15 Eylül 2008 Pazartesi

| “Her kitapta kendimizi okuruz.”

1 

Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz. Büyükler de kıskanç, Tanrılar gibi. Yalnız Numa’ya görünmüş Egeria. Beatrice, Dante için Beatrice. Kitaplar, kadınlara; kadınlar şehirlere benzer. Paris, Londra veya Madrid... Herhangi bir dişi kadar muhteşem, herhangi bir dişi kadar alelâde. İnsan şehriyle biner trene; şehri, yani zaafları, alışkanlıkları, zilletleriyle. Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında. Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.
2 

Ruh yazının icadından beri ölümsüz. Kaya homurdanır, mermer gülümser, konuşan yalnız kitap. 

Logos Spermaticos, diyor bir yazar: Gebe bırakan söz. Kimi?


3
Kartacalı Augustinus, buhranlar içinde kıvranıyormuş. Bir yandan bütün sıcaklığı, bütün diriliği, bütün şuhluğu ile hayat: Şarap, kadın, tiyatro... Ötede çile. 

Kafesteki bir aslan gibi isyanla, öfke ile, endişe ile dolaşırken bir ses gelir kulağına hafiften: Al ve oku. Ve önünde bir kitap açılır: Aziz Petrus’un “Mektuplar”ı. “Ömrünüzü şölenle geçirmeyin. Kaçın tenin hazlarından.” Ve çapkın Augustinus, Aziz Augustinus olur. 


4 

Şuursuz bir büyücü Gutenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gutenberg’in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz. 


5 

San Cassino’da çile dolduran Machiavelli, aksamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılır, bir tacidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyinirmiş. Sonunda kendi de kitap olmuş. Kitap, yani ışık. 


6 

Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.


Yukarıda satırlar, Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sinde yer alıyor, “Kitap” başlığı altında... Bazı genç arkadaşların başlattıkları “Selim Abi bize kitap yaz!” başlıklı kampanya vesilesiyle alıntıladım.

Bu kampanyayı ilk olarak “Kendisi için ikna kampanyası başlatılmış!” cümlesiyle Ekşi Sözlük’te duyunca, arkasından hiç de böyle bir “hoşluk” çıkacağını düşünmemiştim. Hatta tam tersi, “Ben ne halt karıştırmış olabilirim ki, hakkımda kampanya başlatılsın?” diye bir an için tedirgin bile olduğumu söyleyebilirim.


Yaptıkları “hoşluk”la beni onore eden bu arkadaşlara öncelikle teşekkür etmeliyim. “Hoşluk” sözcüğüne vurgu yapmamın sebebi, bu girişimi başka bir sıfatla nitelendirememden kaynaklanıyor. Ama bu, hoşluğun arka planında yer aldığını sandığım duyguyu analiz etmemize (daha doğrusu, buna çalışmamıza) engel oluşturmaz. “İmza at, ikna et!” sloganıyla bu bloğun okurlarını beni ikna etmeye davet eden kampanyanın dünyada başka bir örneği var mıdır, bilmiyorum.

Burada bir paradoks var ve internet icat olalıberi bu tür paradoksal durumlarla daha sık karşılaşmaya başladık. Çok belli ki, bu kampanyayı başlatan ve yürüten genç arkadaşlar, internetle benden de daha fazla haşır neşir olan bir kuşağın temsilcileri... E, ben zaten bu platform üzerinde yazıyorum ve bu arkadaşlarım da bu platform üzerinden okuyorlar yazılarımı... Onlar okudukça da ben yazmaya devam ediyorum.

Soru şu: Öyleyse bu kitap talebi de nerden çıktı?

Benim “kitapsız”lığımla, bu arkadaşlarımın, hatta bu kampanya için imza atan tüm değerli okurlarımın talebi arasında bir kesişme noktası olduğunu düşünüyorum. Talebin arka planındaki etmenle benim konuya biraz mesafeli durmama neden olan etmen aynı: Mecra(nın) farkı. Yani kitap, MacLuhan’ı anarak söyleyelim, blog veya internet üzerinde yer alan başka mecralara göre daha itibarlı, hatta daha farklı bir imaja sahip... Her ne kadar konuyla ilgili farklı değerlendirmeler olsa da, sanırım şunu görmek lazım: İnternet’in “bağlam etkisi”yle kitabın “bağlam etkisi” arasında çok ciddi bir fark var. Mehmet Doğan, blogdaki yazılarından yola çıkarak hazırladığı, benim de kapağını tasarladığım “Teknoloji Kimin Umurunda” adlı kitabını yayımladığında da şunları yazmıştım: “Doğan’ın bir örneğinden yola çıkarak şöyle bir yargıya ulaşıyorum: Videoda seyrettiğiniz filmi daha sonra sinemada izlerseniz, aslında videoda başka bir film izlemiş olduğunuzu farkedersiniz. Evet, bu kitapta Altı Üstü Tasarım’dakilerden belki de çok farklı şeyler yazmayacak, ama siz farklı şeyler okuyacaksınız. Çünkü mecra, mesajın kendisidir.”

