21 Ekim 2012 Pazar

| Çifte kodlama

Terör saldırısı sonucu yıkılan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin de tasarımcısı mimar Minoru Yamasaki tarafından tasarlanan St. Louis’teki kentsel yerleşim projesi Pruitt-Igoe, yapımından on altı yıl gibi kısa bir süre sonra, 16 Mart 1972’de yıkılmıştı. Bu, aynı zamanda toplu konut politikalarının başarısızlığını simgeleyen bir olay olarak kazınmıştı belleklere... Fakat daha ötesi bu olay, postmodern mimar Charles Jencks tarafından “modern mimarlığın öldüğü gün” olarak ilan edildi. İşin ilginç bir yanı da, Yamasaki’nin tasarladığı projelerden birinin hükümet, diğerinin ise teröristler tarafından yıkılarak aynı kaderi paylaşmasıydı.

“Postmodernist Kültür” adlı kitabın yazarı Steven Connor konuyla ilgili şunları yazar: “1950’lere gelindiğinde dünya Uluslararası Biçem, Gropius ve Van der Rohe’nin hayal ettiği basit, geometrik yoğunluğu ifade eden binalara artık alışmıştı. Uluslararası biçeme karşı ‘post modernist’ tepki ortaya çıktığında ona böyle bir açıklık ve tanım kazandıran, işte bu gözle görülür egemenliktir. (...) Mimari postmodernizmin en etkili tek savunucusu olan Charles Jencks’in kendinden emin bir gülümsemeyle ‘Modern Mimari 15 Temmuz 1972’de, saat öğleden sonra 3.32’de Missouri’de öldü.’ diyebilmesini sağlayan da bu açıklıktır. Jencks’in sözünü ettiği olay, kötü ünlü Pruitt-Igoe toplu konutunun, ellerindekinin kadrini bilmeyen sakinlerinin enerjik vandalizminin sonuçlarını düzeltmek için harcanan milyonlarca doları yuttuktan sonra dinamitle yıkılmasıdır. Jencks’e göre bu an, hegemonyasına karşı çoğul bir dizi direnişin başlangıçlarının billurlaştığı andır. (…) Jencks, her şeyden önce, modern mimarinin ‘tekdeğerliliği’ dediği şey üstünde durur. Bununla kastettiği, Van der Rohe ve takipçilerinin neredeyse evrensel cam ve çelik kutularının simgelediği basit, özsel biçimlerdir. Tekdeğerli yapı, tek bir tema üstünde ısrar edip onu kuruluşuna egemen hale getirerek, biçiminin basitliğini öne çıkaran yapıdır. (…) Jencks’e göre postmodernist mimari, bu tekdeğerlikli ilkenin çeşitli yollardan reddedilmesiyle nitelenir. Bu yolların birincisi ve en açık seçik olanı, mimarinin anlamlı ya da göndergesel işlevine geri dönmektir.”

Charles Jencks’in postmodernizm tarihine hediye ettiği en önemli kavram ise “çifte kodlama”dır. Ona göre postmodern mimari, çifte kodlama (double coding) yeteneğiyle farklı katmanlardaki iki farklı kitleye hitap edebilmektedir; hem seçkin tabakaya hem de geniş halk kitlelerine…

Umberto Eco, “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı kitabında bunu şöyle açıklar: “Bu terim, postmodern mimarinin aynı anda en az iki düzeye hitap ettiğine inanan mimar Charles Jencks tarafından bulunmuştur; Jencks, bu iki düzeyden birinde, diğer mimarlar ve özellikle mimari anlamlarla ilgilenen bir azınlık; ikincisinde de geniş anlamda halk ya da rahat, geleneksel yapı ve yaşam biçimi gibi konularla ilgilenen yerel halk bulunduğunu söyler. Tanımını daha da ileri götürür: Postmodern yapı ya da sanat eseri, aynı anda hem bir azınlığa, yani ‘üstün’ kodlar kullanan şeçkin tabakaya, hem de popüler kodlar kullanan geniş halk kitlesine hitap eder.”

Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadır. Nitekim her yazar, daha çok okur tarafından okunmak ister: “Sadece kendileri için yazdıklarını söyleyen kötü yazarlar ordusuna dahil değilim. Yazarların kendileri için yazdıkları tek şey, ne alacaklarını hatırlamalarına yardım eden, işi bitince de atılan alışveriş listesidir. Çamaşırhane listesi de dahil, geri kalan her şey bir başkasına yazılmış mesajlardır. Onlara monolog değil, diyalog denir.”


Eco’nun romanlarında görülen postmodern nitelik, ona göre, ‘çifte kodlama’dan başka bir şey değildir: “Bazı eleştirmenler romanlarımda tipik bir postmodern nitelik olduğunu söylerler, bu da adlı adınca ‘çifte kodlama’dır. Gülün Adı Üzerine Düşünceler’de belirttiğim gibi, postmodernizm her ne ise, en azından iki tane tipik postmodern teknik uygulamakta olduğumun başından beri farkındayım. Bunlardan biri metinlerarası ironidir: Başka tanınmış metinlerden doğrudan alıntılama ya da onlara anlaşılır sayılabilecek göndermelerde bulunma. İkincisi ise, üst-anlatı: Yazar doğrudan okura hitap ettiğinde metnin kendisinden doğan düşünceler. ‘Çifte kodlama’, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır. (…) Kabul ediyorum ki, bu çifte kodlama tekniğini uygulayan yazar, bilmiş okurla arasında bir tür sessiz suç ortaklığı kurmaktadır, halktan bazı okurlar da ince imaları sezmeyince gözlerinden bir şey kaçırdıklarını hissedebilirler. Ama inanıyorum ki edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekasına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.”

Çifte kodlama, aslında yalnızca mimari ve edebiyat değil, tüm sanat eserlerini, hatta tüm iletişim faaliyetlerini kapsayabilecek bir niteliktir. Mesela Hollywood şablonlarıyla yapılmış bir film, bir yandan bize bambaşka şeyler anlatabilir.

Eco’nun anlattığı gibi, bir romanın geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesinin güvencesi çifte kodlamadır. Bu, aynı zamanda romanın yüksek zümre tarafından benimsenmesi, edebi değerinin teslim edilmesi anlamına gelir. Tek kodlamayla yazılan bir roman, ya yalnızca çok geniş kitleleri yakalayacak ya da sadece çok dar bir kitlenin ilgi ve beğenisini kazanacaktı.

Bence daha da önemlisi, bir esere yüksek zümre tarafından değer ve onay verilmesinin o eserle ilgili geniş kitlelerde yaratacağı “meşruiyet algısı”dır. Böylece eser, kitleler gözünde ayrı bir değer devşirmiş olacaktır.

Önemli bir husus da çifte kodlamanın birbirinden kopamayacak ve ayrışamayacak bir biçimde esere organik olarak gömülü olabilmesidir. Yapıştırma bir yöntem, çifte kodlama işlevini yerine getiremeyecektir.

Kabul etmek gerekir ki, marka iletişiminde reklam ajansları (çok azı bilinçli, çoğu görgüyle) büyük ölçüde çifte kodlamayı başarıyla uygulayagelmişlerdir. Reklam ajansları, hem müşterilerinin hem de geniş kitlelerin farkına varamayacağı, değerlendiremeyeceği birçok mesleki ilkeyi sıkı sıkıya takip etme hassasiyeti gösterirler. Bu, markanın hedef kitlesi farklı olsa bile, daha üst makamlardan onay alma ve markaya kitlesel bir meşruiyet kazandırma amacına da hizmet eder. Gerçek anlamda markalaşma süreci de ancak bu şekilde tamamlanabilir.


Gelecek sayıda devam edeceğim.

THE BRAND AGE DERGİSİNİN EKİM 2012 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR. DEVAM YAZISI: MUSA'NIN ASASI VE ÇİFTE KODLAMA.