23 Ağustos 2014 Cumartesi

| Ünye öncelikle Ünyeliler için markalaştırılmalıdır

GEÇTİĞİMİZ BAYRAM TATİLİNİ ÜNYE’DE GEÇİRDİM. BU ESNADA ÜNYE MEYDAN GAZETESİ, KENTİN MARKALAŞMA HEDEFİYLE İLGİLİ KONUŞMAK İSTEDİ, KONUŞTUK. ASLINDA BUNA TATİL DEMEK PEK DOĞRU OLMAZ, ÇÜNKÜ ÜNYELİLER MEMLEKETLERİNE ÇOK BAĞLI İNSANLARDIR, BEN DE BİR ÜNYELİ OLARAK, NE KADAR UZUN SÜRE KALIRSAM KALAYIM, BULUNDUĞUM YER(LER)DE KENDİMİ SEYAHATTE HİSSEDERİM. ZATEN SEYAHAT, SONUNDA DÖNECEK BİR YERİN VARSA SEYAHAT DEMEK DEĞİL MİDİR?




Ünye’mizin yetiştirdiği reklam ve tasarım duayeni (Tabii ki gazetenin teveccühü... AST) A. Selim Tuncer ile markalaşma ve marka kent kavramları çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirdik. Tuncer, Ünye’nin marka kent olması için yapması gerekenler ve izlemesi gereken yollarla ilgili sorularımızı cevapladı, konuyla ilgili değerlendirmelerini aktardı.

Hoş geldiniz. Ünyelisiniz, ama İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bildiğimiz kadarıyla İstanbul ve Bakü’de reklam ajanslarınız var. Bazı mesleki dergilerden, bloğunuzdan ve sosyal mecradan da sizi takip ediyoruz. Bu söyleşi için bayram günü bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Sık sık gelir misiniz Ünye’ye?

Her fırsatta ailece geliriz. Şimdi de bayram münasebetiyle buradayız. Hiçbir Ünyeli kolay kolay Ünye’sinden kopmaz.

Konunun uzmanını bulmuşken Ünye’nin marka kent olma hedefini sizinle de konuşmak istedik. Tabii marka kent konusuna girmeden önce, herhalde öncelikle marka nedir, ona göz atmakta yarar var.

Marka dediğimiz şey aslında bir kavram, bir tasavvurdur. Yani bir sözcükle, bir işaretle veya herhangi bir göstergeyle zihnimizde açılan herhangi bir kavram, markadır. Bir pazarlama terimidir marka. Pazarlama deyince ürünü de konuşmak gerekir. Ürün kavramı, geleneksel olarak daha çok somut özellikler üzerinde yoğunlaşmıştır. Günümüzde ise tüketiciler alışverişlerinde, ürünün somut özelliklerinden daha fazla şeyi satın alırlar. Artık hepimiz biliyoruz ki, bir ürün fiziksel bir nesneden çok daha fazla anlam içerir. Satın alıcının zihninde ürünün özellikleriyle, sağlayacağı yararlardan oluşan beklentileri de içeren bir dizi soyut bileşen yer alır. Bu açıdan değerlendirildiğinde ürünün iki temel bileşeninden söz etmek doğru olur: Soyut bileşenler ve somut bileşenler. Tüketici ürünleri sadece fiziksel nesneler olarak değil, bir “tatminler demeti” olarak görür. Revlon yetkililerinin “Biz fabrikada kozmetik üretir, mağazada umut satarız.” sözü bunun en somut kanıtıdır. Marka; fonksiyonel (somut) ve simgesel (soyut) değerler, ürüne yüklenen beklentiler, çağrışımlar, duygular ve deneyimlerin tümünün temsil odağıdır.

Ürün diyorsunuz, marka kentle ürün arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

Kent markalaşması, aslında herhangi bir ürünün markalaşmasıdır. Sonuçta kent de bir üründür.

Yani dediğiniz gibi fonksiyonel bir değerdir.

Aynen öyle. Barınmamızı sağlayan konutlarımız, yollar, kanalizasyon sistemleri, alışveriş alanları gibi birçok fonksiyonu bünyesinde barındırır. Bütün bunlar bizim hayatımızı idame etmemizi sağlayan ya da kolaylaştıran unsurlardır.




Markalaşırken bunların bir önemi yok mu?

