Nisan yazısında ‘orta gelir tuzağı’ ile Abraham H. Maslow’un ‘ihtiyaçlar hiyerarşisi’ arasındaki ilişkiyi incelemiş, sonunda tabii ki konuyu getirip ‘marka’ya bağlamıştık. O yazı şöyle bitiyordu: “Fındık, fıstık, buğday, demir, çimento ya da ton, litre, metre, metrekare, kalibre paradigmasını aşmadan orta gelir tuzağını kırmak da mümkün olmaz. Alın teriyle buraya kadar, daha fazlası için beyin teri gerekiyor.”
O yazımda da belirtmiştim, Maslow’un 1943 yılında maddi, sosyal ve manevi ihtiyaçlar olarak üç ana kategoride incelediği ihtiyaçlar hiyerarşisi, ondan yaklaşık beş yüz yıl önce büyük sosyolog İbn Haldun tarafından zarurî, hâcî ve kemalî ihtiyaçlar olarak tasnif edilmiştir. Zarurî ihtiyaçlar, yaşamak için gerekli olan beslenme ve güvenlikle ilgili ihtiyaçlardır. Hâcî ihtiyaçlar, zaruri olmayan, ama mevcudiyeti insanı rahatlatan unsurlara duyulan ihtiyaçlardır. Kemalî ihtiyaçlar ise insanların düşünce kaygılarını ve estetik beklentilerini karşılayan ihtiyaçlardır.
Önceki yazıda özetini aktardığımız Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini şimdi biraz daha geniş görelim.
“Maddi ihtiyaçlar”ın temeli “fizyolojik ihtiyaçlar”dır. Yemek, içmek, uyumak, barınmak, solumak, sevişmek gibi ihtiyaçlar aynı zamanda yaşamın sürdürülmesi için de zorunlu ihtiyaçlardır. Yine maddi ihtiyaçlar içinde yer alan “güvenlik ihtiyaçları”, yaşamın devamını ve fizyolojik ihtiyaçların teminini sağlayan önlemleri içerir. İnsan bunun için kendini tehlikelere karşı korumak, gününü ve geleceğini güvence altına almak zorundadır.
“Sosyal ihtiyaçlar”ın başında “aidiyet ve sevgi ihtiyacı” gelir. Bir topluluğa ait olma, sevme, sevilme, şefkat ve yardımseverlik gibi ihtiyaçlar buna örnek olarak gösterilebilir. “Saygı görme, onaylanma, yetenek ve tanınma ihtiyacı” da bu gruba girer. İnsanlar sevilmek dışında saygı görmek de ister. Bununla birlikte tanınmak, sosyal statü sahibi olmak, başarı elde etmek, takdir edilmek ister. Bu ihtiyaçlar iki yönlüdür; birincisi, insanın başkaları tarafından tanınma, beğenilme, değer görme ve takdir edilmesidir. İkincisi ise kişinin kendini takdir etmesi, kendine saygı göstermesidir.
“Manevi ihtiyaçlar”a “gelişim ihtiyaçları” da denir. Bu grup ihtiyaçlar, “bilme ve anlama” ihtiyacıyla başlar. İnsanın kendini ve dış dünyayı anlamlı hale getirme ihtiyacıdır. İnsan olgu ve olayları öğrenmek ve anlamak ister, bundan haz duyar. Bu gruba giren “simetri, düzen ve güzellik ihtiyacı” ise insanın düzene, güzelliğe ve estetiğe verdiği öneme, bundan duyduğu hazza işaret eder. “İdeallerini ve yeteneklerini gerçekleştirme ihtiyacı” yukarıda sayılan ihtiyaçlarını karşılamış insanın yetenek, bilgi ve beceri itibarıyla kendisini tam olarak ortaya koyma, kendini gerçekleştirme ve ideallerini hayata geçirme motivasyonu sağlar.
Maslow’un 1970 yılında ölümünden önce piramidin tepesine bir katman daha eklemek zorunda kaldığı söylenir. Bu yeni katman “insanlık idealine katkı” ihtiyacıdır.
Maslow’un bu modeli daha sonra, Yoshio Kondo tarafından bireyin bütün düzeylerdeki gereksinimlere aynı anda sahip olabileceği, ancak göreli önemlerinin kişilerin yaşam standardına göre değişeceği tarzında yorumlanmıştır. Bu yorum tarzının gerçek yaşama daha uygun olduğu söylenmektedir. Aksi takdirde asgari ücretle çalışan ve henüz fizyolojik gereksinimlerini zar zor karşılayan bir kişinin, bir gruba ait olma, saygı görme gibi daha üst düzeyde gereksinimlerinin olmayacağı gibi bir sonuç ortaya çıkar. Gerçekte birey, bu örnekteki daha üst düzey gereksinimlere de sahiptir, ancak fizyolojik gereksinimlerini daha ön planda tutar.
Bu geniş özetten sonra hemen şu soruyu soralım: Bireyin ihtiyaçlar hiyerarşisini inceleyen bu kuram, aynı zamanda toplumlar için de kullanılabilir mi? Bence evet. Öyleyse şimdi, toplum olarak basamağın hangi katmanında yer aldığımızı sorgulayabilir, hatta “orta gelir tuzağı” ile bu katman arasındaki ilişki üzerinde kafa yorabiliriz.
Şimdi soralım; toplum olarak ne kadar “bilme ve anlama”, “kendimizi ve dış dünyayı anlamlı hale getirme” ihtiyacı duyuyoruz? Hiç “düzen ve estetik ihtiyacı” hissediyor muyuz? Bilgi ve beceri itibariyle “kendimizi tam olarak ortaya koyma, kendimizi gerçekleştirme ve ideallerimizi hayata geçirme” motivasyonumuz var mı? Daha da ötesi “insanlık idealine katkı” ihtiyacı diye bir tasaya sahip miyiz?
Ve bütün bunların markalar yaratabilme konusundaki zaaflarımızla, bunun da paçayı kaptırdığımız orta gelir tuzağıyla ilgisinin olup olmadığı yönünde kafa yoruyor muyuz?
Öyle sanıyorum ki, burası bir kırılma noktası… Bu kırılmayı, nasıl bir farkındalık yaratarak gerçekleştirebileceğimiz yönünde düşünmek gerekiyor. Piramidin alt ve orta katmanlarındaki ihtiyaçlarını karşılamış bir birey, daha üst katmanlara bir sıçrama yapamadan ömrünü tamamlayabiliyor. Bu, toplumlar için de böyle olmalı. Nitekim “orta gelir tuzağı”nın tam da böyle bir geçiş aşamasında ortaya çıktığını düşünüyorum. Orada öylece kalakalıyoruz.
Bu tuzağı kırmak için siyasetçilerin, bilim insanlarının, yazarların, sanatçıların, mimarların, marka uzmanlarının, düşünce insanlarının, din adamlarının, teknoloji geliştiricilerin ve memleketin tüm entelektüellerinin kendilerini kısır tartışmaların dışında tutarak bir yol bulmaları ve daha çok ter dökmeleri gerekiyor. Zannetmeyelim ki bunu ekonomistler başaracak!
THE BRAND AGE DERGİSİNİN HAZİRAN 2016 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.