İhtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağında yer alan barınma ihtiyacı, mağaradan mütevazı sivil mimari örneklerine, köşk ve saraylardan bugünün rezidans dairelerine kadar çeşitli tezahürlere yol açmıştır. Konut, tarih boyunca tüm toplumlarda günlük yaşam kültürünün en önemli unsurlarından biri olmuştur.
Köydeki konutla kentteki konut da yaşam tarzlarının farklılıkları doğrultusunda ayrışırlar. Kentlerin kendi için de ayrışmalar olur; en basit haliyle zengin ve yoksul evleri birbirlerinden farklıdırlar. Bu fark, sadece zenginin imkanları ve yoksulun imkansızlıklarıyla ortaya çıkmaz, ayrıca yine yaşam tarzı farklılıkları da belirleyici olur.
Aristo ve Platon, Yunan kentlerinin sadece soyluların yaşaması gereken “ayrıştırılmış ve ayrıcalıklı” mekanlar olması gerektiğini söylemişlerdi. Moderniteyle birlikte bu anlayış kökten değişmedi, bu kez kent, üst ve üst-orta sınıflara ait bir mekandı. Diğer nüfus ise, kentlilerin hizmetini gören veya sanayinin çarklarını döndüren alt bir sınıftı ve bunların kentteki yerleri farklıydı.
III. Napolyon, Paris’in kent planını radikal bir biçimde değiştirirken kentin mevcut imarını darmadağın etmiş, yeni planlamaya göre alt sınıfları kentin periferisine gitmeye zorlamıştı. Günümüzde bile zaman zaman aynı toplum üyelerinin kentlere girebilmeleri için pasaport zorunluluğu gibi talepler dile getirilebilmektedir.
Aslında kentler, bir uygarlık tasavvurunun, bir ideolojinin, bir dünya görüşünün yapılaşmış halleridir. Eski Yunanca’da şehir adı, “politikos” yani “siyaset” kelimesinden gelmektedir. ABD’li ünlü mimar F. Lloyd Wright’ın “Mimarlık, biçim haline gelmiş yaşamdır.” sözü ise konunun derinliğini biraz daha arttırır.
Aristo ve Platon’un kent tasavvurundan sonra da, çeşitli dünya görüşleri doğrultusunda çeşitli kent ütopyaları dile getirilmiş ve bunların bir bölümü de uygulamaya konmuştur.
Ütopyacılar tarih boyunca anlatmak istedikleri “var olmayan yer”, “iyi yer”, “mutlu yer”leri sözcüklerle ve çizgilerle ifade etmişlerdir. Ütopyaların birçoğu; özlenen, örnek alınması gereken ideal bir toplum ve mekânı anlatırken; bazı ütopyalar ise, tam tersine; insanların baskı altında olduğu ve mutlu olmadığı toplumları anlatmaktadır. Bu tür ütopyalar; “anti-ütopyalar”, “karşı-ütopyalar”, “ters-ütopyalar” ya da “distopyalar” olarak adlandırılmaktadır. Olumlu ütopyaların başında More’un Ütopya’sı, ütopik sosyalistlerden Robert Owen’ın New Harmony’si, Charles Fourier’in Falansterleri, Ebenezer Howard’ın Bahçekent’i, Frank Lloyd Wright’ın Broadacre kenti, Le Corbusier’in Çağdaş Kent ve Işınsal Kent’i, son olarak da David Harvey’in Edilia’sı sayılabilir. Olumsuz ütopyalara ise George Orwel’ın despotizmin egemen olduğu bir dünyayı tasvir ettiği 1984, Aldous Leonard Huxley’in doğal yaşamdan kopuşu ve sonuçlarını anlatan Yeni Dünya isimli ütopyası sayılabilir. (Piyasa Eliyle Üretilen Kentsel Ütopyalar: Özel Konut Şirketlerinin Kentsel Mekân Sunumu, Nejdet Özberk)
Kentin belirli bir zaman dilimi içinde alt ve orta sınıflar tarafından ele geçirilmesi ve bu yeni kentlilerin pasaport uygulaması gibi çeşitli yöntemlerle uzaklaştırılamaması sonucu bu kez kentten kaçışlar, özel, güvenlikli, ayrıştırılmış ve ayrıcalıklı siteler olgusunu yaratmıştır. Böylece kentin merkezi bölgeleri yeni kentlilere terk edilmiş, üst ve orta sınıflar ise kendi yaşam tarzlarına uygun yeni yerleşim birimlerine kaçmışlardır.