Olmaz mı? Tabii ki var. Kalitesiz bir zeytinyağını markalaştırmanız mümkün değildir. Bunun gibi, kalitesiz bir kenti de markalaştıramazsanız. Ama bunlarla markalaşamazsınız da. Markalaşmak her şeyden önce bir farklılık ve farkındalık yaratmaktır.

Ya kentin başka kentlere göre farklılıkları yoksa?

Mutlaka vardır, ancak markalaşmak için yeterli olmayabilir. O nedenle “farklılık yaratmak”tan söz ettim. Ben marakalaşmayı da iki ayrı kategoride incelerim; doğal ve yapay... Yapay kavramını olumsuz anlamda kullanmıyorum tabii. Mesela tereyağ da bir markadır, ama onun için hiç kimse bir markalaşma projesi yapmamıştır, doğal olarak markalaşmıştır. Bunun gibi doğal olarak markalaşan kentler de vardır. Kent, öylesine güçlü unsurlara, öylesine baskın farklılıklara sahiptir ki, bunun için herhangi bir markalaşma ve iletişim çabası içinde olmasanız bile markalaşır. İstanbul böyledir, Bursa böyledir, İzmir böyledir...

Konya, Mardin, Diyarbakır da...

Elbette, her birinin farklılaşma ve markalaşma hikayelerinin özünü kime sorsanız bilir. Şans diyelim. Yoksa bu şehirlerin markalaşması için öyle stratejik planlar ve uygulamalar yapılmış falan değildir. Hatta daha geniş bir hedef kitlede markalaşabilmiş de değillerdir.

Peki Ünye?

Belli bir kitlenin zihninde bazı marka değerleri taşıdığını söyleyebiliriz. Ama markalaşma deyince, elbette çok daha geniş kitlelerin zihninde olumlu bir algıyla yer almak gerekir. Bir de şunu söyleyelim; yapay markalama faaliyetlerinin odağını doğal marka unsurları oluşturur çoğunlukla. Bir kent Las Vegas gibi her şeyiyle yapay da olabilir, bu onun güçlü bir marka olmasını engellemez. Safranbolu gibi bünyesinde güçlü marka imkanları taşıyan bir kent için ise sadece bunları koruyabilmek bile yeterli olabilir. Safranbolu deyince aklıma geldi; The Telegraph gazetesinde gözüme çarpmıştı. Safranbolu için şöyle diyordu gazete: “Safranbolu, Türklerin beton tutkusu olmasa Türkiye’nin nasıl görüneceğini gösteren yerdir.”



Markanın bir pazarlama terimi olduğunu söylediniz. Öyleyse kentin pazarlanması anlamına mı gelir bu?

Öyle, ama pazarlama terimi insanlarda bir burukluk yaratabilir. Mesela, şimdi izin verirseniz Google’dan bir araştırma yapıp Almanya Federal Kent Pazarlama Birliği’nin “kent pazarlaması” tanımını bulmak istiyorum. Evet; şöyle diyor, bakın: “Kent pazarlaması bir kentin hedef odaklı geliştirilmesi ve pazarlanması yaklaşımıdır. Bu yaklaşım müşteri odaklılık felsefesine dayanmaktadır. Amacı kent halkının yaşam kalitesini yükselterek güvence altına almak ve kentin rakip kentler nezdindeki çekiciliğini arttırmaktır. Bu da ancak sistemli bir planlama süreci ve pazarlama karmasının araçları yardımıyla gerçekleştirilebilecektir. Pazarlanacak bir ürün olarak kent, içinde yaşayan tüm insanların tutumları, davranışları ve yaklaşımlarının bir sonucudur. Bu nedenle kenti oluşturan tüm grupların (kamu ve özel sektör) farklılaşan çıkarlarını kentin ortak çıkarları doğrultusunda birleştirmek ve bir bütün olarak değerlendirmek üzere güçlerin bir araya getirilmesi büyük önem taşımaktadır.” Gördüğünüz gibi bu tanımda öncelik o kentte yaşayanlara verilmiştir. Bir kentin marka olması da öncelikle o kentin sakinlerinin zihninde gerçekleşir, gerçekleşmelidir. Eğer Ünyeliler, Ünyeliliklerini gururla taşıyabiliyor ve başkalarına aktarabiliyorlarsa markalaşma gerçekleşebilir. Kendi sakinlerinin gözünde “değer” taşımayan bir kent başkalarının gözünde nasıl değer görebilir ki? Önce kendimiz için marka kent olabilmeliyiz.

