2001 yılında Masste’de ünlü pazarlama ve perakendecilik yönetimi uzmanı Tahsin Pamir’le yapılmış bir söyleşi yayımlanmıştı. Hâlâ tazeliğini koruyan görüşlerin yer aldığı bu söyleşiyi yeniden burada yayımlamanın yararlı olacağını düşünüyorum. Tahsin Pamir kimdir? 1942’de Ordu’da doğdu. Robert Kolej’in 1960’ta lise, 1965’te Kimya Bölümü’nden mezun oldu. İ.Ü. Fen Fakültesi’nde Fizikokimya doktorası yaptı. 1973 yılında DYO Boya Fabrikaları’nda araştırma mühendisi olarak başladığı iş hayatını, Yaşar Holding’in çeşitli kademelerinde sürdürdü. 1985’te YASAŞ Genel Müdürü oldu. İngiltere’de İşletme Yönetimi ve Pazarlama Yönetimi kurslarına katıldı. Kimya Sanayicileri Derneği Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 1988 yılında YASAŞ’tan ayrılarak METRO Int. AG’nin Türkiye Genel Müdürü, ardından Metro Türkiye’nin Yönetim Kurulu Başkanı oldu. 1990 yılında Türkiye’nin ilk grosmarketinin açılmasını gerçekleştirdi. 1995 Nisan’ına kadar süren görev döneminde 4 yeni market daha açıldı. Bir süre Fiba Holding’te Yatırım Koordinatörü olarak görev yaptı. Ağustos 1996’da EGS Grubu’na Perakendecilik Sektör Başkanı olarak katıldı. Alışveriş Merkezleri ve Perakendecilik Derneği Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Bir süre Ceylan Holding’e bağlı Cimaş’ın genel müdürlük görevini üstlendi. 1999 yılında Pamir Danışmanlık şirketini kuran Pamir, Paşabahçe Mağazaları yenileme projesinde de danışmanlık yaptı. Üniversitelerde dersler veren Pamir, yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli firmalara, perakendecilik ve alışveriş merkezleri konularında, yönetim, strateji ve konsept tasarımı danışmanlığı yapıyor.
Son yıllarda ülkemizdeki büyük sermaye grupları perakendecilik sektörüne ağırlık verdiler. Yurt dışından da bazı hipermarket zincirleri Türkiye’ye giriş yaptı. Önde gelen sermaye grupları, daha çok şube açmak, daha büyük marketler açmak konusunda adeta bir yarışa girdiler. Bu gelişmeleri Türkiye’deki sosyo ekonomik durum itibari ile nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hipermarket, süpermarket oluşumları veya yeni tarz bir alışverişin Türkiye’ye gelmesi bir yerde hayat tarzı ile ilgili; bir yerde çalışan kadınların sayılarının artmasıyla ilgili; bir yerde ikinci araba sahipliğiyle ilgili… Şehir dışında yaşamla, yani banliyö yaşamıyla ilgili. Batı’da, bütün bunlar zaten bahsettiğimiz, kalabalıklardan kaçmak isteyen insanların bulunduğu yerlere parekendecilerin gitmesiyle başlayan bir hareket… Banliyöler oluşmuş; banliyölerdeki yaşam -Amerikan modeli diyelim buna- bir ev kadını, çocuk, araba ve bahçe… Hep bunlar; şehir dışı yaşam teşvik edilmiş. Yani bir yaşam tarzı olarak sunulmuş; beğenilen, özlenen bir tarz olarak sunulmuş. Bu gerçekleştiği zaman da perakendeciler bu işin keyfini, lezzetini hissetmişler… Arsalar ucuz, yerler düzgün, müşteri zaten orada ve ihtiyacı var; hemen onların yakınına mağazalarını kurmaya başlamışlar. Bu sayede, daha ucuz ve daha rahat zincirler kurulabilmesi sayesinde de işte bizim algıladığımız anlamda süpermarket, hipermarket zincirleri ortaya çıkmış. Türkiye zaten bu süreçten geçiyor; çalışan kadın sayısı artıyor, kadının, çalışan kadının alışverişe harcayacağı zaman az. Çevredeki küçük bakkallarda seçim şansı azalıyor, enflasyonist ortamın getirdiği birtakım stoklama problemleriyle beraber… Onun için bizde de bir nevi haftasonu ailece alışveriş tarzı başladı. Özellikle büyük şehirlerde çok büyük bir nüfus var. Önce Batılılar buna ilgi gösterdiler, biliyorlardı da zaten… Bu İspanya’da da böyle, İtalya’da da, Yunanistan’da da böyle, Türkiye’de olmaması için bir neden yoktu. Ama ekonomik stabiliteden, politik, sosyal stabiliteden çok endişeleri vardı. 