BusinessWeek'in haberine göre, Yahoo'nun pazarlama direktörü Cammie Dunaway, artık 'focus' grup çalışmalarını terkettiklerini söylüyor(muş). Farketing.com bu konuya değinmiş ve "İnsanları bir odaya koyup, aynanın arkasından hareketlerini izlerken nasıl normal davranmalarını beklersiniz? İnsan hayatı bu kadar kontrollü müdür? Rahat koltuklarda üzerimizde hiçbir etki/baskı yokken verdiğimiz tepkilerle, normalde etrafımızda sayısız mesaj/yönlendirme varken verdiğimiz tepkilerin aynı olmasını beklemek ne kadar doğru?" sorularını sormuş.
Soruları haklı buluyorum. Biz şimdi muhayyel bir şirketin üst düzey iki muhayyel yöneticisi arasında geçen muhayyel bir konuşmaya kulak misafiri olalım:
- Bakın efendim, bu dokümanda yer alan bulgular, arama toplantılarımızda beyin fırtınası çalışmalarına katılan arkadaşlarımızın önerilerinin konsolide edilmiş bir halidir. Bir diğer deyişle, bu strateji önerileri, tüm çalışanlarımızla birlikte geliştirilmiştir.
- Demek ki Şark Ekspresi Cinayeti’nde olduğu gibi bu suçu hep birlikte işlemişiz, öyle mi?
- ?
- Ürün raflara çakılmış durumda Hasan Bey! Tamam, satış örgütümüzün gücüyle gerekli penetrasyonu sağladık. Lansman bütçesi olarak istediğiniz 6 milyon doları da onaylattım. Kuruşuna kadar harcadınız. Ne diyeceğimi bilemiyorum vallaha? Tam bir skandalle karşı karşıyayız. Neden?
- Efendim, bir saniye, hay Allah nerdeydi? Hah! Bakın kalitatif ve kantitatif araştırma sonuçları… Araştırma raporunda yer alan tavsiyeleri harfiyyen uyguladık.
- Ürünün tadı fazla şekerli bulunmuş, ambalaj dizaynı beğenilmiyor. Yani baştan aşağı fiyasko… Allahım!
- Aman efendim! Ambalaj dizaynıyla ilgili olarak fokus gruptan çok olumlu tepkiler aldık. Kırmızı zemin rengini fokus grup verileri doğrultusunda maviye çevirdik. Zaten biliyorsunuz, dizaynı diğer ambalaj dizaynlarımızı da yapan firmanın Paris ofisinde yaptırdık. Ürünün şeker oranını da fokus grup düşük bulmuştu, bu nedenle artırdık. Azaltırız efendim!
- Azaltırız efendimmiş! Geçmiş olsun!
- Fokus grup üyelerini de her zaman hizmet aldığımız firmadan sağladık. Son derece profesyoneller yani!
- Fokus grup üyeleri… Profesyoneller!..
- Evet, profesyonel ve deneyimliler… Devamlı bu işi yapıyorlar. Hatta rakip ürünün fokus grubu da biri hariç aynı kişilerden oluşuyordu. Biliyorsunuz reklam kampanyasını da Amerikan kökenli ajansımızla yaptık. Kampanyamızı da fokus grup çok beğenmişti. Zaten ülkemizin en büyük ciroya sahip ajanslarından biri… İşi başka kime verecektik ki?
- Yani hiçbir yerde hata yapmamışsınız maşallah!
- Evet, hiçbir hatamız yok efendim! Bakın bunlar da medya planlama şirketimizin kampanya sonrası raporları… Bakın bakın! Tahmini ile gerçekleşen yayın izleme ölçütleri neredeyse aynı. İşte GRP, reach, share oranları... Ayrıca çok da iyi bir CPT tutturduk.
- Allah Allah! Allah Allah!.. Diğer proje nasıl gidiyor?
- Fokus grup çalışmaları devam ediyor, efendim! Arkadaşlar yine profesyonel bir ekip oluşturmuşlar. Çok iyi gidiyor.
Bu konuşmanın kodlarını açalım:
1.
Galiba İcra ya da Yönetim Kurulu Başkanı ile Genel Müdür arasında tatsız bir tartışma yaşanıyor.
2.
Genel Müdür, suçu tüm şirket çalışanlarına teşmil etme konusunda maharetini gösteriyor. Çünkü başarısızlığa neden olan birçok karar “arama toplantısı”nda çıkmıştır.
3.
Araştırma raporunda tavsiye edilen her şey harfiyyen uygulanmış. Oysa ciddiyetle analiz edilmesi gerekmez miydi? Riski alan araştırma şirketi değildir çünkü…
4.
