
“Allah allah! Hangi yazımdan, hangi iddialarımdan söz ediyorsun?” diye sordum. “Duydun mu?” dedi, “Koç, Migros’tan sonra Arçelik’i de satıyor. Finans sektöründe Yapı Kredi ile gücünü pekiştirdi, enerji sektöründe de aldı başını gitti. Yani senin dediğin gibi pazarmış, pazarlamaymış, bunlarla oyalanmaktansa suyun başını tuttu. Ülker Godiva’yı satın alırken, Koç Grubu ise tam tersine Migros’u, Tat’ı ve Arçelik’i elinden çıkarıyor.”
Ben çok dikkatli izlememişim, ama dostum doğru söylüyordu. Küçük bir araştırmayla Koç Grubu’nun bütün şirketlerini satarak sadece enerji ve banka işine yatırım yaptığını görmek mümkündü. Grubun lokomotifi Arçelik’in bile satılmasına karar verilmişti. Migros satılmıştı. Demirdöküm ve İzocam da... Tat da gidiyordu. Elde Tofaş, Türktraktör ve Otokar kalmıştı. Belki yakında onlar da gidecekti.
Zaten Ali Koç da, Koç Grubu’nun Tüpraş ile enerji sektörüne çok ciddi yatırım yaptığını vurguluyor ve şöyle diyordu: “Tüpraş, Aygaz ve Opet’le Koç Topluluğu’nun artık yüzde 50’si enerji sektöründen teşkil edilmektedir. Bizim kısa vadedeki amacımız bu yatırımları bir şekilde hazmedip en verimli hale getirmek.”
Yaklaşık üç ay önce yazdığım, işadamı dostumun işaret ettiği “Küresel kapitalizm, ‘pazarlama’dan sıkıldığı için demokratik pazarlardan çekiliyor (mu?)” başlıklı yazımda “Bu pazarlar sıkıcı olmaya başlamıştı artık. Pazar lideri bile olsanız küçük aktörler sektörü kârsızlaştırıyor, zamanında ‘marka’laştırılmış olan temel ihtiyaç maddelerinin emtialaşmasına dahi yol açabiliyorlardı. Hatta yakında Çinliler bisiklet fiyatına araba yapıp satabilirlerdi. Pazarları da, ‘pazarlama’yı da artık başkalarına devredip suyun başına geçmek daha mantıklı görünüyordu. Suyun başı neydi? Enerji, doğal kaynaklar, kritik hammaddeler, finans gibi subaşlarına sahip olmak bütün pazarlara sahip olmak anlamına gelebilirdi.” diyordum.
Gerçi yüz yılı aşkın bir zamandır güçler arasında yaşanan enerji savaşları yeni bir şey değildi, ama bu kez, azalan enerji kaynaklarına sahip olma arzusunun doğurduğu çatışmalara başka sosyal ve ekonomik değişimler de eşlik ediyordu. Yani bunu eski usul enerji savaşları şeklinde okumak pek doğru değildi. Zaten küresel güçlerin yöneldiği sektör tek başına enerji de değildi.

Bildiğimiz dünyanın sonunun geldiğini söyleyen Michael T. Klare’in bu tahminlerinin gerçekleşme ihtimali yüksek olsa da, ben bu seferki savaşın tek başına klasik bir enerji savaşı olarak algılanmasını doğru bulmuyorum. Yani, bence daha sistemik bir dönüşüm söz konusu...
Nitekim bu konuda Drucker’in öngörüsüne kulak vermek iyi gelebilir. Drucker, yeni kapitalist sistemin toplumunu “kapitalist ötesi toplum” olarak tanımlıyor ve on yıl önce yazdığı “Kapitalist Ötesi Toplum” adlı kitabında, dünya ekonomik ve politik düzeninin kapitalizmden koparak henüz adı konulamayan bir sisteme doğru gittiğini anlatıyor. Drucker, bu yeni sistemin bilgi ve enformasyon sermayeli ve eğitimle desteklenen bir sistem olacağını öngörüyor. Bilgiyi kullanarak verimli ve varlıklı hale gelen toplum Drucker’e göre “kapitalist ötesi toplum”dur. Bu toplum, serbest piyasayı, ekonomik entegrasyonun tek kanıtlanmış mekanizması olarak kullanmaya devam edecektir. Bu yeni sistemde, kapitalizmin bazı kurumları varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak bu kurumlar, bankalar gibi, daha farklı roller oynayacaklardır.

Eh, benden bu kadar! İddialarımı daha ileri götürürsem çuvallayabilirim. Nitekim, ilk yazıma buranın iktisatçı okurlarından bir tepki gelebilir diye bekledim, ama kimseden çıt çıkmadı. Sadece Görkem Turgut Özer, bakış açısının çok şık ve ilginç geldiğini belirterek bu konuda araştırma yapıp bir makale haline getireceğine söz verdiyse de, herhalde Ankara-İstanbul arası işlerinin yoğunluğundan fırsat bulamadı. Yine de bekliyorum.
Tabii ki benim derdim şu: Bu dönüşümleri fırsata dönüştürmek de var, derin dondurucuda donup kalmak da!