23 Mayıs 2014 Cuma

| Sakalım yok ki sözüm dinlensin!

Genelde kadınların günlük makyaj için ayırdıkları zamana laf edilse de, erkeklerin sakallarını kazımak için harcadıkları zaman pek akla gelmez. Oysa belki de en zahmetli makyajlardan biridir tıraş operasyonu... Ve sakal bıyık konusu, sadece güzel görünmekle ilgili değildir, aynı zamanda politik bir iştir.



Erkeklerde saç, sakal ve bıyık konusunun belki binlerce yıldır insanoğlunu ne kadar meşgul ettiğini bir düşünün! Dinler, ideolojiler, moda akımları, iklim koşulları gibi etmenlerin erkeklerin sakallarıyla yakın ilişkisi olagelmiştir hep...

İnsan türünün diğer cinsinden farklı olarak erkeklerin çenesinde ve yanaklarında istem dışı olarak uzayan kıllara sakal diyoruz. Yani erkeğin fabrika ayarlarında ‘default’ olarak var olan bir şey. Sakal deyip öylesine geçiyoruz, ama antropologlar ya da sosyologlar “Bilumum Berberler ve Kuaförler Federasyonu” sponsorluğunda bu konuyu enikonu inceleseler yeridir.

Yine de ben birkaç bilgi kırıntısını burada hatırlatmak isterim. Doğruluk derecesini bilmiyorum, ama eski Türkler, at üstünde Çin seddi civarlarında dolaşıp dururken bir de tıraş derdiyle uğraşmamak için yüzlerini dağlarlar ve sorunu kökünden çözerlermiş. (Niye sakalsızlığı tercih etmişlerdi, bilemem.) Karısı Katerina’yı kendisinden çok tanıdığımız ünlü Rus çarı Deli Petro, (Avrupalılar Büyük Petro der bu çara!) başlattığı modernleşme ve Batılılaşma hareketi doğrultusunda Ruslara, onları Moskova’nın dayanılmaz soğuğundan koruyan sakallarını kesmelerini emretmiş. E tabii, koskoca çar fermanı bu, karşısında da Katerina değil, zavallı küçük Rus burjuvazisi ve yoksul mujikler var. Fermanı uygulayanlar da sakalını kesmezsen tek seferlik kökten bir çözümle karşına çıkıyorlar, kelleyi kesmek!

Batılılaşma hareketlerinin tüm dünyada yaygınlaşması, özellikle son yüzyılda sakalsız erkeklerin sayısını bir hayli artırdı. Peki, doğuştan sakalsız olmadıklarına göre bu sakalsızlık modası Avrupalılara nerden bulaştı acaba? Tamamen atıyorum, ama ben bunun “matruş” Yunan heykellerininin etkisinden kaynaklandığını sanıyorum. Onları kim etkilemiş, bilemem.

Batılılaşma yanlısı padişahlar döneminde Osmanlı’da, Cumhuriyet devrimleri esnasında da Türkiye’de benzer yasaklar var, ama cezası kelle kesmek şeklinde değil. Din görevlileri dışında tüm devlet memurlarına sakal galiba hâlâ yasak, ama bıyık serbest. Orduda ise, bıyıkla ilgili yazılı bir yasak olmamasına rağmen öyle bir gelenek oluşmuş. Amerikalı ya da mesela Yunanlı bir generali sakallı-bıyıklı görünce çok tuhafımıza gidiyor o nedenle.

Yine bir dönemler, özellikle bıyık şeklinin ideolojik mensubiyetlerle ilgili semiyotik bir işlev gördüğünü hatırlatmadan geçmeyelim. Aslında şimdi de üç numara bıyık ya da sakalların genelde AK Parti camiasında moda olduğunu, ne bıyıklı ne bıyıksız, ne sakallı ne sakalsız denilebilecek formların siyasi bir kimlik yansıttığı söyleyebiliriz. Halk arasında “keçi sakal” ya da “akademik sakal” denilen modeller de, “Van Dyke”, top ve hacı sıfatlarıyla anılanlar da diğerleri gibi göstergesel bir değere sahiptirler.

