13 Temmuz 2009 Pazartesi

| Eğer frekansı tutturamadıysanız, ne kadar konuşsanız boşuna!

“Tüm gereksiz bilgiler, aslında sadece tedavülde oldukları için gerekli olabilir!” başlıklı yazımda “Popüler bilgiyi lanetlemekte özgürsünüz tabii, ama unutmayalım ki hepimiz bu popüler kültür havuzunun içinde yaşıyoruz. Kayıtsız kalamazsınız, ama teslim olmazsanız iyi edersiniz.” demiştim. [FOTOGRAF: VLADIMIR LETSROYOV]


Ayşe Lahur Kırtunç’un daha sonra karşılaştığım “Popüler Kültür Araştırmaları” konulu bir konuşmasında benzer bir metaforu alıntıladığını gördüm: “Popüler kültür çevremizdeki tüm yaşamdır. Nachbar ve Lause popüler kültürü okyanustaki suya, bizleri de suyun içinde yüzen balıklara benzetmektedir. Balıklar suyun içinde bulunduklarının, çevrelerinin tamamen suyla çevrili olduğunun ve hatta bu suyun dışında da başka ortamlar olabileceğinin, nasıl bilincinde değillerse, insanlar da popüler kültür içinde yaşarlar fakat suya her zaman çözümleyici biçimde bakamayabilirler.”

“Popüler kültür çevremizdeki tüm yaşamdır.” dediğimize göre, havuz ve okyanustan sonra şöyle bir benzetme yapmamız da mümkündür: Popüler kültür, çevremizi saran hava gibidir. Eğer sesimizi başkalarına duyurmak gibi bir kaygımız varsa, sesin havasız ortamda iletilemeyeceğini de kabul etmemiz gerekir. Hatta bunu kabul etmek de yetmez, sesin bir frekansı, boyu, periyodu ve hızının bulunduğunu, insan kulağının duyabileceği seslerin belli bir frenkans aralığında yer alması gerektiğini de bilmeliyiz.

Yalnızca kitlelerle ve çeşitli toplumsal katmanlarla değil, eşlerimiz ve çocuklarımızla bile bu “hava” üzerinden konuşmak durumundayız. Başka türlü sesimizi iletme imkanı bulamayız. Bildiğiniz gibi, 20 Hz’in altındaki çok alçak frekanslı sesleri (infrasonic) de, 20.000 Hz’in üzerindeki çok yüksek frekanslı sesleri (ultrasonic) de insan kulağı duymaz. Eğer frekansı tutturamadıysanız, ne kadar konuşsanız boşuna! Tabii, fildişi kulenizden çevreye yayılmayan monologlar üretmek tercihi de var, size kalmış.

Eğer varsa, yüksek frekanslı düşüncelerimizi, değerini düşürmeden duyulabilir frekans aralıklarına indirebilme yeteneğimizi geliştirebilmekten söz ediyorum, yoksa etraftaki “hava”ya teslim olmaktan değil! Çünkü, meseleye bir başka açıdan baktığımızda iki yanı keskin bıçakla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Fillerin nasıl eğitildiğini biliyor musunuz? O karşı konulmaz güce sahip olan hayvanlar acaba nasıl zaptedilebiliyor ve kendileri için sınırlandırılmış alanlar içinde yaşamaya razı ediliyorlar? Duyduğuma göre, önce yavru filin ayağına kalın bir zincir bağlıyorlar, zinciri de demir bir kazığa... Hayvancağız kaçmaya çalışsa da ne zinciri kırmaya ne de demir kazığı yerinden sökmeye gücü yetiyor. Fil büyüdükçe zincirin boyu uzatılıyor ve daha geniş bir alanda dolaşması sağlanıyor. Hayvan o kadar büyümüştür ki, artık zinciri kırabilecek güce kavuşmuştur, ama bebekliğinden kalan zincirden kurtulmanın mümkün olmadığı hissi böyle bir çabadan alıkoyuyor onu... Hatta öyle bir an geliyor ki, artık zincir yerine bir ip, demir kazık yerine bir çıta parçası filin özgürlüğünü engelleyebiliyor.

Kabul edelim ki, ister içinde yüzdüğümüz okyanusa ister ciğerlerimize alıp verdiğimiz havaya benzetelim, her iki durumda da popüler kültür, bir aşamadan sonra “filin ipi” fonksiyonunu icra etmeye başlar. Bazı zırdeli fillerin iplerini kırıp kaçabildikleri söyleniyorsa da, bizim işimize yarayacak şey, ipimizi aklımızı kullanarak kırmamızdır.

Yani, ya “hava”yı umursamayan zırdeli olmayı kabul etmek ya da “hava”nın ses iletkenliğine bağımlı olduğumuzu göz ardı etmeden bağlarımızdan kurtulabilmek gibi iki seçenek var önümüzde...