22 Haziran 2013 Cumartesi

| Renge semiyotik bir değer ve simgesel bir yetenek kazandırmak...

Renklerin insan psikolojisi üzerindeki etkileri bugüne değin çeşitli araştırmaların konusu olmuştur. Bireysel ve psikolojik etkiler dışında, renklerin, toplumların kültürel kodları bağlamında farklı anlamlar taşıdığı da ayrı bir gerçektir. Bu bakımdan renkler, çoğu durumda ortak evrensel niteliklere sahipken zaman zaman da yerel anlamlar yüklenebilmektedir.

Nesneler arasındaki estetik, birbirine yakışma ve uyum, insanlar arasındaki anlayış, tolerans, etkileşim ve duyarlılık gibi olgular, renklerin yerinde kullanım biçimine göre birbiriyle ilintilendirilmektedir.

Hayatımızı renklendiren renklerin oluşumu karışık bir denklem gibi görünse de aslında çok zor bir formülasyona sahip değildir. Renk, iletişime konu olmaya başladığı anda bizler için gerçek anlamını bulur. Renkler ve tonlarının istenilen uygun oranlarda birleştirilmesi, onlarla çeşitli kombinasyonlar yaratılması görsel iletişimde çeşitli mesajları iletmeye aracılık eder. Giydiğimiz kıyafetlerden saçımızın rengine, tasarladığımız logolardan evimizin duvarına, karakterimizden dış görünüşümüze kadar çeşitli alanlarda renklerin birer görevi vardır. İdealde tüm bu seçimlerin, üstlendikleri görevleri yerine getirmesi beklenmektedir.

İşte bu yüzden doğadaki tüm renkleri, farkında olarak veya olmayarak mesaj taşıyıcıları olarak kullanırız. Görsel iletişime konu olan her tonuna kadar detaylandırırız. İçlerinde barındırdıkları kişilik ve karakterlerine yönelik unsurları gün ışığına çıkarırız. Hatta onları birer doğal şifa verme kaynakları olarak kullanırız.

Tüm bu etkileri, istenilen şekilde oluşturmak için ilk olarak renklerin dilinden konuşmak, kendilerine has özelliklerini çok iyi anlamak gerekir. İkinci olarak, renklerin duyguları taşıma ve enerjileri yansıtma/emme tekniklerini çok iyi öğrenilmelidir. Bu, renklerden mümkün olan en üst düzeydeki faydayı sağlamanın ön koşuludur. Her rengin sahip olduğu özellikler, enerjiler, güçler, ifadeler, etkiler ve mesajlar birbirinden farklıdır.

Beyazı, siyahı, moru, kırmızıyı, turuncuyu, griyi, eflatunu, sarıyı, maviyi, laciverti, yeşili, iki ton açık yeşili, fıstık yeşilini, askeri yeşili veya kurbağa yeşilini bu kadar farklı anlamlara büründüren her şey, insanın hem biyolojik hem de kültürel genetiğinde gizlidir.

Gördüğümüz gibi renk, zaten kendi özünde semiyotik bir özellik taşır. Renkle ilgili “gönderen-gönderilen” ilişkilerini ise gündelik hayatımızda bolca görürüz. Şunu sorabiliriz: Rengi markanın “gösteren”i olarak konumlandırabilmemiz mümkün müdür?

Logo da markanın “gösteren”idir. Logo ve renk arasındaki ilişki öncelikle teknik ve estetik bir niteliğe sahiptir. Görsel iletişimin en önemli unsurları arasında yer alan renk, logodaki ön-arka ilişkisini ve görsel hiyerarşiyi kurgulama, estetik albeni yaratma işlevi görür.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri “simgeleştirme” yeteneğidir. Bu yeteneğimiz sayesinde nesne, olay ve olguları önce kavramlaştırır, sonra da bu kavramları karşılayacak simgeler yaratırız. Logoyla marka arasındaki bağ da böyledir ve her ikisi arasında semiyotik bir ilişki vardır; yani logo “gösteren”, marka “gösterilen” konumundadır.

Logoyu oluşturan iki temel unsur renk ve formdur. Logonun tipografik özelliği ise formun kapsamı içindedir. Bu nedenle form, göstergebilimsel bakımdan renge göre daha etkilidir. Logonun formunu sahip olduğu renkten ayrıştırdığınızda dahi semiyotik işlevini sürdürebilir. Rengin ise, çoğu durumda böyle bir yeteneği yoktur.

Logo ya da başka farklı sembollerinde özgün bir rengi sahiplenen herhangi bir marka, bu rengin semiyotik yeteneğini ne kadar arttırabiliyorsa o renkten o ölçüde yararlanır. Bunu başarabilen, hatta bazı renklerin kendi marka adlarıyla anılmasını sağlayabilen markalar vardır. Bu durumda renk, logonun formundan bağımsız olarak, yani tek başına da bir semiyotik değer kazanmış olur. Böylece renk, logonun teknik bir parçası, markanın estetik bir unsuru olmanın ötesinde bir kodlama yeteneğine sahip olur.

İşte bu yeteneğe sahip bir renk, artık logodan bağımsız olarak da markanın “gösteren”i olur. Yani zihinlerimiz, diğer tüm marka sembollerinin yokluğunda bile kırmızı rengi gördüğümüzde bir, yeşil rengi gördüğümüzde başka bir markaya yönlenebilir. 

Tabii ki kolay değil, ama imkansız da değil!

GRAFİK TASARIM DERGİSİNDE YAYIMLANMIŞTIR.