26 Mart 2016 Cumartesi

| Bir kültür yaratıcısı olabilmek...

Tüm gereksiz bilgiler, aslında sadece tedavülde oldukları için gereklidir. İçinde kulaç atacağımız havuzu bunlar oluşturuyor çünkü.


Gerçi, hangi bilginin gerekli hangisinin gereksiz olduğunu belirlemek için de bazı kıstaslar gerekiyor, ama bu konuya hiç girmeyelim. Ya da (epistemolojiye biraz uzak durarak) kestirmeden şunu söyleyelim; kişisel olarak hangi bilgiler senin pratik yaşamında işine yarıyorsa onlar gereklidir. Aynı bilgiler ise benim için gereksiz olabilir.

Haftanın golleri, penaltıydı değildi kavgaları, kaçan goller, ofsayt tartışmaları, transferler, oyuncu performansları gibi bilgiler, eğer hakem, futbolcu, yorumcu veya futbolla ilgili herhangi bir şey değilseniz sizin ne işinize yarar? Hiç! Tabii berber koltuğunda “tıraş köpüklü ıslak kek” olarak oturmak istemiyorsanız! Çünkü berber dükkanlarının tedavülde olan en köpüklü muhabbet konusu futboldur.

Yedi Uyurlar ya da İslam terminolojisindeki adıyla Ashab-ı Kehf hikayesini bilirsiniz. 250 yılları civarında Kral Dakyus’un ülkesinde yaşayan yedi genç, Hristiyan olmakla suçlanır ve ölüme mahkum edilirler. Kaçarak bir mağaraya sığınırlar. Bu yedi adam ve köpekleri tam 300 yıl boyunca mağarada uyurlar. Uyandıklarında içlerinden birini yiyecek almak için şehre gönderirler. Genç, fırından ekmek alır ve parasını uzatır. Tabii para, tam üç yüz yıl öncesinin parasıdır, tedavülden kalkalı çok olmuştur.

Bu hikaye beni, üç yüz yıl uyuyup uyansak acaba o günün dünyasına nasıl adapte oluruz fantezisine yöneltir hep! Tabii bugünkü zihinsel donanımımızla... Üç yüz yıl sonra ne üzerinde kavga ettiğimiz futbolcular ne de taraftarı olduğumuz takımlar ortalıkta olacaktır. Aslında üç yüz yıl geriye uyansak da değişen pek bir şey olmaz. Tarih kitaplarına güveniyorsanız eğer, belki biraz daha donanımlı olacağınızı düşünebilirsiniz, ama benim o kadar güvenim yok! Yani, dilimiz başta olmak üzere tüm zihinsel birikimlerimiz Yedi Uyurlar’ın ellerindeki tedavülden düşmüş paradan farksız olacaktır. Geçmez!

Üç yüz yılı kenara koyalım, kelebek ömrü kadar kısa olan hayatımızda bile değişimlere adapte olmakta güçlük çekiyoruz. General Electric’in eski CEO’su Jack Welch’in “Dışarıdaki değişim hızı şirketin içindeki değişim hızından fazlaysa o şirket batmaya biraz daha yaklaşıyor demektir.” şeklinde anıtsal bir sözünü hatırlayalım. Bu söz çeşitli formlara uyarlanabilir. Mesela “Dışarıdaki değişim hızı sendeki değişim hızından fazlaysa ölüme biraz daha yaklaşmışsın demektir.” gibi... Ağır mı oldu?

Dönelim “gereksiz bilgi” meselesine... Popüler bilgiyi lanetlemekte özgürsünüz tabii, ama unutmayalım ki hepimiz bu popüler kültür havuzunun içinde yaşıyoruz. Kayıtsız kalamazsınız, ama teslim olmazsanız iyi edersiniz. Kimi aileler, hatta kimi pedagoglar çocuklara TV seyrettirmemeyi, bilgisayara el sürdürtmemeyi, çizgi roman okutturmamayı, PlayStation veya benzerlerini yasaklamayı marifet sayarlar. Oysa önemli olan, çocukları bunlardan uzaklaştırmak değil, bunlara teslim olmamalarını öğretebilmektir.

Ayşe Lahur Kırtunç’un “Popüler Kültür Araştırmaları” konulu bir konuşmasında benzer bir metaforu alıntıladığını gördüm: “Popüler kültür çevremizdeki tüm yaşamdır. Nachbar ve Lause popüler kültürü okyanustaki suya, bizleri de suyun içinde yüzen balıklara benzetmektedir. Balıklar suyun içinde bulunduklarının, çevrelerinin tamamen suyla çevrili olduğunun ve hatta bu suyun dışında da başka ortamlar olabileceğinin, nasıl bilincinde değillerse, insanlar da popüler kültür içinde yaşarlar, fakat suya her zaman çözümleyici biçimde bakamayabilirler.”