İlgili yazım üzerine Sevgili Mehmet de bir yorum göndermişti: “İnternet ve web benim hayatımı kazandığım, geçimimi sağladığım bir sektör. Fakat bu kitabı yazmaya karar vermemin bir nedeni de sektöre karşı olan biraz nankör bakış açım. Bizler, web ve Internet’i çabuk tüketiyoruz. Öylesine ki, websitelerine ve içindeki bilgilere fast-food yiyeceklere gösterdiğimiz bakış açısıyla yaklaşıyoruz. Çabuk tüketim, çoğu zaman yalancı şişkinlik ve kısa bir süre sonra yeniden açlık hissi... Fakat bana kitaplar nedense daha farklı geliyor. Kitap, biraz olsun taahhüt istiyor. Zaman istiyor. Kitabın başına oturup, okuyup, sindire sindire tüketmek gerekiyor. Yani aynı bilgiler, aynı içerik, farklı yaklaşım. En azından ben öyle düşünüyorum. Yoksa marul her restaurantta marul :)”

İlginçtir, bugün internet için yapılan değerlendirmeler, bir zamanlar McLuhan tarafından basılı kitap için yapılıyordu. Gutenberg’le başlayan matbaa devrimini, sanayi devriminin öncülü olarak gören McLuhan’a göre okurlar artık okuma işini bireysel olarak gerçekleştirecekleri için diğerlerinden ayrılacaklar ve birbirlerine yabancılaşmaya başlayacaklardı. Yine ona göre matbaanın öngörülmemiş sonucu, toplumun parçalanmasıdır. McLuhan bunu şu cümleyle açıklıyordu: “Matbaa denilen aygıt taşınabilir kitabı yarattı, böylece insanlar kendi özel alanlarında diğerlerinden yalıtılmış olarak okuyabilir hale geldiler.”

Şimdi, Cemil Meriç’ten aldığım kitap güzellemeleri içinden şu paragrafı çıkarıp tekrar okuyalım: “Şuursuz bir büyücü Gutenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gutenberg’in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz.”

Ulaşım imkanları açısından kitapla mukayese bile edilemeyecek bir platformda yazılarını paylaşan biri olarak, basılı kitapla birlikte Eflatun’un bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koştuğu metaforu karşısında kendimi biraz tuhaf hissetmem galiba doğal bir şey, değil mi? Don Kişot futbol maçı biletinden bile ucuz... Oysa bende bilet bile yok! Olsun diye söylemiyorum, ama bu ve bunun gibi etmenlerin “bağlam”ı belirlediğini de kabul etmeliyiz.

Tabii “Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz.” diyen de, “Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında. Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.” diyen de Cemil Meriç... Kitabı bir sokak fahişesine benzeten de. O, internete yetişemedi çünkü.

Bu gelgitler arasında, gerçek bir sokak fahişesiyle karşılaştığınızda, kitabı bir namus timsali olarak görmekten başka ne yaparsınız? Namus!.. İleride başımıza başka ne gelecekse, belki bu kez de interneti namus timsali olarak görmek durumunda kalabilir miyiz, bilmem.

Arkadaşların, Prof. Dr. İsmail Kaya’nın kampanya sitesinde yer verdikleri “Blogdaki birikimlerinizi selüloz üstünde tarihe mal etmenizi talep etsek, haddimizi aşmış olur muyuz?” şeklinde beni mahçup eden sorusuna o zaman şöyle cevap vermişim: “Her türlü talebiniz başımın üzerindedir, ancak nedense selülozun insana daha fazla sorumluluk empoze etme gibi bir özelliği var. Burada daha pervasız davranabiliyorum. İlerisi için kısmet diyelim.”

Şunu da ifade etmeden geçmeyeyim ki, elbette eli kalem tutan ve başka insanlarla paylaşacağı fikir kırıntıları olduğunu varsayan herkesin aklından bunları kitaplaştırmak, içine gönlünde ve aklındakileri boşaltacağı şişeyi denize atma düşüncesi geçer. Ama kitap, bloğa göre öyle büyülü ve başka bir şey ki, aklınızdan geçeni eyleme dönüştürecek cesareti her teşebbüs niyetinde azaltıverir. Ya da ben fazla ciddiye alıyorum. “Machiavelli’nin akşamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılıp bir tacidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyinmesi”ndeki ruh hali gibi bir şey işte... Oysa bu blogda, bu yazı dahil yüzlerce yazı yer alıyor. Yazıların uzunluğunu da dikkate alacak olursanız, burada kaç sayfalık kitap malzemesi bulunduğunu hesap edebilirsiniz. Daha hafif-meşrep davranabilme özgürlüğünün sonucu diyebilir miyiz buna?

Yeniden kampanyaya dönecek olursak, bu kampanyanın, tam benim “Gazeteler ölüyor mu?” başlıklı yazımı yayımladığım günlere denk gelmesi de ilginç oldu. O yazıdaki tezi, bir şekilde kitaba da uyarlayabilirim belki.

Sonuç olarak, elbette bu arkadaşlar da bilirler ki, kitap yaz demekle kitap yazılmaz; yazılacağı varsa yazılır. Ancak, eğer gerek duyup bir kitap yazma cesareti gösterebileceksem, “imza atıp ikna etmeye” çalışan dostların her bir imzasının cesaretimi kıştırtmakta taşıdığı anlam çok büyük. Bu anlamı, daha önemlisi bunun yarattığı değeri; belki de benimle daha sahici bir münasebet kurma, daha meşru görülebilecek bir ilişkiye sahip olma, beni internetin dehlizlerinden çıkarıp kütüphanenin mutena bir yerine yerleştirme, kitapla birlikte yeni bir “varoluşa” tanıklık etme, o kitapta “kendini okuma” gibi iç içe geçmiş en halisane duyguların bir yoğunlaşması olarak görüyorum. Öyleyse, herhalde sadece bir “hoşluk” değil bu... Anlıyorum ki, dostlar, “yazı”dan başka bir şey istiyorlar ve “kitap” da yazı falan değil, başka bir şey.

Tüm dostlara aynı halisane duygularla teşekkür ediyorum ve ilerisi için “kısmet” diyorum.