1992 ve 1998 arasında perakendecilik konusunda bir duraklama dönemine girildi. İlk gelen grup Fransızlar’dı. Belediye ile müşterek olarak geldiler. Merter’de büyük bir yer açtılar, ancak olmadı… Onlardan hemen sonra Metro geldi. Metro’yla beraber bir hareket başladı. Toptancılık piyasasında, perakendecilik piyasasında yeni formatlar, yeni yapılar, yeni yöntemler görüldü ve Metro’yu Carrefour takip etti, onun dışında diğer sermaye grupları bu piyasaya girdi. Henüz bütün perakende ticaretin yaklaşık %15 ila 18’i bu şekilde organize zincirler tarafından yapılıyor. Yani daha %30’lara 40’lara kadar çok yol var…
Dolayısıyla burada başka bir soruyu cevaplamış oluyorsunuz. Özellikle İstanbul’da gözlem yapanlarda “bu pazar artık doyuyor, ne gerek var bu kadar çok satış noktasına” gibi bir takım düşünceler oluşuyordu. Siz bu pazarı daha henüz doymamış görüyorsunuz.
Hayır, kesinlikle böyle bir şey yok. Alışveriş merkezleri olarak da, bu tip zincir mağazacılık olarak da, yani süpermarket, hipermarket tarzı mağazacılık diyelim, -bunların tipleri farklı ama- burada daha insan başına metrekare veyahut satış alanı ölçülerinde Avrupa ve Batı standartlarından çok gerideyiz. Onun için daha çok boşluğumuz var… Büyük şehir merkezleri tabii ki kolay yerler bu işler için, yapılması kolay perakendecilik. Ama Anadolu’da ilçe bazında gelişen en azından 100-150 tane merkez var. Öyle ilçe merkezleri var ki bazı il nüfuslarından daha fazla nüfusları var; daha fazla tica ret potansiyelleri var. Eğer uygun formatlar bulunursa buralarda mutlaka çağdaş perakendecilik yaygınlaşacak…
Peki yerli sermaye gruplarının yanı sıra bu potansiyeli kullanmak için yine yabancıların eğilimleri devam edecek mi, Türkiye’de yeni yabancı yatırımlar gözüküyor mu?
Bana göre, Türkiye henüz büyük grupların sadece kontrol, takip alanı içerisinde. Henüz ciddi yatırım safhasına gelmiş değiller. Uluslararası yayılmayı düşünen Amerikalılar var. Wal-Mart’ın Amerika’dan çıkıp Avrupa kıtasına gelmesi var. Wal-Mart, Avrupa kıtasına İngiltere’den girdi; İngiltere’de, İngiltere’nin en büyük zincirlerinden bir tanesini, ASDA’yı satın aldı. 13 milyar pound verdiler ve orada bir anda bir güç haline geldiler. Şimdi Carrefour’a bakıyorsunuz; Carefour da Türkiye’de belli bir yayılma politikası güdüyor, onun dışında Migros var, Tansaş var, Gima var… Türkiye’de zincirler esasında güçlü bir duruma geldiler… Yabancıların buraya gelmesi için İstanbul, Ankara , İzmir dışında Anadolu’da da potansiyellerin oluşması lazım. Bu henüz hazır değil. Yani bizim Anadolu’daki, gelişen ilçelerimizdeki ikinci araç sayısı, çalışan kadın sayısı, bunun beraberinde gelen ticari potansiyel henüz yabancılar için -bana göre- bir cazibe, çekim merkezi değil.
Wal-Mart örneğini verdiniz. Yakın bir gelecekte Wal-Mart’ın Türkiye’ye gelişi gibi bir hazırlık görülüyor mu?
