27 Ekim 2014 Pazartesi

| Nesneler ve imgeler

Uzun zamandır uğramadığın bir yere yolun düştüğünde birden içini derin bir hüznün kapladığını hissettin. Oysa oraya gitmeden önce içinde bu duygulardan eser yoktu. Bir ağaç, bir evin bahçesi, bir sokak çeşmesi, bir deniz dalgası, bir elektrik direği, bir masa veya başka bir şey... Her neyse o veya nelerse onlar, birden eski günlere götürmüştü seni... Belki eski sevgilinin hayali, güzel anılar ve derin bir hüzün...







Bu duyguları yaşamana sebep olan şey, anıların o şeylere yapışık olmasından kaynaklanmıştı. Tüm hayaller, tüm anılar ve tüm imgeler eşyaya (şeyler, nesneler) yapışmıştı ve orada öylece yapışık olarak seni beklemekteydi.

Yaşadığınız bu duygulanımlar elbette kişiseldir. Tabii ki semiyotik bağ, en kişiselinden en kitleseline kadar genişleyebilir. Son birkaç yüz yıldır siyasal bir içerik kazanmış olsa bile, vatan algısı da böyle bir şeydir. Toplumsal serüveni somut bir mekana bağlayarak yapıştırmak ve anıları toprakta kökleştirmek... Bu toprağa yönelik tecavüz bu nedenle sert karşılık görür. Çünkü o toprağın (vatanın) yok olması, toplumsal bir yok oluştur aynı zamanda...

Yıllar önce Kyoto’da bir Budist tapınağının içine girdiğimde, farklı bir dine mensup olmama rağmen tapınakların ortak bir dili olduğunu hissetmiştim. Benzer duyguları bir camiye, bir katedrale, bir sinagoga girdiğimizde de yaşıyoruz. Çünkü en görkemli mimariye sahip olanlarınkinden tutun da en sade tapınakların bile taş duvarları bizlerle bir şekilde ve bir düzlemde iletişime geçmektedir.

Hatta, bir ateist olmanız bile sonucu değiştirmez. Tapınakların, sizi sarıp sarmalayan, egemenliği altına alan bir ifade gücü vardır. Orada yüksek sesle konuşmazsınız, hareketlerinizi biraz daha ağırlaştırırsınız, çevrenizdekilere karşı daha saygılı ve nazik davranmaya özen gösterirsiniz. Çünkü o taş duvarlarla böyle bir düzlemde ilişki kurmuş olursunuz bu mekanlarda... Buna “mekanın ruhu” diyenler de var; bu ruh sizi denetimi altına alır.

Dindar bir Musevi’nin, bir sinagogda ruhani duygulanımlar içine girmesi tabii ki doğaldır, ama aynı mabedin içinde farklı dinlere mensup veya dinsiz insanların daha alt düzeyde de olsa, benzer bir ruh hali yaşaması, tamamen o mekanın çeşitli insanların bilincinde ortaklaşan imajıdır.

Stadyum tribünleri ise, önce yer altında kaynayan bir volkan sessizliği içindeyken, birden volkanik bir patlamaya davet eder bizi... Bizimle, kişiliğimizin gizli tuttuğumuz bir yönünü açığa çıkaracak kadar güçlü bir iletişime girer tribünler... Bir tapınaktakinin tam tersine, orada bağırıp çağırırız, hoplayıp zıplarız, hayatımızda ağzımıza alamayacağımız küfürler ederiz.

“Mekanın dili” dediğimiz şey, aslında o mekana bilincimizde yapıştırdığımız imgelerden başka bir şey değildir. Tapınak imajı, nesneler ve olaylarla ilgili zaman içinde ve parça parça gerçekleştirdiğimiz algıların birikmesi, imgesel bir tasarıma dönüşmesiyle oluşur.

Fenomenolojik deneyimimizin temelini oluşturan etkileşimler, bilincimizde, bir ilişkisel bağlamın sonucu olarak ve süreç içinde imgeler ve semantik birimler şeklinde kodlanırlar. Herkesin imgesel tasarımı farklılıklar gösterse bile, bir tapınağın içinde, başkalarıyla birlikte o tapınakla benzer bir iletişim süreci yaşamamız, tasarımın ortak yönüne işaret eder.