Kentin simgesel değerleri konusunu biraz daha açabilir miyiz?

Bir kent, hem somut hem de soyut değerlere sahiptir. Markalaşmak için kent kalitesinin şart olduğunu söylemiştik. Sağlık, imar, temizlik, spor, zabıta, ulaştırma, park ve dinlenme yeri, cenaze, mesleki beceri ve eğitim, sosyal yardım, yol gibi saymakla bitmeyecek birçok alanda hizmet üretme ve bu hizmetleri layıkıyla yerine getirmek gerekir. Ancak eğitim, kent kültürü, kentlilik bilinci, kentsel kimlik ve aidiyet, kentleşme ve kentlileşme, kültürel çeşitlilik, kültürel miras ve tarihsel doku, kentin ortak belleğinin korunması ve geliştirilmesi, sanatsal faaliyetler, dini hayat, ortak yaşam kültürünüün geliştirilmesi, kentsel mekân, mekân kalitesi ve estetiği, mekânsal strateji, kentsel tasarım, göç, kimlikli kentleşme gibi birçok “soyut” konuda üstümüze düşen sorumluluklar vardır. Eğer bunları ciddiye almazsak “somut” hizmetler alanındaki kalite ve sürdürülebilirlik her an ciddi tehdit altındadır. Emin olun, kent estetiği ile karın tokluğu arasında da orta ve uzun vadede kopmaz bir bağ vardır. İyi ile güzel arasında, doğru ile iyi arasında, güzel ile doğru arasında kopmaz bir bağ olduğu gibi…


Kent kültürü de marka değerleri arasında yer alıyor olmalı, öyle değil mi?

Sadece somut değil, soyut kültürel mirasımızın envanterinin çıkarılması ve dijital bir veritabanına kaydedilerek gelecek kuşaklara aktarılması gerekir. Tarihi mimari doku kadar, çocuk oyunlarımız, deyim ve atasözlerimiz, el sanatlarımız, elişi ve örgülerimiz, yiyecek ve içeceklerimiz, düğünlerimiz, gelin almalarımız gibi unsurlar bizi biz yapan değerlerdir. Size göğsünüzü gere gere Ünyeliyim dedirtecek şeyler, başka nedir ki?

Biraz daha somut konuşursak, Ünye’nin markalaşmak için hangi farklılıklarını öne çıkarmak ve sunulabilir bir değer haline getirmek gerekir?

Bunu cevaplayabilmek için ciddi bir araştırmaya ve bilimsel analizlere ihtiyaç var. Öncelikle somut ve soyut bir değerler envanteri çıkarmak gerekir.

Yine de söyleyebileceğiniz şeyler vardır mutlaka.

Genel bir bakış mümkün. Aslında hepimiz yapabiliriz bunu. Markalaşma deyince, aklımıza hemen turizm geliyor. Yanlış değil, ama markalaşmanın tek hedefi turizm değildir, olmamalıdır. Yine de anlamamızı kolaylaştırmak için bu kategori üzerinden örnekleyelim. Bu da bizi şöyle bir soruyla karşı karşıya bırakır: “Bir turist Ünye’ye niye gelsin?” Bu soruya anlamlı bir cevap verebilmek için, analizlerimizi hedef kitle temelinde yapmamız gerekir. Bir Japonya seyahatimde Tokyo Büyükelçiliğimizdeki bir arkadaşla görüşmüştük. Kendisine Türkiye’nin buradaki tanıtım faaliyetlerini sorduğumda “Selim Bey, bize bir deniz filmi gönderiyorlar, biz de TV’lerin gece kuşaklarında yayınlatıyoruz. Fakat buradan Türkiye’ye deniz turizmi için bir Japon’u bile gönderemezsiniz. Çünkü o kadar farklı ve bizden daha iyi alternatifleri var ki!” diye cevap vermişti. Demek hedef kitle ve onlara yönelik vaatlerimizin niteliği önemli. Biz de, mesela bir İstanbulluyu Ünye’ye deniz turizmi için davet edemeyiz. Peki tarih ve kültür turizmi için davet edebilir miyiz? Ona da olumlu cevap verebilecek durumda değiliz.