Ben düşünmüyorum. Wal-Mart’ın burada satın alma bürosu var tabii ki. Türkiye’deki üretimlerle ilgileniyorlar, tabii ki Türkiye’deki potansiyelle ilgileniyorlar. Bizim nüfusumuza baktığınız zaman 60 milyon… 60 milyonun %50’si 20-30 yaş arasında… Daha iyi yaşama arzusu olan muazzam bir toplumuz biz. Yani bizim bu kuşağın ilerde hayat tarzının değişeceği, bu tip perakendeciliğe daha uygun bir şekilde yaşayacağı doğru. Ama henüz hazır değil Türkiye bu tür bir değişime. Yani Wal-Mart Avrupa’ya girmek isterse, gireceği daha öncelikli ülkeler var diye düşünüyorum. Fransa’da Carrefour’la Promedes’in birleşmesi de Wal-Mart’ın ülkeye girişini zorlaştırmak içindir. Bence esas hedefi Almanya ve Fransa olur. Yani Türkiye’ye gelene kadar daha başka ülkeler var diye düşünüyorum.
Başka bir oluşum da Galleria, Akmerkez, Capitol, Carousel, Profilo gibi yani hem içinde hipermarket barındıran hem de çok sayıda ihtisas mağazası barındıran mekanlar... Bu konu sizce nasıl bir gelişim seyrediyor?
Alışveriş merkezleri yine hayat tarzının değişmesiyle ortaya çıkan güncel kıpırtılar. Neredeyse bazı ülkelerde tek nokta haline gelmiş. Mesela Kanada’da bütün alışverişin yaklaşık %70’i bu tarz alışveriş merkezlerinde yapılıyor. Tek çatı altında değişik ihtiyaçları tek durakta karşılayacak bir yapılanma. Şimdi alışveriş merkezlerinden önce, bahsettiğimiz büyük mağazacılık yapan şirketlerin hayat eğrilerine bakarsak bir yerde yapabilecek fazla bir şeylerinin olmadığı…
Bir satış potansiyeline ulaşıyorlar çünkü, ürünlerin belli bir tüketimi var...
Çok ilginç bir gelişme var burada. Büyük mağazacılık yapan firmalardan evvel üretim firmaları, tamamıyla marka üreterek ve bu ürettikleri markaları pazarın en uç noktasına kadar kendi satış ve pazarlama organizasyonları ile götürerek büyük markalar yarattılar… Yani Coca-Cola’dan, Procter & Gamble’ın bütün markalarına kadar bakacak olursak, bir “üretici marka hakimiyeti” görüyoruz geçtiğimiz yıllarda. Daha sonra bunların yanına perakende markalar geldi. Yani bir Wal-Mart, bir Carrefour, bir Tesco, bir Sainsburry, bir Metro ve bugün hatta bizim ülkemizde Migros, kendi markalarını yaratarak perakendeci markalarla rekabet eder, hatta zaman zaman onlardan pazar payı alır hale geldiler. Çok büyük metrekare satış alanlarına ulaşmalarından dolayı alım güçleri çok fazla ve üretici firmaların üzerinde bir hakimiyet kurabilirler. Ama bunun bir sınırı var… Çünkü bütün yenilikler, bütün yeni buluşlar perakendecilikte çok kolay taklit edilebiliyor… Büyük mağaza yapıyorsunuz, rakibiniz de büyük mağaza yapıyor. Fiyatları indiriyorsunuz, rakibiniz de fiyatları indiriyor. Bazı operasyonel yenilikler getiriyorsunuz, anında onlar da taklit edilebiliyor… Yani büyük perakendecilerin büyümelerinin bir limiti olduğu artık ortaya çıktı. Daha fazla büyüyemeyeceklerdir. Ne kadar ucuz satarlarsa satsınlar, ne kadar tasarruflu davranırlarsa davransınlar rakipleri de aynı yöntemleri veyahutta daha iyilerini uygulayıp bunu bir limite getiriyor… O zaman müşterinin gözünde büyük perakendecilerin birbirinden farkı kalmıyor. Halbuki perakendeciliğin en büyük özelliği farklılaşmak. Şimdi farklılaşamadıkları zaman, yeni çıkış yolları arıyorlar. Mesela, yalnız gıda satanlar gıda dışında satmaya başlıyor; gıda dışında satanlar gıda satmaya başlıyorlar. Bir kısmı kendi markalarını çok öne çıkartıyor. Marks & Spencer’ın yaklaşık 75 senedir kendi markası dışında başka marka satmaması, ama son yıllarda bir de kendi markasıyla gıda ürünleri satarak İngiltere gıda piyasasının %5’ine sahip olması gibi gerçekler de var. Bunlar başarılı örnekler... Limite doğru yaklaşınca perakendeciliğe yeni bir yol bulunması lazım. Bu da alışverişi mümkün olduğu kadar mecburiyet halinden çıkıp bir eğlence, bir dinlence unsuruyla, bir hayat tarzıyla birleştirmek. Bunu da en kolay yapabilecekleri yerler alışveriş merkezleri oldu. Saydığımız büyük perakendeciler birer çekim merkezi olarak birer köşeye oturtuldular. Onların arasındaki yerlere de küçük özel ihtisas mağazaları, minik minik mağazalar, müşterilerin çok özel zevklerine hitab eden küçük mağazalar açıldı. Buna bir de yemek ve eğlence, dinlence gibi unsurlar eklenince bu gibi yerler çok önemli yeni yaşam merkezleri haline geldi.
