10 Mayıs 2009 Pazar

| Farkında olmadan “bilgi obezitesi”ne kurban gidiyor olmayalım sonra!

Aristo’nun sahip olduğu bilginin, bugünün bir lise öğrencisinin sahip olduğu bilgi kadar bile olmadığı söylenir. Bu karşılaştırmayı kim, nasıl yapmış, bilmiyorum. Belki de bir liseli “Tamam, karne dökülüyor ama, Aristo’ya da nal toplatırım!” diyerek ebeveynini keklemek için uydurmuştur bunu!..


Bugün bilginin (enformasyon) üretilme biçimi, dağılma/yayılma kabiliyeti, paylaşılarak çoğalması, temel üretim faktörü olması ve güç unsuru haline gelmesi gibi nedenlerle içinde bulunduğumuz çağa “Bilgi Çağı” diyoruz. Buna çağ adını vermek, hiç de abartılı bir yaklaşım değildir. Hatta tüm paradigmalarımızı değiştirecek güçte bir devrimdir, bilginin egemenliği...

Gerçekten de, geçmişin çağları etkilemiş birçok bilim ve düşünce adamından daha fazla bilgiye sahip olma şans ve imkanına sahip olduğumuz doğrudur. Peki, Aristo’dan Platon’a, El-Kindî’den İbn-i Rüşd’e, Thomas Aquinas’tan Mevlana’ya, Thomas Hobbes’tan İbn-i Haldun’a, Karl Marx’tan Adam Smith’e kadar, isimlerini sayamayacağımız birçok düşünce adamının ışıklarını hâlâ günümüze nasıl ulaştırabildiklerinin bir açıklaması var mı? Dikkat ederseniz onlara bilgi adamı değil düşünce adamı diyoruz; açıklaması bunda gizli...

TV’lerin bilgi yarışmalarında hayranlıkla izlediğimiz adamlar olur, ne sorsan bilirler. Soru: “Bir hamamböceği kafası koptuktan sonra açlıktan ölmeden kaç gün yaşayabilir?” Cevap: “Dokuz gün!” Yani kardeşim, artık bunu bile bilen adam, dünyayı yerinden oynatabilir, dersin. Ama iki ayaklı ansiklopedi olarak nitelendirebileceğimiz bu adamlar dünyayı yerinden oynatmak bir yana, kendi dar çevrelerinde bile çoğunlukla bir varlık gösteremezler.

Şimdi, Yeni Delhi Üniversitesi’nden (Var mı böyle bir ünivesite?) bir profesörün makalesinden Tokyo’daki bir gencin ergenlik sivilcelerinden çektiği sıkıntıya kadar her türlü bilgiye ulaşma imkanına sahip olduğumuz günümüzde, edindiğimiz ve mülkiyetimize geçirdiğimiz bilgilerin ne kadarını düşünce üretiminde kullanabildiğimizi sorgulamamız gerekiyor.

Obezite “İnsan vucudunda yağ hücresi(leri)nde depolanan doğal enerji rezervlerinin ciddi risk oluşturacak düzeyde artması ve sonuçta ölüm oranlarının kaçınılmaz olarak yükselmesi ile karakterize bir hastalıktır.” şeklinde açıklanıyor. İnsanın, yağ dokusuyla kas dokusu arasındaki oranla ilgili bir durumdur bu... Obezite, kişinin bel çevresiyle kalça çevresinin birbirine oranıyla ölçülebilmekteyse de, “bilgi obezitesi”ni ölçecek bir formül henüz elimizde yoktur.

Bilgiyi yağ, düşünceyi ise kas dokusuna benzetecek olursak, bunların birbirine oranından bir sonuç çıkarabiliriz belki, ama bilgi ve düşünceyi ölçecek aletlerimiz de yok! Herhalde yapacağımız şey, bu oranı kendimize göre dengeli bir biçimde kurgulayabilmektir.

Edward de Bono, Rekabetüstü’nde şunları yazar: “Bir kasabaya giden dar bir köprü olduğunu varsayalım. Köprünün önünde trafik yığılması oluyor. Daha geniş, yeni bir köprü yapılıyor. Artık köprü darboğazı ortadan kalktığı için trafik kasabadaki bir sonraki darboğaza kadar rahat akacak, ama bu sefer de orada birikecektir. Bilgi konusunda da aynı şey geçerlidir. Eskiden bilgi eksikliği bir darboğazdı. Darboğaz genişletildi, ama trafik şimdi de bir sonraki darboğazda birikiyor. İşte bu darboğaz ‘düşünce eksikliği’dir.”

Şimdi bu yazıyı okuyan bazı “düşüncesiz” bilgiçler, belki de benim için “Adam cahilliğine kılıf uydurmuş!” diyecekler. Olsun, bu bile onlar için bir “düşünce/düşünme” denemesidir!