O zaman marka kent olmak yolunda bir şansımız yok mu demek istiyorsunuz?

Öyle demiyorum. Hedef kitleye dikkat çekiyorum. İstanbulluyu denizimize davet edemeyiz, fakat Niksarlı, Tokatlı, Sivaslı, hatta Samsun ve Orduluyu davet edebiliriz. Ben turizm hedefinin başlangıçta Ünye’nin kendi hinterlandıyla sınırlı tutulmasını daha doğru buluyorum. Aslında kültür ve tarih turizmi için de bu geçerli, ama belki biraz gayret gösterir ve bu konudaki cazibemizi arttırabilirsek Karadeniz turlarının müşterilerini çekebiliriz. Eğer Ünye, bir stratejik plan dahilinde kendi hinterlandını hafta sonu turizmi noktasında harekete geçirebilecek dinamikleri ortaya çıkarırsa iyi bir başlangıç yapmış olur diye düşünüyorum.




Deniz Fatsa’da da var!

Tabii, rekabet edecek tesisler gerekir. Ayrıca tekrar hatırlatayım, markalaşmayı turizmle sınırlı tutmak, turizmde de başarının önünü keser. Bence bir kent, ancak asli temelleri üzerinde yücelebilir. Maalesef Ünye’nin geçmişiyle geleceği arasındaki halka koptu. Bu halkayı onarmadan mutlu, müreffeh ve medeni bir kent inşa edebileceğimizi ve markalama yönünde bir adım atabileceğimizi sanmıyorum. Ünlü Fransız antropolog ve düşünür Marc Augé’ye göre eğer bir yer; kültür, kimlik ve tarihle tanımlanamıyorsa orası ‘non-space’, yani ‘olmayan yer’dir, ‘yok’tur, ‘hiçbir yer’dir. Eğer ‘hiçbir yer’ olursanız hiçbir değer üretemezsiniz, hiçbir gelişme gösteremezsiniz, hiçbir ilerleme kaydedemezsiniz. Markalaşamazsınız da! Bakın, Saraybosna’nın kalbi olan Başçarşı, kuşatma esnasında Sırpların ana hedefleri arasında yer alıyordu. Çünkü Başçarşı’yı yok etmek, kentin temel kimliğini yok etmek demekti.

Asli değerlerimizi çok fena harcadık, süreci geriye döndürmek mümkün mü?

Eğer marka kent olmak istiyorsak, döndürmek zorundayız. Bunu yapmazsak, kendi öz sermayesini çarçur edip tefeciden borç alan tüccar gibi davranmış oluruz.

Ama nasıl?


Haddimi aşmış olmayayım, ama markalaşmak, her şeyden önce ürüne müdahaleyi gerektirir. Kimlikle markalaşma arasındaki ilişki organiktir. Bir imge olarak kent silueti, ya Allah vergisi bir doğa ya kul yapımı mimari bir eser ya da her ikisinin karışımı olarak karşımıza çıkar. Biz kul yapısı sivil mimarimizi hoyratça harcayınca elimizde sadece Allah vergisi siluetimiz kaldı. Onu yok etmek için de hoyratlığa devam ediyoruz, tüketmeye az kaldı. Özgün siluetini kaybetmiş bir şehir, kimliğini kaybetmiş bir şehirdir. Mesela Ünye’yi, sahil şeridinde başka hiçbir yerde olmayan tarihi silüetine kavuşturmak ve Galabuzu evlerini, farklı fonksiyonlarda kullanmak üzere yeniden inşa etmek mümkündür. Belediyemizin marka kent olma hedefinin ilk somut adımlarından biri olabilir bu.

Mesela turistik tesis olarak kullanılabilecek bir kompleks oluşturulabilir orada, öyle değil mi?

Elbette, yine haddimi aşmayayım, ama çok kolay gerçekleştirilebilecek bir şey olduğunu sanıyorum. Aslında, bugünkü Atakale tesisi için de benzer bir öneride bulunmuştum inşaat aşamasında, ama ya geç kalmış bir öneriydi ya duyulmadı ya da ciddiye alınmadı. Orada da yatırımcıyı hiçbir imar hakkı kaybına uğratmadan bir Ünye evleri kompleksi yaratılabilirdi. Yatırımcı da eleştiri yerine Ünyelinin övgüsüne mazhar olmaz mıydı?