Küreselleşme süreciyle kente damgasını vuran en önemli gelişmelerden biri konut piyasasında ortaya çıkan yeni yerleşim biçimleridir. Değişen ölçeklerde inşa edilen, üst-orta ve üst sınıflara hitap eden ve sunulan hizmetler açısından farklılıklar gösterseler de, temelde kendilerini seçkinlik, dışarı kapalılık, alternatif yaşam tarzı ve özelleştirilmiş altyapı ve hizmetler üzerinden pazarlayan “güvenlikli siteler”, belki de kentsel yaşamın nereye doğru evrildiğini gösteren en somut örneklerdir. Hem tasarım hem de yönetsel olarak dışarıya kapalı “özelleştirilmiş kamusal alanlar” olarak kurgulanan güvenlikli siteler, daha çok üst-orta ve üst sınıflara hitap eden, en temelde seçkinlik, dışarı kapalılık, alternatif yaşam tarzı ve özelleştirilmiş altyapı ve hizmetler üzerinden pazarlanan sosyo-mekânsal yapılardır. “Zengin gettolar” olarak adlandırılabilecek bu yeni konut alanlarının temel özelliği “sağlıksız, güvenliği olmayan ve kirli” kentin içinde ve çevresinde kalarak kendisini soyutlamasıdır. Söz konusu sitelerin girişlerindeki güvenlik noktaları dışardan girişleri sınırlarken, sitelerin iç yapısı alışveriş, spor ve eğlence merkezleri ile kendi kendine yeterli olma iddiasını taşımaktadır. Yaşanan kutuplaşma karşısında kentin görece refah içindeki kesimlerinin kent dışındaki kendilerine özel, güvenlik sistemleriyle donatılmış sitelere kaçma eğiliminin hızla artması ise söz konusu kutuplaşmayı ve mekânsal ayrımcılığı daha da pekiştirmektedir. (a.g.y.)
Bizim bu konuyu ele almamızın nedeni, artık konut siteleri sürecinin, toplumun tüm katmanlarına hitap edecek farklı niteliklerdeki arzları doğurmuş olmasıdır. Nejat Özbek’in çok isabetli bir biçimde “piyasa eliyle üretilen kentsel ütopyalar” olarak tanımladığı olgu, günümüzde “markalı konut projeleri” adıyla yaygınlaşmış ve “ütopya” üretimi her toplumsal katman için gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Bunlar öyle ütopyalardır ki, daha marka adlarından bile hangi katmana hitap ettiğini anlayabilirsiniz. Mahalle çağrışımı yapanlardan (maalesef) İngilizcelerine, tarihe göndermede bulunanlardan Anadolu kültüründen devşirilenlerine kadar farklı beğenilere hitap eden markalar, henüz inşaatın temeli atılmadan gün yüzüne çıkarlar.
Bölgesel müteahhitlikten farklı olarak burada süreç şöyle işlemektedir: Elbette, bir pazar segmentine “marka” sunan inşaat firması kurumsal bir markaya da sahip olmalıdır. Çünkü sunduğu konut markasının öncelikli güvencesi kurumsal markadır. Bu inşaat firması, satışa uygun bir lokasyonda bir arsa tedariki ya da üretimi gerçekleştirir. Konsept, belki inşaat firmasının kendisi, belki mimarlar ya da iletişimcilerle ortaklaşa belirlenir. Bunun üzerine (eğer yasal imar süreçlerini saymazsak) marka adı, mimari tasarımlar, perspektifler, tanıtım kitabı, internet sitesi, reklam filmi gibi temel adımlar atılır ve hayata geçirilir. Bir iki yıl kadar yönetilmesi gereken yeni bir marka vardır artık inşaat firmasının elinde. Bunun markalaşma ve marka iletişimi süreçleri özgün sektörel ihtiyaçlar dışında herhangi bir markayı yönetmekten farklı değildir. Sonrasında bu marka konut sakinlerine devredilmiş olacak ve varlığını daha uzun süre bir site adı olarak devam ettirecektir.
Tekrar ütopya konusuna dönecek olursak, bunu yaratacak ve yaşatacak olan profesyonel iletişimcilerdir. Aslında inşaat şirketi ve reklam ajansı, iki koldan, birlikte bir inşa faaliyetine girişirler.
Hatta öyle ki, daha firma inşaatın temelini bile atmadan genellikle iletişimci çoktan ütopyanın temelini atmış, hatta bütün katları çıkmış olacaktır.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN AĞUSTOS 2014 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.