23 Kasım 2008 Pazar

| Zanaatsiz sanat, sanatsız zanaat!

Şöyle de diyebiliriz: Her sanatkâr aynı zamanda zanaatkâr olmak zorundadır, ama her zanaatkâr sanatkâr değildir.


Rus heykel sanatçısı Ernst Neizvestny, “Bir küre yapmak üzere taş yontan iki heykeltıraştan biri diyelim ki mükemmel bir küre formu ortaya çıkarmak istiyor ve yaptığı işi bir taş kütlesinin yalnızca bir küreye dönüştürülmesi olarak görüyor. Diğeri de bir taş yontuyor, fakat yalnızca patlama noktasına gelmiş bir iç gerilimin bir küre formunda ifade edilişini iletmek istiyor. Birincisi zanaatkârın işidir, ikincisi ise sanatkârın.” diyerek farkı çok güzel bir biçimde ortaya koymuştur.

Her sanat dalının temelinde bir zanaat vardır. Bu bakımdan zanaatla sanat arasında bir ilişki olduğunu söylemek durumundayız. Ancak her zanaat dalının mutlaka bir sanat dalıyla ilişkisi olmaz. Mesela terzilik bir zanaattir, ancak bu zanaat üzerinden sanat ihdas etmek mümkün değildir.

Teknik bilgi, el becerisi, yetenek, hüner ve ustalık, zanaatkârın, yani düğün fotoğrafçısı Hilmi Abi’nin vasıfları arasında yer alır. Oysa sanatkâr için, yani fotoğraf sanatçısı için bunların üstüne koyması gereken başka vasıflar vardır. O vasıflar her neyse!

Öyleyse şunu diyebiliriz: Sinemadan edebiyata, resimden heykele, grafik tasarımdan müziğe, her sanat disiplininin bir zanaat altyapısı vardır ve sanatçı, sanatını bu altyapı üstüne inşa eder. Bunlardan “patlama noktasına gelmiş bir iç gerilimin ifade edilişi” de ortaya çıkabilir, pratik amaçlara yönelik ürünler de... Reklam veya grafik tasarım da pratik amaçlara yönelik ürünler olduğuna göre...

Zanaat ve sanat... Ben buna bir de üçüncüsünü eklemiştim: Sanatkârâne zanaat. Yani özü ve işlevi itibariyle zanaat, ama sanatkârâne... Sanatmışçasına... Mış!

Bu tartışma zaman zaman gündeme gelir. Şimdi de bir sitede “Grafik tasarım sanat mıdır?” diye anket yapılıyor. “Sanatkârâne zanaat”, haliyle üçüncü seçenek olarak yer almadığı için, anketi gördüğümde “NO”yu bastım tabii!

Daha önce “Reklam, galiba sanat değildir” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Grafik Tasarım dergisinin yayın yönetmeni Ömer Durmaz, tam üç yıllık bu yazıya, biraz da hiddetli bir tonda bir yorum yazmış. Hoca’nın yorumunu, hem oralarda kaybolup gitmesin hem de yukarıdaki paragrafları yazmama vesile olsun diye buraya aldım. İşte yorum bu:


“Reklamın özü ‘yaratıcılık’tır, yaratıcılık da artık reklamcıların ya da sanatçıların tekelinde değildir. Yaratıcılık bir toplumsal değer haline gelmiştir. Ortaeğitim öğrencilerinden bile yaratıcı işler yapması istenmektedir, ki eğitimine imrendiğimiz kurumlar bu anlayışla ilerlemektedirler.

Reklamcılar başkasının parasını harcar, ondan bütçe talep eder. Böyle sanat mı olur? Reklamcının hedefi sanat yapmak da değildir, satan reklamdır amacı. Satıyorsa başarılıdır reklam. Sanat olarak görülmesi iyi olduğu anlamına gelmez.

Kısacası reklamcılık belirli bir hedefe yönelik yaratıcı üretim yapmaktır. Süreci ve amacı düşünüldüğünda sanat olmadığını görmek çok kolaydır.

Ancak, reklamcılar ego merkezli insanlar olduğu için, (Üstüme almam! AST) sanat da bir üstyapı olarak görüldüğü için yaptıklarını tepelere çekmek adına bir dönem sanatçı olarak görülmekten, yaptıklarını sanat olarak göstermekten mutluluk duymuş, kendilerini sınıfsal olarak bu şekilde ayrıştırmışlardır. Ne var ki gelinen noktada reklamcılığın beşiği Amerika’da dahi bu anlayış değişmiştir. E2’de yayımlanan ‘Mad Man’ dizisi bu anlayışın gelişiminin örnekleriyle doludur.

Reklamı sanat olarak görmek isteyenler egolarıyla mücadeleyi bırakmamış, benliklerini geliştirememiş kişilerdir. Bu işin psikolojisi de bunu söylüyor.”