Saray’ın da yeniden inşası da önerilmişti eskiden.

Evet, fakat bu gibi yatırımların ekonominin temel mantığıyla çelişmemesi gerekir. Markalaşmada kentler için özgün “landmark”lar çok önemlidir. Logo gibi... Paris deyince Eyfel Kulesi, Londra deyince Big Ben, İstanbul deyince Kız Kulesi, Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye gibi... Saray’ın, tabii ki dış cephe olarak muhteşem bir “landmark” olma potansiyeli vardır. İç fonksiyonları elbette farklılaşmalıdır; alışveriş merkezi, otel, rezidans daireleri gibi... İç avlu ise geleneksel el sanatları pazarı olarak kullanılabilir. Herhalde böyle bir adım, kentsel dönüşüm projesi olarak hayata geçirilebilir. Tabii, hayalci damgası yemek istemem, bunun hukuki ve mali yönleri ayrı bir fizibilite konusudur. Ben sadece markalama açısından önemine dikkat çektim.

Müthiş olurdu.

Tabii, tarih bilinci, tarihi doku ve kültürel miras, “kimlikli kentleşme”nin hayati bir unsurudur, “turistik” değildir. Kültürel mirası sadece turistik amaçlarla korumaya ve yenilemeye çalışmak, başka türlü bir “kimliksizleşme”nin kapılarını açar. Mirasımıza önce kendimiz için, ortak kent kimliği ve kent kültürü için sahip çıkmalıyız. Turizm, ardından doğal olarak gelecektir. Gelmelidir de...

Yani özetle diyorsunuz ki, tarihi korumak ve yaşatmak markalaşmak için olmazsa olmaz bir durumdur.

Elbette. 1966 yılında Floransa’da Arno Nehri’nin taşması sonucu oluşan sel felaketinde, insanların evlerindeki eşyalardan önce Uffizi ve Akademia gibi galerilerdeki sanat eserlerini kurtarmaya çalıştığını duymuş muydunuz? Çünkü o sanat eserlerinin yok olması demek Floransa’nın yok olması demekti. Tarihi doku, öncelikle bir kentin kimlik köküdür, her şeyden önce bu nedenle korunmayı hak eder. Tarihi korumak, yaşatmak ve yeniden diriltmek kentin kimliğini ve kültürünü yaşatmak ve yaşamak demektir. Aksi halde, kimliksiz bir kentin aynı zamanda değersiz bir kent olduğunu unutmamalıyız. Peki, tarihi doku başka ne işe yarar? Mesela, Eskişehir’de Odunpazarı’nın artık yılın dört mevsimi turist ağırladığını biliyor muydunuz?

Tarihi biraz modası geçmiş bir notalji olarak görenler var.

Öyle değil. Tarih, geçmişten daha çok, gelecek demektir. Ve markalaşmanın en önemli unsurlarından biridir. Mekansal kültür varlıklarının korunması toplumsal aidiyeti güçlendirdiği gibi geleceği yapılandırmada da hayati önem taşır. Her şeyden önce kentli olma bilincini artırır. Maddi kültürel miras toplumsal hafızanın bir unsurudur, toplumun geçmişi ile geleceği arasında kurulan bir bağdır. Bu bakımdan bu gibi mekanlara mimaride “hafıza mekanı” denir. II. Dünya Savaşı sonrasında Varşova yerle bir olmuş, anıt nitelikli yapılar kadar sivil mimari örnekler de çok ağır hasar görmüştü. Bu, kentlileşme bilincinin ve toplumsal ahlaki değerlerin çözülmesine yol açmıştı. Ortaya çıkan bu vahim durumun düzeltilmesi amacıyla Varşova, elde kalabilen belgelere dayanarak savaş öncesi haliyle yeniden inşa edilmiştir. Yani, somut kültürel miras, bir fantezi veya nostaljiden ibaret değildir. Soyut değerleri de bir tutkal gibi tutan ve koruyan bunlardır.



Tarihi mirasla modern kent anlayışı arasında nasıl uyum sağlayacağız?

