Nesneler arasındaki estetik,
birbirine yakışma ve uyum, insanlar arasındaki anlayış, tolerans, etkileşim ve duyarlılık
gibi olgular, renklerin yerinde kullanım biçimine göre birbiriyle
ilintilendirilmektedir.
Hayatımızı renklendiren
renklerin oluşumu karışık bir denklem gibi görünse de aslında çok zor bir
formülasyona sahip değildir. Renk, iletişime konu olmaya başladığı anda bizler
için gerçek anlamını bulur. Renkler ve tonlarının istenilen uygun oranlarda
birleştirilmesi, onlarla çeşitli kombinasyonlar yaratılması görsel iletişimde
çeşitli mesajları iletmeye aracılık eder. Giydiğimiz kıyafetlerden saçımızın
rengine, tasarladığımız logolardan evimizin duvarına, karakterimizden dış
görünüşümüze kadar çeşitli alanlarda renklerin birer görevi vardır. İdealde tüm
bu seçimlerin, üstlendikleri görevleri yerine getirmesi beklenmektedir.
İşte bu yüzden doğadaki tüm
renkleri, farkında olarak veya olmayarak mesaj taşıyıcıları olarak kullanırız.
Görsel iletişime konu olan her tonuna kadar detaylandırırız. İçlerinde
barındırdıkları kişilik ve karakterlerine yönelik unsurları gün ışığına
çıkarırız. Hatta onları birer doğal şifa verme kaynakları olarak kullanırız.
Tüm bu etkileri, istenilen
şekilde oluşturmak için ilk olarak renklerin dilinden konuşmak, kendilerine has
özelliklerini çok iyi anlamak gerekir. İkinci olarak, renklerin duyguları
taşıma ve enerjileri yansıtma/emme tekniklerini çok iyi öğrenilmelidir. Bu,
renklerden mümkün olan en üst düzeydeki faydayı sağlamanın ön koşuludur. Her
rengin sahip olduğu özellikler, enerjiler, güçler, ifadeler, etkiler ve
mesajlar birbirinden farklıdır.
Beyazı, siyahı, moru,
kırmızıyı, turuncuyu, griyi, eflatunu, sarıyı, maviyi, laciverti, yeşili, iki
ton açık yeşili, fıstık yeşilini, askeri yeşili veya kurbağa yeşilini bu kadar
farklı anlamlara büründüren her şey, insanın hem biyolojik hem de kültürel
genetiğinde gizlidir.
Gördüğümüz gibi renk, zaten
kendi özünde semiyotik bir özellik taşır. Renkle ilgili “gönderen-gönderilen”
ilişkilerini ise gündelik hayatımızda bolca görürüz. Şunu sorabiliriz: Rengi
markanın “gösteren”i olarak konumlandırabilmemiz mümkün müdür?
Logo da markanın
“gösteren”idir. Logo ve renk arasındaki ilişki öncelikle teknik ve estetik bir niteliğe
sahiptir. Görsel iletişimin en önemli unsurları arasında yer alan renk,
logodaki ön-arka ilişkisini ve görsel hiyerarşiyi kurgulama, estetik albeni
yaratma işlevi görür.
İnsanı diğer canlılardan
ayıran en önemli özelliklerden biri “simgeleştirme” yeteneğidir. Bu yeteneğimiz
sayesinde nesne, olay ve olguları önce kavramlaştırır, sonra da bu kavramları
karşılayacak simgeler yaratırız. Logoyla marka arasındaki bağ da böyledir ve
her ikisi arasında semiyotik bir ilişki vardır; yani logo “gösteren”, marka
“gösterilen” konumundadır.
Logoyu oluşturan iki temel
unsur renk ve formdur. Logonun tipografik özelliği ise formun kapsamı
içindedir. Bu nedenle form, göstergebilimsel bakımdan renge göre daha
etkilidir. Logonun formunu sahip olduğu renkten ayrıştırdığınızda dahi
semiyotik işlevini sürdürebilir. Rengin ise, çoğu durumda böyle bir yeteneği
yoktur.
Logo ya da başka farklı
sembollerinde özgün bir rengi sahiplenen herhangi bir marka, bu rengin
semiyotik yeteneğini ne kadar arttırabiliyorsa o renkten o ölçüde yararlanır.
Bunu başarabilen, hatta bazı renklerin kendi marka adlarıyla anılmasını
sağlayabilen markalar vardır. Bu durumda renk, logonun formundan bağımsız
olarak, yani tek başına da bir semiyotik değer kazanmış olur. Böylece renk,
logonun teknik bir parçası, markanın estetik bir unsuru olmanın ötesinde bir
kodlama yeteneğine sahip olur.
İşte bu yeteneğe sahip bir
renk, artık logodan bağımsız olarak da markanın “gösteren”i olur. Yani
zihinlerimiz, diğer tüm marka sembollerinin yokluğunda bile kırmızı rengi
gördüğümüzde bir, yeşil rengi gördüğümüzde başka bir markaya yönlenebilir.
Tabii ki kolay değil, ama
imkansız da değil!
GRAFİK TASARIM DERGİSİNDE YAYIMLANMIŞTIR.