2 Aralık 2008 Salı

| Ya kültürün yaratıcısı olmak ya da estetik yozlaşmanın parçası…

Estetik değerlere ilişkin yargıların öznel mi, yoksa nesnel mi olduğu, yani estetik değerlerin nesnenin bizzat kendisinde mi bulunduğu veya tam tersine estetik yargıda bulunan kişinin zihinsel algı sisteminin bir sonucu olarak mı ortaya çıktığı yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Belki daha da tartışılacaktır. [FOTO-MANİPÜLASYONLAR: N’REY]


Yok yok, ilk paragraf hemen gözümüzü korkutmasın, öyle derin estetik felsefesi konularına falan dalacak değilim. Sadece yazının konusuna bir yerden girmem gerekiyordu, burası iyi geldi. İsterseniz, yine de ilk paragrafta yer alan soruya bir cevap arayabiliriz tabii. Siz ne dersiniz; güzellik insanın içinde midir, yoksa nesnenin kendisinde midir?

Ben diyorum ki, her ikisi... Yani insan önsel (a priori) olarak ilkel bir güzellik yargısına sahiptir. Sonrasında ise öğrenerek geliştirdiği daha kompleks bir yapıya dönüşür bu... Hatta öyle ki, sosyo-kültürel bir faktör olarak, içinde bulunduğu topluma göre farklılaşan bir değerler sistemi halini alır. Amerikalı dilbilimci ve düşünür Noam Chomsky’nin, eğer insanın özünde doğuştan getirdiği bir konuşma melekesi olmasaydı, daha sonra ana dilini öğrenmesinin mümkün olamayacağını ileri sürmesi gibi bir şey işte...

Güzelliği algılamak yanında bir de üretmek var. İlkel topluluklarda doğal ve kendiliğinden üretilen güzellik antropolojik bir gerçektir. Güzel midir, güzeldir. Sizi tatmin etmese bile güzeldir. Mesela, bir Anadolu köyünde bir genç kız, çeyiz koleksiyonu için üreteceği birçok dantel işini geleneksel tevarüs yoluyla öğrenmiştir ve işini profesyonel bir yardım almadan gerçekleştirir. Yarattığı eser ise, kendi sınırları içinde değerlendirildiğinde, eleştirilemeyecek ölçüde “güzel”dir. Bir müzik eseri eleştirilebilir, ama bir türkü bildiğiniz gibi bundan muaftır; eleştirilmekten çok, analiz edilir. Gündelik eşyalardan mimariye, bahçecilikten kılık kıyafete, süsleme sanatlarından takılara kadar birçok tezahürü bu gözle değerlendirebilirsiniz.

Değerler felsefesi olan aksiyolojinin konularından iyilik, güzellik ve doğruluk insanlığın evrensel değerleri arasında yer alır. Ancak bu değerler, farklı uygarlıklarda farklı şekiller alabilir. Öz değişmese bile tezahürler farklılaşır ve kültürün bir parçası haline gelir. Kızılderili kilimleriyle Türk kilimlerinin birbirine benzemesi nedeniyle iki kavim arasında akrabalık aramak yerine başka bir ortaklığa işaret etmek daha doğrudur. Tüm dünyada, hiç birbirini tanımayan ırkların çocuk şarkılarında birebir aynı melodileri duyduğumuz gibi... Henüz karmaşık toplumsal süreçleri yaşamayan zihinlerin benzer güzellikler ürettiğini söyleyebiliriz.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli farklardan biri “güzelleştirme” iradesine sahip olmasıdır. Yine onu bir kelebekten ayıran, aynı zamanda elinde infilak gücü yüksek “çirkinleştirme” bombaları bulundurmasıdır. Yani “daha güzel”i yaratma iradesi, aynı zamanda “çirkinlik” üretmenin de temelini oluşturmaktadır.