Bakın, bu çok önemli bir soru oldu. Bugün Safranbolu’nun kurtulabilmiş olmasının önemli nedenlerinden biri de Karabük’tür. Çünkü kent Karabük’te büyümüş, Safranbolu dokunulmazlık kazanabilmiştir. Aslında tarihi dünya kentlerinin çoğunda “old town” ve “downtown” olgusu vardır. Eski kent zonu zaten kentin yeni ihtiyaçlarını karşılayamaz. O nedenle de kent merkezi kaydırılır ve büyüme yeni merkez çevresinde olur. Ünye’de ise tarihi merkez bu kadar irileşmiş kentin hâlâ merkezi olma hüviyetini sürdürüyor. Tarihi merkez, hem bu yükü taşıyamıyor ve taşıyamaz hem de büyüme tarihi mirası fena halde yok etti, ediyor. Eski ve yeni birbirine karışarak arabesk bir durum oluştu. Bunun çözümü de bellidir.


Bunda göçün de etkisi çok sanki.

Çok doğru, ama göç değil, hızlı göç diyelim. Aslında hepimiz köken olarak köylüyüz. Sadece bazılarımız başka bazılarımızdan daha erken kentli olmuşlardır, o kadar. Kentler sürekli gelişen dinamik ve canlı özellikleriyle birbirinden çok farklı insanları ve toplulukları birbirine bağlayan mekânlardır. Kültürel, sınıfsal, toplumsal farklılıklara rağmen kent, içinde yaşayan insanları ortak bir “kent kültürü” etrafında birleştirir. Elbette “köy kültürü” de, doğallığı, içtenliği ve saflığıyla çok değerlidir. Bunların birbirinden üstün ya da düşük olduğunu iddia etmek, insanları, yaşadıkları yerleşim birimlerine göre kimlik tanımlamalarıyla farklı düzeylerde görmek, en azından ahlaki değildir. Sonuçta hepimiz köken olarak köylerden kente geldik ve kentte yaşamayı tercih ettik. Ancak kent, daha karmaşık bir ilişkiler ağına ve düzenine sahiptir. Köyün sade ilişkiler düzeniyle kente uyum sağlamak mümkün değildir. Bu nedenle, daha derin kültürel çatlama ve yıpranmalar yaşamadan hep birlikte yeni bir “kentlilik bilinci” inşa edebilmeliyiz. Mimaride, sosyal yaşamda, kültürel ve sanatsal etkinliklerde, eğitimde, çalışma hayatında çağdaş kent gerekliliklerine uygun, ortak bir değerler sistemi oluşturmak, hepimizin üstüne düşen ortak sorumluluktur. Hiç kimse, geldiği kentte, köyünde görmediği mimari bir karmaşa, kültürel yıpranma ve bozuk bir sosyal düzene mahkum edilmemelidir. Maalesef hızlı göç yönetilememiştir. Sadece Ünye’de değil, tüm ülkede... Kolay bir şey de değildi. Mesela Avrupa bu kadar hızlı bir göç öyküsü yaşamadı. Avrupa’nın üç yüz yılda yaşadığı süreci biz belki birkaç on yıla sığdırmak zorunda kaldık. Ama artık sorunun kaynağını ve Batı’nın serüvenini biliyoruz, alınacak dersleri alıp bu süreci yönetebiliriz.

Tekrar markalaşmaya dönelim isterseniz.

Bunların markalaşmaya ilgisi olmadığı düşünürsek marka kent hedefleri bir hayalden ibaret kalır ama.

Peki, bugünü belediye yönetimini seçimlerdeki vaatlerinden birini oluşturuyordu marka kent. Anlıyorum ki bu hedefi gerçekleştirmek çok boyutlu ve çok bileşenli bir konu. Nereden başlanmalı sizce?

Doğru, marka kent olmak çok daha fazla bileşenden oluşur. Bu çok sayıda etmen marka kent olma sürecini kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz etkiler. Yeterli altyapı hizmeti, yeterli toplu taşıma imkânı, iyi okullar, eğlence ve kültür faaliyetleri, fark yaratacak fikirler, doğru seçilmiş logo ve sloganlar, istihdam sağlama kapasitesi, konaklama imkanları, merak uyandıran unsurlar, mutlu ve keyifli insanlar, misafirperverlik gibi birçok bileşen dahil olur sürece. Nereden başlanmalı? Bence markalaşma konusu da stratejik kent yönetimi kapsamı içinde ele alınmalı ve atılacak her adımın markalaşmaya olumlu ya da olumsuz bir etkisinin olacağı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Ayrıca markalaşma sadece belediyenin işi değildir.