Bir dostumuzu yemeğe davet ederken yaptığımız mekan seçimi veya ofisimizi dizayn ederken oluşturduğumuz kimlik, hep muhatabımızla iletişimimizde bize yardımcı olsun diyedir. Tam tersine, yanlış mekanlar ise, iletişim sürecini olumsuz etkileyen ve baltalayan bir rol üstlenirler.

Üzerinde çok fazla imgesel birikim olan tarihsel mekanlara mimaride “hafıza mekan” denmesinin nedeni budur. Ünlü Fransız antropolog ve düşünür Marc Augé’ye göre eğer bir yer; kültür, kimlik ve tarihle tanımlanamıyorsa orası ‘non-space’, yani ‘olmayan yer’dir, ‘yok’tur, ‘hiçbir yer’dir.

Mekanlar gibi çeşitli nesneler de aynı semiyotik işleve sahiptirler. Bunların en kişiselleri eski büyüklerinizden kalan saat, dolmakalem, masa, sandalye, dantel gibi nesnelerdir.

Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında sevgilisinin kullandığı eşyaları biriktiren Kemal’in kendisini bir eşya fetişizmine kaptırdığını düşünmek doğru değildir. Elias Canetti’nin “İnsanın Taşrası”nda mahkum ettiği ve bizi mağlup eden “nesne”nin bizzat kendisini yüceltmek ile “nesne”ye yapıştırdıklarımız ve “nesne”nin muhafazası altına girmiş olanlarla anlam kazanan “nesne”nin aynı şey olmadığını düşünüyorum.

Pamuk bir söyleşide müze fikrini şöyle açıklıyordu: “Müzeler zamanın mekana dönüştüğü yerlerdir. Ve müzelerin bence çekici gücü de şu; zamanın geçtiği duygusunu bir anlık da olsa bize hissettirirler. Müzeler, dışarıdaki hayattan, sesiyle, havasıyla, atmosferiyle değişik yerledir. Kitabımın özellikle son kısımlarında Kemal, Füsun’un biriktirdiği eşyalarından bir müze kurmak istediği için Batı’nın pek çok müzesini geziyor. Özellikle küçük müzelerin havası üzerinden Füsun’u hatırlıyor. Ama bir yandan da kitabım, Kemal’in biriktirici yanını, koleksiyoncu yanını, yani romanda da anlattığım gibi Batı dışındaki toplumlarda acı çeken insanların -bu aşk acısı olabilir, kimsesizlik acısı olabilir, parasızlık acısı ya da daha derin ruhumuza işleyen bir acı olabilir- acı ile, acıya teselli olarak eşyalara sarılmasını eşyalara bağlanmasını, özel bazı eşyalarla takıntılı olmasını da irdeliyor, seviyor, bu konu üzerinde düşünüyor. Kemal de zaten önce bir toplayıcı, Füsun’un küpesinden kolyesine, içtiği sigaranın izmaritinden tuttuğu tuzluğa, hep birlikte yemek yerken yedikleri eşyalara, Füsun’un ilk gördüğü zaman giydiği sarı ayakkabısına ve Füsunların evindeki televizyonun üzerinde uyuklamakta olan köpeklere... Pek çok eşyasına yalnızca ilgi duymuyor, onları saklıyor. Çünkü onların önce bir teselli edici gücü var. Hepimizin bildiği gibi bir hatıra gücü var. Ve bunlarla sonra bir müze yapıyor.”

İmge gücü yüksek mekanların ve eşyaların bize anlatacakları çok şeyleri vardır. Bu birikimler kendiliğinden olduğu gibi çeşitli planlı yüklemelerle de olabilir. Kentlerin ve ülkelerin ‘landmark’larından gündelik eşyalara kadar...

Konuyu bazı örneklerle irdelemiş olduk. Siz bunu giydiğiniz gömlekten kullandığınız kaleme, sarı sonbahar yapraklarından deniz dalgalarına, sokaklardan kentlere ve tabii ki markalara doğru genişletebilirsiniz.

THE BRAND AGE DERGİSİNİN EKİM 2014 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.