Bunu bir anlamda Kapalı Çarşı modeline benzetebilir miyiz? Bizim yabancı olmadığımız bir yaşam tarzı aslında. Birçok ihtiyaç aynı merkezden karşılanıyor...
Kapalı Çarşı’yı birçok dersimizde örnek gösteriyoruz. Dünyanın belki ilk alışveriş merkezi olarak veriyoruz. Son derece iyi organize olmuş, departmanları belli; güvenlik sistemleri, havalandırma sistemleri, altyapısı kurulmuş… Müşterinin her çeşit ihtiyacını karşılayacak unsurlar var içerisinde. 1500’lerde kurulmuş Kapalı Çarşı ve kendine göre bir takım kurallarla 400 - 500 yıldır idare ediliyor. Dünyanın belki ilk alışveriş merkezlerinden bir tanesi... Biraz daha gerilere gidersek, Yunan sitelerindeki agoralar da bir çatı altında bir sürü minik ünitenin buluştuğu yerler… Şimdi burada bir şeyi araya sıkıştırmak istiyorum. Hipermarketlerin limitleri içerisinde sergileyebilecekleri ürün sayısı ve o ürünlere ayırabilecekleri yer metrekare olarak sınırlı. Raflar sınırlıyor. Genellikle en fazla 25-30 bin çeşit ürün koyabiliyorsunuz ve bunları aklınıza gelebilecek her şey için, toplumun bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sunuş içerisinde sunuyorsunuz. Ama gittikçe de çeşidi azaltmak veya daha ucuz daha ucuz satabilmek endişesiyle biraz daha farklı kalitelere doğru gidiyor. Bu özellikle gıda dışı ürünlerde kendisini gösteriyor. Buna cevap olarak da kategori katilleri (category killer) denilen ‘superstore’lar ortaya çıkıyor. Kategori katilleri, bir kategoriyi alıyorlar ve o kategorideki bütün ürünlerin en geniş yelpazesini en derin ürün çeşidi ile sunuyorlar. Mesela Toys’r Us, Office One Superstore, D&R’lar gibi ihtisas mağazalarının daha büyük boyutlarda, bir kategoriye ihtisaslaşmış olarak yaygınlaştığını görüyoruz. Bunlar hipermarketlerin veya bu tip büyük mağazaların zayıf yerlerini yakalayıp onlar üzerine yeni bir perakendecilik kuran mağazacılık tarzı oluyor. Bunlar da tabii ki şehir merkezlerinde bulunmuyorlar. Bunlar da şehir dışında açılıyor ve “power center”lar haline geliyorlar. Tek başlarına insanları oldukları yerden kaldırıp oraya çekiyorlar. Yani bugün Amerika diyelim, Ikea bir İsveç firması olmasına rağmen, Amerika’da bir referans noktası haline gelmiş. Ama nerede o mağazalar? Şehirlerden 30-40 mil dışarda. Fakat Ikea’ya insanlar sadece alışveriş yapmaya gidiyorlar. Alışverişlerini bitirdikleri zaman da varsa basit ihtiyaçlarını, sandviç falan gibi orada gideriyorlar. Ama orada esas temel hedef, alışveriş. Mobilya almak için Ikea’ya gidiyor, müzikle ilgili bir şeyler için başka bir ‘superstore’a gidiyor, oyuncak almak için mutlaka Toys’r Us’a gidiyor veyahutta “do it yourself” dediğimiz bizde Bauhaus’la başlayan Mr. Brikolage ve diğerleriyle gelişen yapı market tarzı yerler şehir dışında oluşuyor. Bunlar cazibe merkezleri, ‘power center’lar… Bunlara her gün binlerce yüzbinlerce müşteri gitsin diye beklenmiyor. Öyle bir şey yapalım ki, öyle derinlemesine bir mal çeşidimiz olsun ki, ihtiyacı olduğu zaman müşterinin aklına ilk olarak mutlaka burası gelsin… Gelsin buraya baksın, isterse fikir edinsin, isterse alsın; ama referans noktası, başlangıç noktası burası olsun. Bu tip power center’ların Türkiye’ye de geldiğini görüyoruz. Bizdeki gibi büyük metropoller etrafında özellikle şehir merkezlerinde arazi çok pahalı ve trafik çok yoğun ise; eğer kurabiliyorsanız şehir dışında, kolay ulaşılabilir, kolay görülebilir bir yere büyük bir merkez kurarsanız insanlar çok uzun mesafelerden kalkıp buraya alışverişe gelebilirler.