Başka hangi yönetsel birimler dahil olmalıdır peki?

Sadece yönetsel birimler değil, farklı paydaşlar da bu süreçte yer alabilmelidir. İki yıl kadar önce bir ilimizin belediye başkanıyla “kent markalaşması” odağında bazı görüşmelerimiz olmuştu. Sayın başkan, ülkedeki birçok belediye başkanına göre entelektüel düzeyi yüksek, dünya görmüş, kent nedir, kentleşme nedir, marka kent nedir bilen biriydi. Fakat belediyelerin hizmet satın alma mevzuatı, valilik başta olmak üzere ildeki diğer paydaşların bilgisizliği ve konuya ilgisizliği, bütçe sorunları gibi birçok parametre nedeniyle belli bir yere kadar ilerleyen görüşmeler sonuçsuz kaldı. Bu hedefin öncülüğünü elbette Belediye yapmalıdır, ama Kaymakamlık başta olmak üzere, Kent Konseyi, STK’lar, eğitim kurumları, esnaf, İlçe Kültür Müdürlüğü gibi birçok paydaş sürece dahil olmalı, gerekli desteği vermelidir. Bu arada, markalaşma eğitimleri işin başlangıcını oluşturabilir. Çünkü bu öyle sihirli bir kavram oldu ki, herkes marka diyor, ama markalaşmadan farklı bir şey anlıyor. Eğitim, aynı zamanda markalaşma hedefininin benimsenmesi ve tarafların motivasyonu açısından da çok önemlidir.

Ordu’nun büyükşehir olmasıyla birlikte Ünye’nin markalaşma hedefi nasıl bir şekil alır sizce?

Ordu Büyükşehir Belediyesi, Ordu merkez ilçenin belediyesi değildir, Ünye de dahil tüm vilayet sınırları içinde kalan bölgenin belediyesidir. Bu sınırlar içindeki her yerleşim biriminin gelişmesi, Ordu Büyükşehir’in gelişmesi ve yücelmesi demektir. Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin de olguya bundan farklı bir perspektifle bakması mümkün değildir. Elbette Ünye’nin, hem Ordu’nun merkez ilçe dahil tüm ilçeleriyle hem de başka kentlerle tatlı rekabetini sürdürmesinin önünde bir engel yoktur. Hatta ben, “rekabet” yerine “rekabetüstü” kavramını kullanmayı tercih ederim. Çünkü Edward de Bono’nun dediği gibi “rekabet, aynı yarışta koşmayı seçmek demektir, rekabetüstünde ise rakipler, kendi yarış alanlarını kendileri seçerler.” Ünye’nin hiçbir kentle rekabet etmesine gerek yoktur, kendi öz değerlerini keşfetmek, bunları yaşatmak ve kendi kulvarında sadece kendisiyle yarışmak Ünye’nin cazibe merkezi olmasına yeteceği gibi, Ünyelilerin övünecekleri ve mutlu olacakları bir kentte yaşamalarını da fazlasıyla sağlayacaktır. Ordu Büyükşehir Belediyesi de şunu unutmamalıdır ki, Ünye, Ordu’nun batıdan giriş kapısıdır. Ordu kazanırken Ünye de kazansın, Ünye kazanırken Ordu da! Ordu’nun büyükşehir olmasıyla birlikte Ünye-Ordu arasındaki ilişki artık sadece idari bir mesele olmaktan çıkmış, şehircilik vizyonu ve markalaşma açısından aynı hedeflere birlikte odaklanmak ve ortak menfaatler doğrultusunda el ele vermek, insicamlı bir birlikte çalışma pratiği geliştirmek zorunlu hale gelmiştir. Ordu artık Ordu’dan ibaret değildir, Ünye de Fatsa da Akkuş da Aybastı da Mesudiye de bir büyükşehir olarak Ordu’yu Ordu yapan değerlerdir.

