Bir kaza haberi: “Nijerya’da faaliyet gösteren Dana Havayolları’na ait bir yolcu uçağı, ülkenin en kalabalık şehri Lagos’ta bir gecekondu mahallesi üzerinde iken düştü. İki katlı bir binaya çakılan uçak anında alev aldı. Başkent Abuja’dan Lagos’a giden uçakta bulunan 153 kişi kazada feci şekilde can verdi. Yetkililer binada bulunanlardan da hayatını kaybedenlerin olabileceğini ve ölü sayısının artabileceğini kaydetti.”
Bir ajans haberi olarak televizyonların, gazetelerin, radyoların ve internet sitelerinin ilgili servislerine düşen bu haber, bir anda dünyada milyonlarca kişinin gündemine girer. Uçak kazaları seyrek olduğu için genelde ilgi çekicidir, hemen ayrıntılarına kulak kabartılır. Kaç kişi ölmüş? Kazada ölen 153 kişi, aslında çoğu insan için istatistiki bir bilgiden ibarettir. Bu nedenle, ilgili haber çok kısa bir süre içinde hafızamızın derinliklerinde kaybolur gider. Oysa o 153 kişinin yakınları, hatta uzaktan bile olsa tanıyanları arasında başka bir anlam ifade eder bu felaket haberi. Evet, tek tek onlar için de 152, uçak kazasında ölüm istatistiklerine giren bir rakamdır sadece, fakat tanıdıkları o 153’üncü kişi başka...
Hadi, fazla insafsız davranmayalım, vicdan sahibi her insan başka insanların ölümüne üzülür. Ancak, tanıdık kişinin ölümü, onunla ilgili kavramlar dünyasının bağlandığı fiziksel varlığın yok olmasıdır. Bu bakımdan da ölüm istatistikleriyle mukayese bile edilemeyecek bambaşka bir boyuttur.
Hatırlayacaksınız, felaket filmlerinin giriş bölümleri, felakete uğrayacak insanların seyirciye tanıtılmasına ayrılmıştır. Eğer zorunlu iniş yapacak bir uçaktaysak, öncelikle yolcular arasında geziniriz. İlişkilerinde sorunlar yaşayan genç bir çift, kızının yanına giden aksi bir ihtiyar, kısa bir tatili değerlendirmeye çalışan aile ve sevimli çocukları, yaşlı bir çift, sevecen hostesler, pilotlar... Film, karakterler yaratarak her bir bireyin fiziksel varlığını bir hale gibi saran kavramlar inşa eder ve onları, ölmeleri durumunda istatistiki bir rakam olmaktan kurtarmaya girişir. Onların ölmeleri artık bizim için gerçek bir kayıp olacaktır. Ölürlerse çok üzülecek, yaşarlarsa çok sevinecek bir zihinsel yapılanma sürecinden geçmişizdir artık.
Resimde romantizm akımının büyük ustası E. Delacroix (1798-1863) “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti.” der. Biz filmin içine girdikçe de insanlar güzelleşir. Nesnel gerçeklikleri açısından öncesiyle sonrası arasında hiçbir fark bulunmayan, biz tanımadan da aynı olan insanlar, biz tanıdıktan sonra zihnimizdeki gerçeklikleri bakımından önemli bir değişime uğramışlardır artık.
Toplumsal ilişkilerimizi belirleyen etmen de, çevremizdeki insanların biyolojik mevcudiyetleri değil, kavramsal varlıklarıdır. Biyolojik varlıklar, kavramların taşıyıcısı konumundadırlar. Biz kavramları sever, kavramlardan nefret eder, kavramlara saygı duyar, hatta kavramlarla sevişiriz. Birinin bir sinema yıldızıyla birlikte olma arzusu, o sinema yıldızının dünyanın en güzel veya yakışıklı, fiziki anlamda en arzulanır insanı olduğu anlamına gelmez.
Bir arkadaşınızın delicesine aşık olduğu biriyle ilk karşılaşmanızda hayretler içinde kalabilirsiniz. Çünkü size göre sizin hiçbir zaman yüzüne bakmayacağınız biridir o. Oysa, arkadaşınızın aşık olduğu, sizin gördüğünüz değildir ki.