Bu anlamda İstanbul’da şanslı gördüğünüz ya da şu anda gelişimini en hızlı gördüğünüz bölgeler hangileri?
Şimdi ben İstanbul etrafındaki oluşumlarda bu fırsatı görüyorum. Yani artık biz devamlı olarak banliyöler içerisindeki hipermarketleri, grosmarketleri her tarafa onlarca, yüzlerce kurmamalıyız. Daha özel ‘superstore’lara, daha özel mağazalara ihtiyaç var Türkiye’de. Bunların yaygınlaşacağı merkezler veya odaklanacağı merkezler bence çok şanslı. Örneğin, Büyükçekmece ya da Kurtköy civarı…
Değişen alışveriş alışkanlıkları doğrultusunda imalat sektörüne ne gibi tavsiyeleriniz olabilir? Temizlik, gıda, çaycılar, şekerciler… bunlar sektörün aldığı yeni biçime nasıl ayak uydurabilirler? Şöyle bir problemden bahsettiniz satış noktalarının metrekaresi genişledikçe daha çok mala ihtiyaç duyuyorlar ve alım gücü imalatçıyı biraz yönlendiriyor veya biraz eziyor diyelim. Bu noktada imalat sektörü ayakta kalabilmek için ne yapmalı sizce?
Perakendecilikte son derece gönülden inandığım konu “farklılaşma”... Yani şöyle anlatıyorum ben bunu; “farklılaş ya da yok ol!”. Başka bir kural da yok bu işte. Tereddüt ediyorsan birinci kurala bak! Artık teknolojinin bu kadar geliştiği, iletişimin, bu kadar zenginleştiği bir dönemde, kendinize ait, başkalarının yapamayacağı bir özelliğiniz kalmıyor. Ne kadar tek de kalsanız, belli bir süre için kalıyorsunuz. Doğru yolda da olsanız, birisi üstünüzden atlayıp önünüze geçiyor. O zaman markalaşmak lazım… Markalaşmak da farklılaşmak demek. Perakendecilerin ve üreticilerin markalaşmaya yatırım yapması lazım. Yaşamak için tek yol bu… Tamam, atıl kapasiteleri değerlendirmek için fason üretimler yapılır, fiyatlar düşürülür, daha fazla çeşitler çıkarılır ama, o değil hadise. Ticaretin yanında mutlaka uzun vadeli bir felsefe olarak markalaşmayı da getirmek lazım. Bir işletme olarak farklılığınız nedir? Dışardan baktığım zaman sizin farkınız nedir… Bir yerde bana başkalarından daha iyi bir şey yaptığınızı kendi promosyon metodlarınızla anlatmanız lazım; “Ben bu alanlarda, şurda farklıyım.”… Bu farklılık da kesinlikle fiyat değil… Yani fiyattan bir avantaj yakalayıp da onu muhafaza edebilen birisi çıkmış değil… Fiyat kavgasının hiçbir zaman galibi yok! O zaman, markalaşma dediğimiz olayın uzun vadeli bir yatırım felsefesi olarak düşünülmesi lazım. Logosuyla, rengiyle, şekliyle, felsefesiyle ve en iyi yaptığı işin ne olduğunun en iyi şekilde müşterilere iletilmesiyle. Üreticiler için de şu anda bu geçerli. Her ne kadar büyük perakendeciler şu anda üreticilere bayağı hakim durumdalarsa da; “Almıyorum, satmıyorum, sen bilirsin…” gibi şartları dikte eder duruma gelmelerine rağmen, perakendecilerin daralacağı, limite gelecekleri yer çok yakın. Yeni arayışlar içine girecekler. O zaman dönüyorlar üreticilere, diyorlar ki; “Gel, beraber bu işi düzeltelim!”