Son olarak, son günlerde tartışma konusu olmuş Ünye logosuna değinelim. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Ünye logosu, yaklaşık otuz yıl önce konunun uzmanı bir hemşehrimiz tarafından bir turizm derneği için yapılmış. Sonra dönemin belediyesi alıp kullanmış. Önce şunu söyleyelim; logo dediğimiz şey bir soyutlamadır; memleketteki bütün değerleri içine dolduracağımız bir sergi alanı değildir. Kabul edelim ki, mevcut amblemin soyutlama yeteneği düşüktür. Nitekim, bir dernek için yapıldığını da unutmayalım. Buna karşın, birçok şehir amblemine göre de, teknik ve estetik olarak ileridedir. Hatıra binaen yapılmış işlerde benzer sorunlar olur. Çünkü mesele sadece logo tasarımı değil, aynı zamanda onun kullanım standartlarıdır. Bir rehber hazırlamak ise epeyce emek ve mesai gerektiren bir iştir. Bence bu aşamadan sonra yapılması gereken iki şey var: Birincisi, mevcut logoyu olduğu gibi kabullenip bunun standart rehberini hazırlatmak ve bundan sonra bu rehbere uymak. İkincisi ise, Kale’yi, Ünye evlerini de ilave edelim denmeyecek, soyutlaması yüksek yeni bir kent logosu tasarlatmaktır. Her ikisi seçenekte de Sadık Karamustafa ile profesyonel bir ilişkiye girilmelidir. Çünkü, hemşehrilik bir yere kadardır. Yeni bir logo tasarlanacaksa bile bu, otuz yıldır tepe tepe kullandığımız amblemin sahibi olarak onun hakkıdır. Mevcut logo, standartlara riayet edildiği takdirde Türkiye’deki birçok kent ambleminden nispeten daha iyidir. Fakat, bence Sadık Karamustafa bundan çok daha iyisini yapabilecek birikim ve yeteneğe sahip bir değerimizdir. Kapısını çalalım, yeni bir ‘brief’ verelim, standartlarıyla birlikte yeni bir kent logosu isteyelim. Bu arada, müellifinden habersiz olarak logoyla oynamayı pek uygun bulmadığımı da ifade etmiş olayım.

Yenileme düşünceniz ağır basıyor gibi, doğru mu anlıyorum?

Bu şehir logoları işi genelde kamunun eline kaldığı için büyük oranda bütün dünyada hem estetik hem de teknik olarak düşük düzeydedir. Avrupa bir nebze, ama mesela ABD bir kötü şehir logoları cennetidir. Hele bizim gibi küçük şehirlerin logoları... Buna karşın çok iyileri de vardır. Evet, şehir logolarının büyük çoğunluğu, yüksek soyutlama yeteneğinden uzak oldukları için şehrin bütün değerlerini yüklenemez durumda olur, imgelemi kullanan objeye sıkıştırıp bırakırlar. Amblemlerde kullanılanlar ise, çoğunlukla şehrin silueti; tarihsel ya da mitolojik bir ikon; cami, kilise, kale, saray, gökdelen, dağ, tepe gibi bir ‘landmark’; çicek, böcek, hayvanat gibi bir şeyler olur. Elimizdeki de bunlardan biri... Belli bir düzeye sahip olduğunu ise biraz önce söyledim. Ama unutmayalım ki bir dernek için, hediye olarak tasarlanmıştır. Yenilenmesi, hem de nezaketen mevcut logonun tasarımcısı tarafından yenilenmesi uygun olur kanaatindeyim.

Logo için Türkiye çapında bir yarışma düzenlenemez mi mesela?

Ben bu gibi yarışmalarda jüri üyesi olarak görev de aldım. Emin olun, üç bin başvuru olur, üç tane uygun logo bulamazsınız. Bu yarışmalara, iyi profesyonellerin pek itibar etmediklerini düşünüyorum.

Çok teşekkür ederiz Sayın Tuncer, eklemek istediğiniz başka bur husus var mı?

Burada bitirelim, ileride yine konuşuruz, çünkü zaten uzun bir söyleşi oldu. Umarım sayfalarınızda sığdıracak yer bulursunuz. Bir yerel yönetimin, marka kent olmayı önüne bir hedef olarak koymasını çok önemsediğimi belirtmek isterim. Çünkü marka kent olmak, sadece parıltılı laflardan ya da güzel film ve resimlerden ibaret bir şey değildir, Ünyelinin hayatına doğrudan ve somut yansımaları olacak bir olgudur.