Seneca söylemiş: “Hastalandığımız için değil, dünyaya gelmiş olduğumuz için ölüyoruz.” Ölmek için doğuyoruz demek de mümkün... Modernitenin ölüm gerçeğini toplumsal yaşamdan gizlemeye çalıştığını, hatta ölüm algısının bir bilgisayar oyununa, bir Hollywood mizansenine indirgendiğini kabul etsek bile, bireysel deneyimlerimizde bu gerçekle yüzleşmekten kurtulamayız.
Ölümün metafiziği ve dinlerle olan ilişkisi, onun, bu dünyanın gerçeği olduğunu ortadan kaldırmıyor. Hatta, insanın ölüm karşısındaki acizliğine yalnızca dinlerin cevap veriyor olması bile onu dünyevilikten çıkarmıyor. Nitekim mezarlıklar, ne kadar onlardan gözümüzü kaçırmaya çalışırsak çalışalım, evlerimiz ve işyerlerimiz, parklarımız ve caddelerimiz, tapınaklarımız ve alışveriş merkezlerimiz gibi kent bütününün kopmaz bir parçasıdır. Kentlerimiz için “yaşam alanları” tasarlamak ne kadar doğalsa, “ölüm alanları” tasarlamak da aslında o kadar doğaldır.
Sadece İstanbul’un bile, paleolitik çağdan, Roma’dan, Bizans’tan ve Osmanlı’dan miras kalmış mezarlık ve mezar taşlarını inceleyerek, geleneksel kültürlerin, modern insana göre ölümle daha sahici ve doğal bir ilişki kurmuş oldukları, ölüme yaşamın bir parçası teslimiyetiyle baktıkları sonucuna varmamız mümkündür. Hatta mezarlıklar, uygarlıkların önemli yansımaları ve tezahürleridir.
Osmanlı mezar taşlarının çok iyi kodlanmış bir dili olduğunu söyleyebiliyoruz. Mesela “cellat mezarlarını” ilk gördüğümde çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Üzerinde hiç yazı olmayan cellat mezar taşları, dikdörtgen prizma olarak biçimlendirilmiş ve tasarımın dilinin aynı zamanda nasıl ürpertici olabileceğini gösteren dümdüz taşlardan ibaret... Ayrıca, mezar taşlarındaki nesir ve manzumeler, hat sanatı örnekleri, çeşitli tezyinat ve ikonografik anlamlar, o günün toplumunun sosyal, kültürel, zihinsel yapısını ve bunların zaman içindeki değişimini günümüze net bir biçimde aktarmaktadır.
Dönemin mezarlıkları ve mezar taşlarındaki bütüncül estetik anlayışının gelişimi ise apayrı bir inceleme konusunu oluşturuyor. Yetkin taş ustalarının, şairlerin ve hattatların, içine doğdukları kültürün oluşturduğu formasyonlarını tevarüs yoluyla kuşaklar boyu birbirlerine aktarmalarıyla yaşanan gelişimin ana arterlerinin bir noktadan sonra tıkanmasıyla birlikte ortaya çıkan şaşkınlığın, bugün mezarlarımızı birer “kiç” anıtlarına dönüştürdüğünü hepimiz gözlemliyoruz.
Çeşitli sanat dallarında, müzikte, mimaride, grafik tasarımda, edebiyatta ve gündelik yaşamda, modern olanla yüzleşme deneyimlerimizin ortaya çıkardığı sonuçların, üzerinde konuşulacak çok fazla olumsuzluklarına rağmen en azından bir çabanın izlerini taşıdığını görmek mümkünken, mezarların, aynı zamanda banyo, tuvalet, merdiven imalatıyla iştigal eden mermer ustalarının eline, vicdanına ve istidadına terk edildiğine acıyla tanıklık ediyoruz.
Estetik yozlaşmanın tüm alanlar için ortak bir serüveni var. Ancak, modernle yüzleşen birçok alanda hem başarılı sentezler hem de “kiç”leşme örnekleri ortaya çıkabilirken, mezar tasarımlarımızda yaşanan sefaletin nedenlerinden birinin, mezarlarla olan ilişkimizi hep kısa sürede sonlandırma eğiliminden, diğerinin ise, dinin konservatif tutumları beslemesi nedeniyle özgür yönelişlere yönelik cesaretsizliklerden kaynaklandığını düşünüyorum. Tamam, ölümün soğuk yüzü belki de en önemli etken, ama böylesi bir sefalet soğukluktan öte koyu bir karanlık değil mi?
Multi-disipliner bir alan olan mezar tasarımı; mimari tasarım, sözel tasarım ve grafik tasarım alanlarının işbirliğiyle gerçekleştirilebilir. Ancak, anıt mezarlar veya bazı zengin mezarları dışında ne bir mimara mezar sipariş eden ne bir yazara mezar taşı yazısı yazdıran ne de bir grafikere mezar taşı tasarlatan duymadığımız gibi, yine ne bir mimarın ne bir yazarın ne de bir grafik tasarımcının bu konuda bir arza teşebbüs ettiğini görüyoruz. Oysa bu iş, yukarıda da söylediğim gibi, öte dünyayla değil, tamamen bu dünyayla ilgilidir. (Bu arada, tasarımını mimar Haydar Karabey’in, grafik tasarımını ise Bülent Erkmen’in yaptığı Duygu Asena’nın mezarını hatırlamadan geçmeyelim.)
Türk modernleşmesinin, farklı alanlarda, iyi kötü, doğru yanlış bir yol aldığını söylemek mümkünse de, hem yüksek sanatla kendini ifade eden hem de günlük yaşamla bütünleşen bir estetik sentez üretme konusunda çok ciddi zaaflar taşıdığını görmek zor değildir. Bu durumun en kötü tezahürlerinin ise mezarlıklarda karşımıza çıktığını görmezlikten gelmemeliyiz. “Tasarımın ölümü” yerine “ölümün tasarımı”nı tercih etmek zorundayız artık.
Geleneği tekrarlayarak sürdürmek birçok bakımdan mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Ancak, geleneği de bir referans noktası kabul eden, bunun yanında dinin yasakları kapsamına girmeyecek her türlü özgürlüğü cesaretle kendine basamak yapan yeni bir tasarım anlayışının bu alanda da eserler ortaya koymasının zamanı çoktan gelmiştir/geçmektedir.
Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamamaktan daha vahim mesele, torunlarımıza o okuyamadığımız taşların estetik düzeyine bir nebze olsun yaklaşabilen mezar taşları bırakamıyor olmamız değil midir?
Kendi mezar taşımı tasarlayayım diyorum ama, karım “Aklını mı kaçırdın, ölüme davetiye çıkarmış olursun!” uyarısıyla beni ürküttüğü gibi belki gizli gizli yazdığım bu yazıya bile bozulacaktır. Fakat, ne yapayım ki, (Allah elbette gecinden versin ama) mermer ustalarının yaptığı eciş bücüş bir mezarda yatmak istemem. Galiba en iyisi, bulursam yetkin birine işi şimdiden sipariş etmek!
RADİKAL GAZETESİNİN 18 OCAK 2009 TARİHLİ TASARIM EKİNDE YAYIMLANMIŞTIR.