… Bu sefer perakendeciyle üretici işbirlikleri ortaya çıkıyor. Ama nasıl işbirliği? Wal-Mart gidiyor, Procter&Gamble’la anlaşıyor; “Gel benim bütün stoklarımı sen kontrol et, bütün defterlerim açık! Ne sattıysam, kaça sattıysam, ne kadar kâr ettiysem hepsini gel gör, sen de bana defterlerini aç… Şirketleri üst üste koyalım! Sen benim için en iyisini yap, ben de senin ürünlerini en iyi şekilde satayım, ikimiz de kazanalım”… Türkiye şu anda bundan çok çok uzakta. Türkiye’de hâlâ büyük bir güvensizlik var. Bugün en ufak bir şirketin satış bilgileri dahi bir sır olarak saklanıyor. Batı bunları çoktan aştı. Artık defterler falan açık. Tamamen güce dayalı, uzun vadeli bir işbirliğine dayalı anlayışlar var.
Bizde de bazı perakendecilerin satış bilgilerini on-line olarak alan araştırma şirketleri var.
Evet, bazı kuruluşlar devamlı olarak ürünlerin satış bilgilerini alıp kaydediyor, değerlendiriyor... Ama daha önemlisi var; Marks&Spencer yetmiş beş senede tedarik yaptığı ve tercih ettiği her şirketi kendisine bağlamış ve o şirketlerin her çeşit problemlerini çözmüş. Finansman, personel, eğitim, ne varsa… Ve o yarattığı tedarikçilerle kendisi iyi ürünleri, uygun fiyatlarla satar olmuş. Bizim perakendeciler şimdi şu gücü yaşıyorlar; “Ben büyük mağazayım, güçlü şirketim… Benim şartlarıma uyarsan malını satarım, uymazsan satmam…”. Bütün odakları kendi içlerine dönük. Ancak en önemli unsur da dışardaki müşteri…
Yani müşteri odaklı değil, kendilerine odaklılar...
Kendilerine odaklılar ve bunun keyfini sürüyorlar... “Şu şirketten yüzde 1, yüzde 2 daha fazla aldım.. Bravo!”... Ayrıca, isteyen çalışır, isteyen çalışmaz... Bu tamamiyle kısa vadeli, içe dönük bir politika. Türkiye’de bu geçerli şu anda, bunun tadına varacaklar. Ama öyle başka olaylar oluyor ki izlemek gerekli. Bir Anadolu zinciri çıkıyor, falanca sanatçının konseriyle bir açılış yapıyor, yer yerinden oynuyor. İşte bir de bu gerçek var... Benim söylediğim markalaşma, tamamen müşteriye bakmak için, müşteri odaklı yaklaşımla, müşteri bazlı farklılaşma, müşteriye odaklı çalışmalar… Bunlar hep sanki klasik, akademik kalıplar gibi geliyor ama değil! İşin doğrusu bu. Kısa vadede herkes kâr edebiliyor, uzun vadede hiçbir şey olmuyor.
Çok hoş bir sohbet oldu. Çok istifade ettik, adeta özel ders almış gibi olduk… “Farklılaşma” deyiminiz her şeyi özetliyor. Zaten konuşmanızın arasında birkaç defa geçmişti.
Son olarak şunu da ekleyelim. Öyle büyük yanlışlar yapılıyor ki; “başkası yapıyor, ben de yapayım” mantığıyla... Mesela şu insertler... Batı çoktan bıraktı bunu. O ormanın içerisinden kendilerine farklı bir çiçek açtırıp çıkıyorlar ortaya. Bir farklılık yaratıyorlar. Bizde henüz bunlar olmuyor, farklılaşmayınca olmuyor.