2 Mart 2008 Pazar

| Kendi ayağımıza sıktığımız G-3 mermisi!

Bana “Bu hükümetin en zayıf noktası neresi?” diye soracak olursanız hiç düşünmeden “iletişim” derim. Yani ne irtica ne ekonomi ne iç politika ne dış politika ne de başka bir şey... Tüm bu alanları da zaman zaman zaaf haline getiren ve başarıları da kirleten Aşil’in topuğu ilk önce iletişim... [FOTOMANİPÜLASYON: ADMVI ]


Hükümetin elinde patlayan yeni anayasa yapma girişimlerini hatırlayın. Torbadan tavşan çıkarır gibi anayasa taslağı çıkarmayı darbe sonrası askerler yapardı, bu kez askerler yerine hükümet yapmıştı. Oysa bizim anayasadan da önce bir “anayasa yapma usulü”ne ihtiyacımız vardı ve bu usulün omurgasını da “iletişim”in oluşturması gerekiyordu.

O günlerde Ali Bayramoğlu kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle demişti: “Anayasa toplumsal gelenekler ve teamüllerden, evrensel değerlerden ve toplumsal mutabakattan beslenir. Bu üçünü bir araya getirmek için çok şeffaf olmanız gerekir. Anayasa metninden önce, anayasanın nasıl hazırlanacağına, nasıl tartışılacağına dair açık seçik tanımlı bir katılım politikası ortaya koymak gerekirdi. Çünkü usul, esastan önce gelir. Ben AK Parti’nin başından beri bu katılım politikasını ciddiye almadığı kanaatindeyim. Bunun nedeni de ataerkil zihniyeti ve doğruya faydacı yaklaşması. Sadece yöntem olarak da değil, taslağın hazırlanma biçiminde de sıkıntı var.”

Kim ne derse desin, yeni anayasa taslağı, askeri bir rejimin ürettiği anayasadan daha kötü olmayacaktı büyük ihtimalle... Ama “usul” kötü olunca ve iş, tüm sosyal katmanlarla iletişim imkanlarını arayıp bulma yerine yukarıdan aşağıya bir empoze şekline dönüşünce sonucun “iyi” olması da herhalde mümkün değildi.

İletişim zaaflarıyla ilgili bir envanter çıkarmak istemiyorum, ama örnek çok. Genel bir hüküm verecek olursak, hükümet, mensubu bulunduğu sosyal katmanlarla ve inanç gruplarıyla iletişim kurma noktasında başarısız değil, ancak biraz üst, alt veya farklı segmentlerle yüz yüze geldiğinde, kabul edelim ki, tüm soğukkanlılığını ve iletişim imkanlarını kaybediveriyor.

Siyasi analizlere girişmek benim işim değil, ama kendi ayağımıza sıktığımız G-3 mermisini elbette tartışabilirim. Ben bunu, her ne kadar “İletişim krizi ve iletişim aczi iç içe” diyerek hükmünü vermiş olsa da, Ali Saydam’ın çok daha iyi irdelemesini beklerdim, ama o, “ben demiştim” noktasına takılmış. Referans’tan Cengiz Çandar ise “Askeri harekât siyasi skandal” başlıklı kapsamlı yazısında TSK’yı ve hükümeti kastederek “Kendilerine kimi çevrelerden bir bumerang gibi dönecek, iletişim politikası hatası, ‘PR hatası’ işlediler.” deyip meselenin tam da bam teline dokunmuş.

Her iletişim zaafını yazı konusu edecek zaman ve mecale sahip değilim, ama bu hatanın sonuçları, toplum vicdanında operasyonda verilen şehitlerin kanlarının boşa mı aktığı gibi bir soru işaretine yol açma ihtimali taşıyorsa tartışılmadan geçilmemelidir. Yani çok vahim ve büyük bir hatadır bu...

Hükümet ve TSK, operasyonun durdurulmasının ardından, ya bir gün önce Amerika’ya efelenip ertesi gün operasyonun durdurmanın, sadece durdurma değil, başlamanın da Amerika’nın onay ve talimatıyla yapıldığı kanaatini oluşturacağını ve terör örgütünün zafer ilan edeceğini görememişler ya da bu kanaati üç beş beyanatla, uzun uzun izahatlarla, okyanus ötesinden gelen “Biz istemedik.” açıklamalarıyla değiştirebileceklerini düşünmüşlerdir. Veya bu ağır bedeli göze almayı gerektiren bizim bilemediğimiz başka bir şey olmalı diyeceğim, ama onu da çözmek yine iletişimi yönetmekle mümkün değil miydi acaba?

Açıklamaların doğru olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Yani operasyonun bitiş tarihinin çok önceden belli olduğu, buna kimsenin talimatıyla karar verilmediği şeklindeki basın açıklamaları, oluşan kanaati kolay kolay değiştiremez ve toplumsal zihinde oluşan algıyı kazıyıp atamaz.

Tabii ki böyle bir operasyon ne davul zurnayla başlatılır ne de davul zurnayla bitirilir. Ama iletişim yönetiminin de ne davulla ne de zurnayla ilintisi vardır. Mesele, cephede kazanırken kitlesel algıda da kazanmak, hatta cephede kaybetsen bile algılarda yine de kazanabilmektir. Her şeyden önce o zorlu koşullarda verilen mücadeleye ve bu mücadelenin ardındaki toplumsal destek ve heyecana yazık değil mi?

İletişim yönetiminin, 24’e (şehit) 240 (ölü) denklemleri kurarak işi hurufiliğe vardıran naif yöntemlerin çok dışında bir disiplin olduğunu anlamak gerekiyor.

Güncelleme [ 4 MART 2008 ]

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın “İspatlasınlar, üniformamı çıkartırım.” ya da “Bu saldırılar (Yani muhalefetin, harekatın ABD’nin talimatıyla durdurulduğu yönündeki iddiaları... AST) Türk Silahlı Kuvvetlerinin terörle mücadele azmine, hainlerden daha fazla zarar vermektedir.” şeklindeki ağır ifadeleri durumun vehametini ve oluşan kanaati değiştirmenin gerçekten de ne kadar zor olduğunu açıkça göstermektedir.

Güncelleme [ 5 MART 2008 ]

Ali Saydam’ın konuyla ilgili bugünkü yazısından: “Hedef kitlenin kafasında müphemiyet yaratmak, iletişim açısından intihara eşdeğerdir.”

Güncelleme [ 6 MART 2008 ]

Nuran Yıldız’ın “Zihinleri kazanmak dağda kazanmaktan zor!” başlıklı yazısından: “Yeni zamanlarda orduların savaş alanları denizler, karalar, havadan daha çok insanların zihinleridir.” diyorum ‘Tanklar ve Sözcükler’de… Zihinleri fethetmeden savaş bitti sayılmıyor. Kazanıldı da sayılmıyor. Ne yapılmalıydı? Operasyonun bitme zamanı geldiğinde askerlerin çekilme stratejisinden önce işin iletişim stratejisi masaya yatırılmalıydı. Operasyonların merkezine iletişimi koymayınca kazanmış çıkmıyorsun en büyük zaferlerden.