Birkaç yıldır Türkiye’nin “orta gelir tuzağı”na (middle income trap) düşüp düşmediği tartışılıyor. Kimi ekonomistler bu tuzağa düştüğümüzü, kimileri düşmek üzere olduğumuzu iddia ediyorlar. Bazı bilimsel araştırmalar ise gidişatın iyi olmamakla birlikte, tuzağa düşmüş sayılmamız için daha on yıl geçmesi gerektiğini belirtiyorlar.
Bir ekonominin kişi başına belli bir gelir düzeyine ulaşmayı başardıktan sonra orada tökezleyip kalmasına, gelişmenin durağanlaşmasına orta gelir tuzağı deniyor. Yine üzerinde bazı tartışmalar olsa bile kişi başına düşen gelirin 10 bin dolar seviyelerinde takılıp kalması orta gelir tuzağının en belirgin özelliği olarak kabul ediliyor. Nitekim Türkiye, on yılı aşkın süredir bu seviyeye takılıp kalmış durumdadır.
Tayland, Filipinler, Malezya, Endonezya, Brezilya ve Arjantin, milli gelir bakımından yüksek gelire sıçrayamayan, orta gelir tuzağına yakalanmış ülkeler olarak sıralanıyor.
Orta gelir tuzağı, ilk olarak Dünya Bankası tarafından 2007’de yayımlanan Bir Doğu Asya Rönesansı: Ekonomik Büyüme İçin Fikirler (An East Asian Renaissance: Ideas for Economic Growth) adlı raporda Gill ve Kaharas tarafından gündeme getirilmiştir. Bu raporda orta gelir düzeyini yakalamış ülkelerin zengin veya yoksul ülkelere göre daha yavaş büyüdüğü belirtilmiştir. Yine Dünya Bankası tarafından 2012’de yayımlanan Orta Gelirli Büyüme Tuzaklarından Kaçınma (Avoiding Middle-Income Growth Traps) adlı bir başka raporda, 1950’den beri hızlı büyüyen birçok ülkenin orta gelir düzeyine ulaşmasına rağmen çok azının bir sıçrama yaparak yüksek gelirli ekonomiler haline geldiği, birçok ülkenin ise orta gelir düzeyinde sıkışıp kaldığı ifade edilmiştir.
Türkiye, imalat sanayiinde dünyada en çok katma değer yaratan ülkeler arasında 1990 yılında 13. sıradayken 2000 yılında 15. sıraya gerilemiş ve 2010 yılında liste dışı kalmıştır. (McKinsey Global Institute, 2012: 2)
Ayrıca Dünya Bankası’ndan elde edilen verilere göre Türkiye’nin imalat sanayi ürünleri ihracatı içinde yüksek teknoloji ürünlerinin payı 2000 yılında %5 iken 2002 yılında %2’ye gerilemiş ve 2002 yılından 2012 yılına artış gösteremeyerek %2 düzeyinde kalmıştır.
İççsel büyüme modellerinin özellikle üzerinde durduğu beşeri sermayenin geliştirilmesi ve teknolojik ilerleme konularında Türkiye arzu edilen düzeye erişememiştir. OECD’nin hazırladığı ve 15 yaşındaki lise öğrencilerinin matematik, okuma ve fen derslerindeki bilgi ve beceri seviyelerini ölçen PISA endeksinde Türkiye 2012 yılında 65 ülke arasında 44. sıradadır. Bunun yanında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de teknolojik ilerlemenin en önemli kaynağı olarak kabul edilen Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranı 2003- 2013 döneminde %0,48’den %0,95’e yükselmesine rağmen bu oran halen OECD ortalamasının altındadır. Türkiye bu alanda 34 OECD üyesi arasında 32. sırada olup, yalnızca Polonya ve Slovakya’yı geride bırakabilmiştir. (Orta Gelir Tuzağı: Teorik Çerçeve, Ampirik Yaklaşımlar ve Türkiye Üzerine Ekonometrik Bir Uygulama, Emrah Koçak, Ümit Bulut)
Peki, orta gelir tuzağına takılıp kalmamanın ya da ondan kurtulmanın yolu nedir? Dr. Mahfi Eğilmez bu soruya şöyle cevap veriyor: “Belirli bir noktadan sonra bir ekonomide kişi başına gelirin arttırılabilmesi için o ekonominin içinde bulunduğu sisteme uygun atılımları yapması gerekiyor. Bu, büyümeden gelişmeye geçiş aşaması. Bir ekonomi büyüyebilir ama bu büyümenin kalitesini kalibre edemezse büyüme gelişmeye dönüşemez. Bu dönüşümü sağlayacak şey yapısal reformlar. Bu reformlar sanıldığının tersine yalnızca ekonomiyle ilgili değil. Eğitimde bilimsel kalite artışının sağlanmasından yargı bağımsızlığına, ifade özgürlüğünün desteklenmesinden vergi yüklerinin düşürülmesine kadar pek çok konu bu kapsamın içine giriyor.”