İnsanın neden “çirkinlik” de ürettiğiyle ilgili bir soruya çeşitli cevaplar verilebilir. Bunlardan biri, bana göre belki de en önemlisi değerler çatışmasıdır. Yani, kendi kültürel değerleriyle, kendi kendine rahat ve huzur içinde yaşayan ve kendi değerler sistemi içinde güzellikler yaratmayı sürdüren bir toplum, tarihinin bir döneminde farklı değerler sistemiyle yüz yüze gelir ve afallar. Bu afallama ve apışmanın sonucu oluşan içselleştirme sorunları çirkinliklerin ve yozlaşmaların da dinamiğini oluşturur. Bu durum ne kadar devam eder? Herhalde bir insan ömrünü aşacak kadar uzun bir süre... Birey temelinde, toplumsal katmanlar temelinde yaşanan çatışmalar ise belki daha kısa bir sürede durulabilir.


Şimdi biraz bizim havalara doğru yelken açalım. Bana göre reklam, hem kültürün yaratıcısı hem parçası hem de yansıtıcısıdır. Estetiğin de içinde yer aldığı kültürel değerler, semboller ve normlar, iletişimcilerin kaçınılmaz olarak kulaç atmak zorunda olduğu engin bir denize benzer. Kritik soru şu: Bir deniz yerine vahşi bir bataklıkla karşı karşıya kalırsak ne yapacağız?

Hasan Bülent Kahraman, 18 Haziran 2008 tarihli Sabah’taki köşesinde, estetik açıdan yaşanan toplumsal çalkantıya değindi. Kahraman, “Estetik sağırlık” başlıklı yazısına “Öyle seçkincilik falan olarak görülmesin ve kimse kusura bakmasın ama ben Türkiye'de bir yolculuk yaparken veya herhangi bir kentte bir yerden bir yere giderken çevremde gördüğüm, insan eliyle yapılmış şeyler arasındaki düzensizlik ve uyumsuzluk karşısında bir iç sıkıntısına kapılıyorum.” diyerek başlıyor ve konuyla ilgili analizine devam ediyor: “Osmanlı'nın kendine özgü, kendi içinde uyumlu, her düzeyde belli bir bütünlük sunan estetiğinden bu derecede vahşi, ham ve uyumsuz bir sıradanlığa Türkiye nasıl düştü, sorusunun cevabı üstünde düşünmediğimiz içindir ki, bugün Türkiye'de sadece estetik planda değil toplumsal ve siyasal planda da derin bir çalkantının içinde yaşıyoruz. Galiba bu tespitimle yukarıda sorduğum soruya da bir yanıt vermiş oluyorum: Bugünkü bu ters, biçimsiz ve çarpık estetik büyük ölçüde bizim toplum içinde yaşadığımız uyumsuzluğun, uyuşmazlığın bir yansıması. Böyle bir durumun ortaya çıkması geniş ölçüde Cumhuriyet döneminde yaşadığımız estetik tükenişin de bir sonucu.”

Biraz uzun bir alıntı olacak, ama bu tespitlerin işimize yarayacağını düşünüyorum:

“Erken Cumhuriyet özellikle 1848-1914 döneminde Almanya'da ortaya çıkmış, elbette hayali olan ama belli değerlere yaslanan bir ‘Avrupa’ düşüncesinden hareket etti. O Avrupa düşüncesi antika Yunan ve Roma demekti. (Rönesans da aynı anlama geliyordu.) Buna Yahudi kültürü de eklenmişti ve bu kültür anlayışı ‘klasik’ kavramına dayalıydı. Avrupa'nın klasiği neyse bizim klasiğimiz de o olacaktı.”

“Türkiye bu modeli eğitim sistemi aracılığıyla ve bir ‘yüksek estetik’ yaratma kaygısıyla uzun süre uygulamaya çalıştı. Fakat 1950'lerden itibaren terk etti. 1950 sonrasının hızlı sosyolojik değişimi ve yetersiz eğitimi böyle bir kurguyu dikkate dahi almadı. O tarihten başlayarak kentsel alanın ve gerek siyasal gerekse kültürel konularda aydınların belirleyici gücü azalınca ortaya daha organik, daha etnografik bir kültürel oluşum çıktı. Bu kültür bir anlamda otantik, bir anlamda da orijinaldi. Bu kültürel yapılaşma kendini gecekondu, dolmuş, arabesk müzik gibi göçe bağlı unsurlarla ifade ettikten sonra 1980'lerden itibaren yerini kültür endüstrisi tarafından üretilmiş bir yeni oluşuma bıraktı. Dizi filmler, yeni bir dil, sanayi malı ve orijinaliteden uzak kültürel unsurlar bu yeni dönemin elemanları oldu.”

