22 Eylül 2010 Çarşamba

| Coca Cola ve Pepsi rekabetinden evet-hayır bölünmesine...

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bugün, basının bir kısmını davet ederek yaptığı basın toplantısında AKP ve CHP’den oluşacak iki partili bir rejim oluşturularak MHP’nin tasfiye edilmeye çalışıldığını söylemişti.


MHP mi tasfiye ediliyor yoksa Türk siyaset pazarı mı olgunlaşıyor, bunun üzerinde biraz düşünmek lazım. Nitekim, bundan tam dört yıl önce, bir vesileyle siyaset, siyasi pazar ve siyasi iletişim konularındaki bazı dağınık görüşlerimi içeren “Siyaset bayram rehavetindeyken hadi bu kez biz siyaset yapalım!” başlıklı yazımda şunları yazmıştım: “Bana göre Türk siyasi pazarı önümüzdeki on yıl içinde olgunlaşma evresine geçiş sürecini yaşayacaktır. Olgunlaşmış pazarda ikili bir siyasi yapıya geçiş kaçınılmaz görünmektedir.”

Bu görüşümü ticari-siyasi pazarlar analojisi üzerinden kurgulamıştım. O yazımda da belirttiğim gibi, siyaset de bir pazardır ve bu pazarda da pazarlama ilkeleri geçerlidir. Siyasi pazar da arz-talep yasaları üzerinde gelişir ve olgunlaşır.

Dünyadaki tüm gelişmiş demokratik ülkelerde siyasi pazarlar olgunlaşmıştır. Bu nedenle, aynen ticari pazarlarda olduğu gibi, siyasi pazarlarda da dönemsel olarak birinci ve ikincinin değiştiği iki büyük aktör söz konusudur. Birçok örnek sayılabilir, ama olgunlaşmış ticari pazarlar için en iyi örneği Coca Cola ve Pepsi oluşturuyor. Çeşitli olgunlaşmış siyasi pazarlarda, mesela Amerika’da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti gibi aktörler bu pazarların iki ana kanadını oluştururlar.

Çok bariz göründüğü için örnekleri Amerika ve İngiltere’den veriyorum, ama sözünü ettiğim, baştan kurgulanmış “iki partili sistem” değil, pazarın doğal gelişmesi içinde oluşacak ikili pazar yapısıdır. Bu, küçük partilerin hayatiyetlerini sürdürmeyecekleri anlamına gelmez. Siyasi pazarlarda aktörlerden biri pazar payı lideri olan iktidar, diğeri ise meydan okuyan (challenger) muhalefettir. Bu iki pazar aktörünün açık ara ardından izleyiciler (follower), daha küçük segmentlerde de (nich) en küçükler yer alır. Ticari pazarlarda da aynen bu fotoğrafı görürüz.

Her ne kadar Türkiye’de durum hiç net görünmese de, siyasi pazarlarda pazar lideri ve muhalefet, çoğunlukla merkeze en yakın yerde konumlanan sağ ve sol partilerdir. Netsizliğin nedeni ise, İdris Küçükömer’in de “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağ.” diyerek işaret ettiği gibi, bizde sağ ve solun evrensel tanımlarla örtüşmemesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki sağın, siyasi merkezden daha fazla talepkar olduğu, merkez solun ise daha çok statükoya sahip çıktığı yanlış bir değerlendirme değildir. Fakat bence bu durum, iki partili yapıya geçişi engelleyecek bir faktör değildir. Belki bu süreçte taşların yerine oturması yolunda birtakım gelişmeler de gözlemleyebiliriz.

Peki, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin yerleşmesini ümit ederken bu ikili yapı katılımı ve çoğulculuğu baskılayan bir unsura dönüşmeyek midir? Dönüşmeyecektir, çünkü, özellikle kritik büyüklüğe sahip kitle partilerinin temel görevi toplumsal talepleri merkeze taşımaktır. Ayrıca büyük pazara arz yapan partilerin bir misyonu da birbirine yakın talepleri kendi bünyesinde toplayarak siyaset pazarının parçalanmasına engel olmaktır. Bu, farklılıkların bastırılması anlamına gelmez. Merkez partileri, çevreden gelen farklı talepleri siyasi merkeze aktaracak bir filtre görevi üstlenerek aslında bu taleplerin hayata geçirilmesini kolaylaştırma fonksiyonunu icra edeceklerdir.

Tam tersine, baraj oranı düşürülse bile, parlamentoya girecek küçük partilerin kendi tabanlarından taşıyacakları talepleri devlete aktarma ve bu talepler yönünde sonuç alma imkanları çok kısıtlı kalacaktır/kalmaktadır.