Orta gelir tuzağı konusu burada bir dursun.
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramı’nı bilirsiniz. Abraham H. Maslow, yazdığı bir makalede insan ihtiyaçlarını beş temel kategoride incelemiş, ihtiyaçları hiyerarşik olarak ele almış ve insanın en alttaki ihtiyaçların karşılanmasının ardından bir üstteki ihtiyaçlar kategorisine doğru yöneldiğini söylemiştir. Hatırlamak için alttan başlayarak kısaca bir göz atalım:
(1) Fizyolojik ihtiyaçlar, (2) Güvenlik ihtiyaçları, (3) Sevgi ve aidiyet ihtiyacı (4) Saygı ihtiyacı, (5) Kendini gerçekleştirme ihtiyacı.
Bu kuramı; insanın karmaşık yapısını, dini inançları, hatta aç ve yoksul mazlumların özgürlük mücadelelerini izah etmekten uzak görüp eleştiren düşünürler olduysa da pratikte çok işe yaradığını kabul etmek gerekir. Benim de tartışacağım yer burası değil.
Sadece Maslow piramidine değil, ondan asırlar önce İbn Haldun’un yaptığı ihtiyaçlar tasnifine de bakabiliriz, çünkü o da aynı şeye işaret ediyor. İbni Haldun’a göre üç çeşit ihtiyaç vardır: Zarurî, hâcî ve kemalî ihtiyaçlar... Zarurî ihtiyaçlar, yaşamak için gerekli olan beslenme ve güvenlikle ilgili ihtiyaçlardır. Hâcî ihtiyaçlar, zaruri olmayan, ama mevcudiyeti insanı rahatlatan unsurlara duyulan ihtiyaçlardır. Kemalî ihtiyaçlar ise insanların düşünce kaygılarını ve estetik beklentilerini karşılayan ihtiyaçlardır.
Şimdi de Serdar Paktin’in Gennaration’da yayımlanmış bir yazısına göz atalım: “Müşteri sadakati yaratma konusunda tecrübeli marka danışmanlık şirketi The Cult Branding’in kurucu ortağı ve The Power of Cult Branding (Kült Markalamanın Gücü) kitabının yazarı BJ Bueno, Maslow’un Cult Branding’in (kült markalaşma) babası olduğunu iddia ediyor. Bueno’ya göre, hiyerarşinin en üst basamağındaki “kendini gerçekleştirme” ihtiyacına gönderme yapmak ‘marka sadakati’ sağlamanın en iyi yolu. Çünkü, üst basamaklardaki ihtiyaçların, kişinin geleceğini daha çok etkileyeceğini ve kendisini ‘kişinin kendini gerçekleştirmesi’ noktasında konumlayacak bir markanın vazgeçilmez olacağını söylüyor. (…) Bu açıdan baktığımız zaman, sadece ‘gazlı, şekerli bir içecek’ olan Coca-Cola, 124 yıl önce ‘Midenizi rahatlatır ve hazmı kolaylaştırır.’ argümanıyla lanse edildiğinde tüketicinin en alt basamaktaki ‘fiziksel ihtiyaçlarına’ hitap ediyordu. Şimdi ise tüketicinin hayat tarzını yansıtabilmesi, mutluluğa ulaşması, kendini en iyi şekilde gerçekleştirmesi için destek veren bir tamamlayıcı unsur konumlandırmasıyla ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en üst basamağa gönderme yapıyor.”
Türkiye’nin kaynak ülke imajı olarak ürün ve markalarımıza veremediği destek, tarımsal ürünler ve imalat sanayiinin sıradan ürünleri, yetişmiş insan kaynağı açığı, demokrasi eksikliği, kültürel yozlaşma, ekonominin yapısal sorunları gibi paradan çok yüksek düşünce ihtiyacı gösteren alanlar üretimimizin hep “midemizi rahatlatacak ve hazmı kolaylaştıracak şekerli su” seviyesinde kalmasına neden olurken elbette “orta gelir tuzağı”na takılır kalırız.
Öyle sanıyorum ki, bu ülke bu alanlardaki pratiğini, üretim-tüketim ilişkisindeki düzeyi kendi toplumunda gerçekleştirebilme becerisi göstermeden, aynı kalitedeki tekstil ürününü İtalya 6 dolara ihraç ederken sadece 1 dolarla yetinmek zorunda kalmaya devam edecektir.
Kısaca, fındık, fıstık, buğday, demir, çimento ya da ton, litre, metre, metrekare, kalibre paradigmasını aşmadan orta gelir tuzağını kırmak da mümkün olmaz.
Alın teriyle buraya kadar, daha fazlası için beyin teri gerekiyor.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN NİSAN 2016 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.