Özdemir Asaf, bir şiirinde bunu çok güzel anlatır:
Onun güzelliğini herkes görüyorsa o bence az güzeldir.
Herkes biliyorsa o bence hiç güzel değildir.
Onun güzelliğini yalnız ben görüyorsam bu sevgidir.
Yalnız ben biliyorsam bu aşktır.
Birçok düşünür, varlığın önceliğine inanır. Yani, varlığın düşünceden önce geldiği, düşünen bir özne olsa da olmasa da varlığın var olduğu ve bu durumun düşünceden bağımsız olduğu kabul edilir. Bu görüşe göre dış dünya kendi başına vardır. Biz düşünce ve duygularımızla onu değiştiremeyiz. Ben ise, bu görüşü hiç tartışmadan, başka bir gerçekliği anlatmaya çalışıyorum. Çünkü bizim için zihinsel gerçekliklerimizden başkası yoktur. Kendi zihinsel gerçekliğimizi değiştirebiliriz, fakat eskisinin yerine koyduğumuz yenisi de yine kendi zihinsel gerçekliğimizdir, daha ötesi değil.
Elbette bireyin, bizim, algılar aracılığıyla zihnimizde kendisiyle ilgili oluşturacağımız gerçekliğini yönetme ihtiyacı da vardır. Jung’un ‘persona’sı bunu tanımlar. Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. Analitik psikolojide bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması demektir. Bir başka deyişle, persona toplumun onayını sağlamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.
Psikiyatr Prof. Engin Geçtan’ın cümleriyle persona, bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanlarla iyi geçinmemizi, hatta hoşlanmadığımız kişilerle birlikteyken bile dostça tutumlar takınmamızı sağlar. İnsanın çıkarlarını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. İnsanlar özellikle çalışma yaşamlarında bu maskeyi sürekli kullanırlar, akşam eve gidince çıkarırlar.
Şimdi konuya bir başka açıdan bakalım: Canlı bir et parçasına nasıl tutkulu ve vazgeçilmez bir aşkla bağlanırsınız? Şu yaman çelişkiyi aklınız alıyor mu? Bir annenin, karnındaki üç aylık bir bebeğin neşterle paramparça edilmesine kendi iradesiyle rıza göstermesine bazen içgüdüsel annelik tepkileri bile engel olamazken, aynı annenin, dünyaya gelmiş üç aylık bebeğinin tırnağına zarar gelmesi halinde dünyaları yıkacak, kendini ateşe atacak kadar farklı bir tepki vermesini nasıl yorumluyorsunuz? Buna yalnızca annelik içgüdüsü diyorsanız, o bebek içerideyken aynı annelik içgüdüsü faaliyete geçmiyor da, neden dışarıdayken kabarıveriyor?
Bunu, bir biyolojik organlar toplamının doğumdan sonra kişilik kazanması, gülmesi, ağlaması, tepkiler vermesi, yemesi, içmesi, başka insanlardan bambaşka bir kişilik taşıdığının zamanla ortaya çıkması, konuşması, yürümesi ve zaman içinde bir karakter olarak kendini ifade etmesi gibi saymakla bitmeyecek “biricik” olma özellikleriyle açıklayabiliriz ancak. Ya deneyimler, anılar, öyküler...
O “karakter”, sadece annesine değil, babadan ve en yakın çevreden başlayarak gittikçe genişleyen bir sosyal ortama da kendisini sevdirir ve kabul ettirir. Veya tam tersi!
Biyolojik organlar toplamı, bir kavramlar toplamınının geliştirdiği, yarattığı bir karaktere dönüşmüştür artık.
Sona geldik: Zihinlerde döllenen bir fikir; sağlıklı bir ortam, gerekli ekip ve ekipman, yetkin uzmanlar marifetiyle yaşam bulabilir. Onun bir et parçasından, yani bir üründen markaya dönüşebilmesi de ancak dünyaya kazandırılmasıyla mümkündür. Dünyaya gelmek ilk adımı atmak demektir. Ondan sonraki öykü, yukarıdaki öyküyle ve daha yukarıdaki örneklerle o kadar çok benzerlikler taşıyor ki.
Hep diyoruz: Marka yaratmak, bir kavram yaratmaktır.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN AĞUSTOS 2012 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.