“İşin garip yanı bu farklı kültürel üretim dönemlerinin hiçbiri diğerini dikkate almadı. Ortaya, homojen olması bir yana birbirine neredeyse taban tabana zıt unsurları bir arada barındıran, hiçbir kategoriye girmeyen, tükenmeye açık bir yapı çıktı. İşin ilginç yanı bu dokunun ‘melez’ olduğunu söylemek bile bana göre olanaksız. Bu, sürekli olarak diğerini yok sayan, görmezden gelen ve susturmaya çalışan bir dilin diğer dil üstünde hakimiyet kurmasının bir sonucu.”

“Eğer toplumsal veya siyasal planda uzlaşmaya, karşıdakinin değerlerini benimsemeye dönük bir anlayışın içinde olsaydık estetik planda da arkadan gelen bir öncekinin ne yapmak istediğini anlamaya çalışır, onunla uyumlu bir estetik inşa ederdi . Kendinden öncekini veya yanı başında duranı hiçe sayarak kendi önceliğini öne çıkarmak gibi yapay ve akıl dışı bir tutum içinde olmazdı. Birbirini yok etmeye çalışan ama gerçekleşmediği için de birbirine sağır ve kör davranan bu kadar uyumsuz unsur bir arada olmazdı. Etrafınıza bir de bu gözle bakın bakalım, estetikle toplumsallık birbirini etkiler miymiş?”


Şimdi, daha önce bazı yazılarımda dile getirdiğim bir hususu burada tekrarlamam yerinde olacak. İnsan zihnine gelen bir bilginin algılar içinde yer edebilmesi için, orada, sinyallerin denk düşeceği ve yapışacağı başka bilgiler olması gerekiyor. Eğer yapışacak bir şey bulamazsa yeni gelen bilgiler uçuşup gidiyor. Ya da şöyle söyleyelim; bir insanla iletişim kurmak istiyorsak onun zihninde var olan ve göndereceğimiz mesajın yapışacağı neler olduğunu dikkate almak zorundayız. Konuyu biraz daha açacak olursak, diyebiliriz ki, zihinde bir bina inşa etmek istiyorsak, orada bir subasmanın olması gerekiyor. Frederic Vester şöyle diyor: “Gelen enformasyonla kişinin hafıza içeriği (ve temel beyin programı) arasında bir rezonans (benzerlik ve birlikte titreşim) olması gerekmektedir.”

Ama bir de şöyle bir ilke var: Zihin, birbirine benzer şeyleri de kabul etmiyor. Zihinde olanla dışarıdan gelenin birbirine benzerliği bir kesişim (interference) oluşturuyor, içerideki bilgi (subasman) dışarıdakini almaya değer bulmuyor ve kovuyor.

E, ne yapacağız o halde? Hem gönderdiğimiz yeni bilgilerin bağlanacağı/yapışacağı benzer bir yer arıyoruz hem de zihin benzer bilgileri değersiz bulduğu için kabul etmiyor. Zaten, zurnanın malum sesi çıkardığı yer de burası... Bence öyle bir şey yapacağız ki, inşa faaliyetini hem zihindeki subasmanın üzerinde yükseltecek hem de yepyeni kombinasyonlarla yepyeni ve özgün bir mimari eser ortaya koyacağız. Ben buna “âşinâ orijinallik” diyorum. Yani hem tanıdık hem de yepyeni ve özgün...

Peki, sağlam bir subasman yerine, yukarıda değindiğim gibi, önümüzde toplumsal çalkantının ortaya çıkardığı bir bataklık duruyorsa ne yapacağız? Reklamcılarımız arasında, reklamı hem kültürün bir parçası hem de yansıması olarak gören ve bu doğrultuda işler üreten çok ekol var. Reklama böyle bir ideal, böyle bir misyon yüklediğim sanılmasın, ama tabii ki işin zoru, aynı zamanda kültürün yaratıcısı da olabilmektir. Yoksa, mevcut estetik yozlaşmanın bir parçası oluruz/oluyoruz. Ki bu, “ilkel güzellik”ten de daha geri bir durumdur.

Ara sıra bunu da düşünelim.

REKLAM YARATICILARI DERNEĞİ ARA’SIRA DERGİSİNİN
2. (‘08) SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.