“Popüler kültür çevremizdeki tüm yaşamdır.” dediğimize göre, havuz ve okyanustan sonra şöyle bir benzetme yapmamız da mümkündür: Popüler kültür, çevremizi saran hava gibidir. Eğer sesimizi başkalarına duyurmak gibi bir kaygımız varsa, sesin havasız ortamda iletilemeyeceğini de kabul etmemiz gerekir. Hatta bunu kabul etmek de yetmez, sesin bir frekansı, boyu, periyodu ve hızının bulunduğunu, insan kulağının duyabileceği seslerin belli bir frekans aralığında yer alması gerektiğini de bilmeliyiz.

Yalnızca kitlelerle ve çeşitli toplumsal katmanlarla değil, eşlerimiz ve çocuklarımızla bile bu “hava” üzerinden konuşmak durumundayız. Başka türlü sesimizi iletme imkanı bulamayız. Bildiğiniz gibi, 20 Hz’in altındaki çok alçak frekanslı sesleri (infrasonic) de, 20.000 Hz’in üzerindeki çok yüksek frekanslı sesleri (ultrasonic) de insan kulağı duymaz. Eğer frekansı tutturamadıysanız, ne kadar konuşsanız boşuna! Tabii, fildişi kulenizden çevreye yayılmayan monologlar üretmek tercihi de var, size kalmış.

Eğer varsa, yüksek frekanslı düşüncelerimizi, değerini düşürmeden duyulabilir frekans aralıklarına indirebilme yeteneğimizi geliştirebilmekten söz ediyorum, yoksa etraftaki “hava”ya tümüyle teslim olmaktan değil! Çünkü, meseleye bir başka açıdan baktığımızda iki yanı keskin bıçakla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Fillerin nasıl eğitildiğini biliyor musunuz? O karşı konulmaz güce sahip olan hayvanlar acaba nasıl zaptedilebiliyor ve kendileri için sınırlandırılmış alanlar içinde yaşamaya razı ediliyorlar? Duyduğuma göre, önce yavru filin ayağına kalın bir zincir bağlıyorlar, zinciri de demir bir kazığa... Hayvancağız kaçmaya çalışsa da ne zinciri kırmaya ne de demir kazığı yerinden sökmeye gücü yetiyor. Fil büyüdükçe zincirin boyu uzatılıyor ve daha geniş bir alanda dolaşması sağlanıyor. Hayvan o kadar büyümüştür ki, artık zinciri kırabilecek güce kavuşmuştur, ama bebekliğinden kalan zincirden kurtulmanın mümkün olmadığı hissi böyle bir çabadan alıkoyuyor onu... Hatta öyle bir an geliyor ki, artık zincir yerine bir ip, demir kazık yerine bir çıta parçası filin özgürlüğünü engelleyebiliyor.

Kabul edelim ki, ister içinde yüzdüğümüz okyanusa ister ciğerlerimize alıp verdiğimiz havaya benzetelim, her iki durumda da popüler kültür, bir aşamadan sonra “filin ipi” fonksiyonunu icra etmeye başlar. Bazı zırdeli fillerin iplerini kırıp kaçabildikleri söyleniyorsa da, bizim işimize yarayacak şey, ipimizi aklımızı kullanarak kırmamızdır.

Yani, ya “hava”yı umursamayan zırdeli olmayı kabul etmek ya da “hava”nın ses iletkenliğine bağımlı olduğumuzu göz ardı etmeden bağlarımızdan kurtulabilmek gibi iki seçenek var önümüzde...

Yine Ayşe Lahur Kırtunç’a kulak verelim: “Kültürün birbiriyle gelişen, çelişen iki ana tanımından yola çıkan ve birbirine taban tabana zıt iki tavır gösteren eğilimden söz etmek olası. Bunlardan bir tanesi kültür öğelerinin bazıları iyi, bazıları kötü; bazıları değerli, bazıları değersiz; bazıları kaliteli, bazıları kalitesizdir diyen ‘seçkinci’ tavır. (…) Bunlara Fildişi Kuleciler de diyebiliriz, çünkü kültür öğelerinin yükseltici, derin ve saygıdeğer olması gerektiğini savunmaktalar. İkinci tavır da kültüre çok daha geniş bir tanım getirme yanlısı olan, kültür öğelerini tarif ve tasvir eden, çözümleyen, listeleyen, kaydeden, inceleyen ve kültür-toplum bağlantısını ‘Niçin?’ sorusu sorarak irdeleyen tavır. Bu gruptakilere de Geniş Açılı Kamera Kullananlar diyebiliriz. Çünkü yargılama değil kaydetme ve anlamlandırma yanlısıdırlar.”

Markalar için bir üçüncü tavır gerekir: Markanın nefes alıp verdiği yer, içinde bulunduğu “hava”dır. Bu nedenle popüler kültür karşısında seçkinciliğin bir âlemi yoktur. Fakat marka aynı zamanda bir kültür yaratıcısıdır. Yani olmak zorundadır.

THE BRAND AGE DERGİSİNİN MART 2016 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.