’nın statüsü 1934 öncesine rücu etmiştir. Yani yeni bir karara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden camiye dönüşmüştür. Herhangi bir caminin müze olarak da fonksiyon icra etmesi özel birtakım uygulamalara ve cami fonksiyonundan bazı kısıtlamalara ihtiyaç gösterecektir. Bu da sıktıntılı bir durumdur. Çünkü belli ki bugünün Müslümanlarının belli konulardaki anlayışı Fatih ve daha sonraki dönemlerdekiyle aynı değildir. Mesela mozaiklere karşı eski zamanlardaki hoşgörü gösterilmeyecektir. Bunların üstü tümüyle kapatılamayacağına göre belli ki namaz vakitlerinde cemaatle namaz kılınırken yarımşar saat belli bir teknikle örtülecek, sonra açılacaktır. Oysa herhangi bir camide yirmi dört saat münferiden namaz kılınabilir, bu nasıl aşılacak?
Bir başka husus, Ayasofya’nın turist yükü asla Sultanahmet gibi olmayacak, çok daha fazla ziyaretçi alacaktır. Bu durum, cami ve müze fonksiyonunun iç içe girmesi demektir. Umarım ortaya çıkacak karmaşa zaman içinde başka tartışmalara neden olmaz. Ya da belki uygun çözümler geliştirilecektir.
Madem Ayasofya’nın müze fonksiyonu olduğu gibi devam edecek, o halde müze gelirlerinden feragat etmeyi anlamlı bulmadım. Cemaatle turistlerin ayrıştırılarak buna bir çözüm bulunması iyi olacaktı. Bu sadece gelirlerden feragat etmek anlamına da gelmeyecek, Ayasofya’nın turist yükünün artmasına da neden olacaktır.