1 Kasım 2009 Pazar

| Medreselilerin ya da kolejlilerin fazladan malumatları dili de ilgilendirmez, bizi de...

Eskiden medrese öğrencilerinin malum sebeplerle Pera tarafına geçmeleri yasakmış. Bir gün üç kafadar medrese öğrencisi, felekten bir gün geçirmek için karşıya geçmeye karar verirler. Tanınmamak amacıyla medrese kıyafetlerini değiştirirler, Galata Köprüsü’nden karşıya doğru yürümeye başlarlar. Köprünün ortasına geldiklerinde bir görevli kafadarların hallerinden kuşkulanıp yollarını keser ve “Durum bakalım, sizin bu tarafa geçmeniz yasak!” der. Medreseliler sebebini sorduklarında görevli “Siz medrese talebesisiniz, geçemezsiniz.” diye cevaplar. Bizimkiler “Medrese talebesi olduğumuz nerden maağluum?” diye “malum” kelimesindeki Arapça “ayn” sesini medresede öğrendikleri gibi çatlatarak sorunca görevli cevabı yapıştırır: “Maağlumunuzdan maağluum!”


Gördüğünüz gibi tarih tekerrür ediyor. Bugün, İngilizce kökenli sözcükleri orijinal fonetiğine uygun bir biçimde telaffuz etme gayretiyle medreselilerin tavrı arasında hiçbir fark yok. Malumatın fazlasının zihinde durduğu gibi durmayıp zararlı bir şekilde dile gelmesi olarak tanımlayabiliriz bu durumu...

Her dil yabancı dillerden sözcük alışverişinde bulunur. Sadece sözcük değil, yabancı kültürlerden neler alıyoruz, onlara neler veriyoruz, hesabı tutulamaz. Zaten bunu yapamayan kapalı toplumlar bir süre sonra durgun su gibi çürümeye yüz tutar. Ancak, her toplumun yapması gereken en önemli şey, aldıklarını kendi paradigmasıyla dönüşüme uğratarak bünyeye uyumlu hale getirmesidir. Eğer bu bir sözcükse, öncelikle o sözcüğün ses yapısı değişime uğrar, dahil olduğu dilin ses özelliklerine aykırı yanları törpülenir ve o dilin mülkiyetine böyle girer. Eğer sözcük, henüz o toplumun anlam dünyasında ve zihin haritasında yer almayan bir kavramın karşılığıysa kavram da yine yerel nüanslarla oluşmasını ve büyümesini sürdürür.

Bu alışverişlerin olumsuz yanlarından biri, aynı alfabeyi kullandığımız farklı dillerden giren sözcüklerin orijinal imlalarıyla dile gelip yerleşmesidir. Arap kökenli eski alfabemizin bence en önemli sorunlarından biri bu olmuştur; Arapça ve Farsça sözcükler olduğu gibi orijinal imlalarıyla Türkçe'ye girmişler, yani Türkçeleşmemişlerdir. Latin alfabesine geçtikten sonra, aynı alfabeyi kullanan dillerden giren sözcükler Türk imlasına uydurulmakla birlikte, yine Latin alfabesinden gelen özel adların orijinal imlasıyla yazılması kural olarak kabul edilmiştir.

Bu kurala “Yves Saint Lourent’den Adidas’a, Brad Pitt’ten Najib Mahfooz’a bazı yazım kuralları...” başlıklı yazımda daha önce değinmiştim: “Eğer bir yabancı sözcük Latin alfabesi kullanan dillerden geliyorsa Türkçe’de de orijinal yazımıyla kullanılır: Brad Pitt, Robert Redford, Newsweek gibi.... Arap, Çin, Japon ve Kiril gibi alfabeleri kullanan dillerden gelen sözcükler ise Türkçe fonetiğine uygun olarak, söylendiği gibi yazılır: Dostoyevski, Tolstoy, Mao, Mahmud Derviş gibi... Gerçi bu kural, biraz da kendileri öyle lanse ettikleri için, özellikle Japon isimlerinde ihlal edilmektedir. Bir de Avrupa’ya uğrayıp gelenlerin isimleri yüzünden ihlal ediliyor: Nobel ödüllü Arap yazarın ismini kimilerinin Najib Mahfooz olarak yazmaları gibi... Halbuki bildiğimiz Necib Mahfuz işte!..”

Sevan Nişanyan, dünkü Taraf gazetesindeki “Evlatlar” başlıklı yazısında Arapça’dan Türkçe’ye girmiş, orijinali çoğul olan, fakat Türkçe’ye girince semantik olarak tekilleşen sözcüklere değindi. Nişanyan yazısına şöyle başlamış: “Evlatlar yanlıştır. Eşyalar diyen cahildir, değil mi hocam,” diye soranlara en basit cevap, “Bilader sen Türkçe bilmiyor musun? Neden bana soruyorsun?” diye kontratak yapmaktır. Türkçede evlatlar diyor muyuz? Diyoruz. Nokta. Arapçada evlatlar olurmuş, olmazmış, bırak onunla ukala tayfası ilgilensin.

Nişanyan “ukala tayfası” demiş, ben de “malumatfüruşlar” diyeyim. Yukarıda dediğim gibi dile giren her sözcüğün telaffuzu ve imlası değiştiği gibi anlamı da değişir veya farklılaşır. Evlat Türkçe’de tekil bir sözcüktür, Arapça’da ne olduğundan artık bize ne?

Fazla malumatın imlaya yansıyan arızaları da var tabii... Eski alfabede olduğu gibi şimdi de İngilizce’den gelen kimi sözcükler orijinal imlalarıyla yazılmaya başlandı ki, bunun sonu bence iyi değil. Gerçi biz, henüz eski alfabe imlasının etkilerinden de tam olarak kurtulmuş değiliz. Yazarken hepinizi ikircikli duruma düşüren iyelik eki almış cami, sanayi, bayi gibi sözcüklerin neden cami-i, sanayi-i, bayi-i şeklinde yazılması gerektiğini biliyor musunuz? Çünkü bu Arapça sözcüklerin sonu “ayn” sesiyle biter. “Ayn”ı Türkçe seslendirmek imkansızdır, çünkü bizde bu ses yoktur. Medrese öğrencilerinin hikayesinde geçen “malum” sözcüğünde de “ayn” vardır, a ile l’nin arasında... Biz bu sesi medreseliler gibi çıkaramadığımız, çıkaramayacağımız için a’yı uzatır, işi bitiririz. Sonunda “ayn” olan cami, sanayi, bayi gibi sözcüklerde ise bunu da yapmayız. Öyleyse niye zaten telaffuzda da yer almayan bir sesi varmış gibi davranarak iyelik ekinin önüne hayalet gibi sokuşturuyoruz? Camisi, bayisi, sanayisi diye yazmak varken...

Şimdi diyeceksiniz ki sen bu kurala uymuyor musun? Galiba uyuyorum, çünkü ben imlada otoritenin gerekliliğine inanırım. Ama bazen hiç aklıma yatmayan o kadar mantıksız kurallarla karşılaşıyorum ki, bunlara uymakta zorlanıyorum. Yukarıda, özel ad olan dil adlarıyla aldığı ekler arasına tırnak koyduğum gibi...

Neyse, daha fazla uzatmayalım. Diyeceğim, dile kendi iç mantığı içinde yaklaşmak lazım, medreselilerin ya da kolejlilerin malumatları bizi ilgilendirmez. Dili hiç ilgilendirmez.