Maurice Duverger, Partiler ve Siyasi Rejimler’de şunları yazar: “Amme efkârının iki büyük rakip hizbe bölünme hususunda kuvvetli bir temayül gösterdiğine ve bu hiziplerin, içlerinde birçok fikir nüansları mevcut olmakla beraber, oldukça bariz dış sınırlara sahip bulunduklarına işaret olunmuştu. Şu hale göre, ‘ruhî aile’lerden herbiri içerisinde mevcut talî farklılıkları ortadan kaldırma istidadında oluşu, iki-parti sisteminin mahzurunu teşkil edecektir; fakat sistem, bunlar arasındaki genel çatışmayı doğru aksettirmek gibi, esaslı bir meziyete de sahip olacaktır.”

İki partili rejimin gerçekleşebilmesi için iki merkez partisinin ayrı ayrı kendi içlerinde koalisyon oluşturmaları gerekir. Koalisyonlar bu referandumda bir şekilde gerçekleşmiştir. Ayrıca bu koalisyonların dağılmaması için partilerin daha demokratik bir yapıya kavuşmaları da şarttır. Hatta önümüzdeki milletvekili seçimde, evetçi ve hayırcıların merkez partileri etrafında kuracakları ittifaklara da tanıklık edebiliriz.

Geçtiğimiz referandumun siyasi pazarın iki partili bir yapıya dönüşme eğilimlerini hatırlattığı ve bu yönde yorumların yapıldığını biliyoruz. Hatta Türkiye’nin ikiye bölünmesini tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirenler bile oldu. Oysa Amerika ve İngiltere yıllardır ikiye bölünmüş durumda değiller mi?

Halil Berktay, referandumdan sonraki bir yazısında, “Sanki bütün mücadele geldi, geldi, bu anayasa değişikliklerinin kaderinde yoğunlaştı. Saflaşma alabildiğine berraklık kazandı; artık bundan daha net bir mevzileniş olamaz.” diyordu.

Siyasal pazarların da ticari pazarlar gibi arz ve talep yasaları çerçevesinde oluştuğunu söylediğimizde birçok siyasetçinin “Biz zeytinyağı mıyız?” tepkisi verdiği oluyor. Elbette siyasetin kendine özgü kuralları ve farklılıkları var. Ancak, tüketici ile seçmen, ticari pazarlarlar ile siyasal pazar, mal ve hizmet arzı ile siyasal arz, mal ve hizmet talepleri ile toplumsal-siyasal talepler arasındaki benzerlikleri göz ardı edemeyiz. Seçmen de, tüketici de aynı bünyedir ve her ikisi de bir alışverişin tarafını oluşturmaktadır. Siyasetçinin de, bürokratik kesimlerinde bu gerçeği kabul etmesi, boşa akan toplumsal enerji kayıplarını, gereksiz çatışmaları önleyecektir. Çünkü, toplumsal değişim dinamikleriyle çatışmanın uzun vadede sonuç getirdiği görülmemiştir. “Pazarlama, demokratikleştirici bir güçtür.” diyen Kotler’ın şu ifadelerini siyasal pazara uyarlayarak okuyabiliriz: “Pazarlar, çoğunlukla, işlerin yapılma şekli açısından hiyerarşilerle karşılaştırılır. Pazarlar, her iki tarafı da daha iyi duruma getirecek olan gönüllü anlaşmalara iştirak eden kişileri kapsar. Öte yandan, hiyerarşiler, eylemlerin gerçekleştirilmesi için kendilerinden daha düşük mertebedekilere emirler veren yüksek mertebeli kişilerden oluşur. Pek çok kişi, kendi kendini ayarlayabilen sağlam bir ekonomi inşa etmek için en iyi yolun, hiyerarşilerden ziyade pazarlara güvenmek olduğu görüşündedir. Komut ve denetim ekonomileri yürümemiştir.”

MHP’ye dönecek olursak... Bahçeli, bu yorumlardan da etkilenmiş olmalı ki, partisi üzerinde “iki partili rejim” için komplo kurulduğunu iddia ediyor. Belki yakında, “iki partili rejim bölücülüğü” gibi bir argümanı bile dillendirebilir. Oysa MHP’ye komplo falan kuran yok; siyaset kendi mecrasında akıyor ve ana akımlar kendisine yakın kitleleri bir mıknatıs gibi çekiyor. Nitekim bu referandumda MHP tabanının bir bölümü partisine sadık kalırken, bir bölümü CHP’ye, bir bölümü de AKP’ye aktı.

İki partili siyasi pazar için öngördüğüm on yıllık sürenin dört yılı geçmiş, altı yılı kalmış. Ömrümüz olursa sonucu göreceğiz.