Şunu da göz ardı etmeyelim; şimdi dünyada sakalsızlık durumu egemen anlayış haline gelince, sakal da artık muhalifliğin simgesi olarak kalıverdi. Bir yanda İran’ın devlet başkanları, diğer yanda Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro… Başka sakallı devlet başkanı hatırlayanınız var mı?

Türkiye’de de, çok değil, bundan on beş yirmi yıl öncesine kadar bıyıksızlar erkekten sayılmazken, şimdi Kopenhag kriterlerine uyum kapasitesi kapsamında bıyıksızlarımızın oranında ciddi bir artış oldu. Ben dahil!

“Sakalım yok ki sözüm dinlensin.” gibi sözler geride kaldı. Karacaoğlan’ın “Sakal seni makkabınan yolayım / Bir kız bana emmi dedi neyleyim?” şiirini ve sakalın aynı zamanda “minik rüşvet” anlamına geldiğini hatırlatarak devam edeyim.

Okul, iş hayatı gibi nedenlerle bizim gibi her Allah’ın sabahı tıraş olmak zorunda olan erkekler için, tıraş malzemesi ciddi önem taşıyor. Özellikle ıslak tıraş alışkanlığından vazgeçemeyen erkekler, tıraş kremi ya da köpüğünün yumuşatıcılığı, tıraş bıçağının keskinliği, tıraş makinesinin ergonomisi ve yüzü tahriş etmemesi gibi özellikleri haliyle çok önemserler.

Bir de, bir erkek için tıraş olmaya başlamak, sünnet gibi erkeklik basamaklarından biri olarak kabul edilir. Bu bakımdan törensel bir yanı da yok değildir. Çocukluğumdan hatırlıyorum da, rahmetli babamın alttan sapını çevirince bıçak yuvasının kanatları uzay gemisi kapısı gibi açılan Wilkinson marka makinesiyle tıraş olmasını hayranlıkla izlerdik. O da burnumuzun ucuna bir parmak tıraş köpüğü yapıştırırdı. Zaman zaman beni de bizim ufaklıklar izliyor, ben de onların burunlarına birer parmak köpük yapıştırıyordum.

Ben tıraş olmaya başladığımda o çift taraflı tıraş makineleri hâlâ güncelliğini koruyordu, onlarla da çok tıraş oldum. Ama o yıllarda piyasaya yavaş yavaş yeni modeller de girmeye başlamıştı.
Dediğim gibi, bu aletler erkekler için büyük önem taşıyor. Belki kahvaltı bile etmeden, daha uyku mahmurluğu ve nemrutluğunuzu üzerinizden atmadan onunla yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz.

Bu kadar malumat yeter. Büyük ihtimalle şimdi bu konuya niye girdiğimizi merak ediyorsunuz. Bir komplo teorisine ne dersiniz? İnsanın aklına kötü kötü şeyler gelmiyor değil, bu “matruş” olma modasını körükleyenler, tıraş malzemeleri üreten devasa markalar olmasın sakın!

Öyledir veya böyledir, tabii ki komplo teorisi üretmek bizim işimiz değil. Çünkü, tıraş makinesi markalarının pompaladığı kodların zaten böyle bir işlev gördüğünü açıkça gözlemleyebiliyoruz. Bu durumu, Naomi Klien’ın “No Logo” adlı kitabında değindiği kültürel homojenleşme kapsamına dahil edebiliriz.

Klein, kültürel homojenleşmeyi, tüketicilerin aynı kültürel davranışları paylaşması, aynı tüketim biçimlerini benimsemesi, aynı sosyo-stilleri taklit etmesi olarak tanımlayarak markaların bu konudaki etkisini acımasızca eleştirir. Biz daha soğukkanlı bir pozisyon alarak buna “markanın gücü” diyelim.

Marshall McLuhan’ın “Biz makineleri yaparız, sonra makineler bizi yapar.” sözünü “Biz markaları yaparız, sonra markalar bizi yapar.” şeklinde deforme edebiliriz. İyi midir kötü müdür tartışması ayrı konudur, biz şimdilik bu gücün farkında olalım.

THE BRAND AGE DERGİSİNİN MAYIS 2014 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.