Ambalaj dizaynıyla ilgili olarak fokus gruptan çok olumlu tepkiler alınmış ve kırmızı olan zemin rengi maviye dönüştürülmüş. Bu, tüm ambalaj dizaynı rasyonelinin ortadan kalktığı anlamına geliyor. Bazı bilimsel kriterleri fokus grup belirleyemez. Buna yöneticinin ve ilgili uzmanların izin vermemesi gerekirdi.
5.
Ambalaj dizaynının Paris’te yaptırılmış olması yönetimi sorumluluktan kurtarır mı? Paris’te yanlış, İstanbul’da doğru yapılabileceği gibi tam tersi de olabilir. Paris bir güvence olamaz. Güvence sizde!
6.
Aynı şekilde lansman kampanyasının cirosu yüksek bir ajansa yaptırılması bir tehdit olmadığı gibi, güvence de değildir.
7.
Genel Müdür, fokus grup üyelerinin kalitesinden hiç kuşku duymuyor. Oysa, fokus grup üyelerinin, bir gruptan diğer gruba koşuşturan profesyonellerden oluşması düşünülemez bile! Bu durum, fokus gruptan elde edeceğimiz faydayı ortadan kaldırır ve kesinlikle tam tersi sonuçlar doğurur.
8.
Genel Müdür’e göre medya planlaması da çok başarılı. Medya planlamanın matematiksel olarak çok düzgün olması çok bileşenli bir projeyi kurtaramaz. Ayrıca çok iyi bir CPT tutturmaktan daha önemlisi medyada ‘ne’yin ‘tedavül ettiği’dir.
Jack Trout, her insanın dürüst olmayan bir yanı olduğu için, fokus gruplara akıtılan paranın büyük bir kısmının çöpe gittiğini söylüyor. Dürüst davranmama ayrı bir konu; bence hem kalitatif hem kantitatif araştırmalarda yakışıklı bir moderatörle ya da 19 yaşında genç bir kızla yüz yüze gelen deneklerin verdiği yanıtların hangi insani zaaflarla kirlendiğini elbette iyi analiz etmek gerekir. (Biraz Freudien bir açıklama olduğunun farkındayım, tabii bu doğal olmayı ortadan kaldıracak etkilerden yalnızca biridir. Mesela yaşlı bir teyze de ayağına kadar gelmiş bir üniversite öğrencisinin kalbini kırmak istemeyecektir. Ayrıca araştırmacıların bu gibi durumlara karşı önemler geliştirdiği de muhakkak, ama...) Araştırmaların “konu”suyla, gerçek ortamlarda gayri iradi bir biçimde muhatap olan insanların, gerçek ortamlar dışındaki doğal duygu ve düşüncelerini ölçebilmek için araştırma disiplini yeni yöntemler bulmalı gibi geliyor bana. Çünkü hiç kimse, market rafında gördüğü ambalajın zemin renginin kırmızıdan maviye dönüşmesi gerektiğini aklından bile geçirmez.
Son söz: Araştırmaya kesinlikle karşı değilim. Hatta araştırma sonuçlarını incelemekten ciddi keyif alırım. Ama araştırmalar ve istatistiksel veriler, risk almaktan hoşlanmayan hiçbir ‘sağlamcı’ yöneticinin elinde ‘mazeret’ olmamalıdır. Tüm bu araçlar sizin yaratıcılığınızı ve cesaretinizi besliyorsa anlamlıdır.
Fokus grup bir yönüyle zaten ölü doğmuştu, hayattaki tarafına bakalım.
OKUMA PARÇALARI:
Fokus Grup Çalışmalarında En Sık Düşülen Hatalar
Etnografik Tüketici Araştırmaları | Zeynep Özata, Blogistan
Are Focus Groups Really Obsolete? Or Just One Tool out of Many?
Arslanlar ve Doğal Ortamları, Barış Erkol | isbn9760806
21 Kasım 2005 Pazartesi
19 Kasım 2005 Cumartesi
| Farklılaşmanın farklılaştırılması: Mor inek...
Seth Godin'in 'Purple Cow' adlı kitabından yola çıkarak, 'Mor İneğin Akıllısı' adlı kitabını yazan Prof. Dr. Arman Kırım "farklılaşma"yı nasıl farklılaştırdı? Kitap ve konferanslar dizisi neden bu kadar ilgi gördü?
Godin, Fransa’da bir otoyolda otomobiliyle giderken yeşil çayırlarda otlayan güzel inekleri görünce kendinden geçer. Ama 15-20 km. ilerleyince bu güzel ineklerin hepsi birbirine benzemeye başlar. İnekler ne kadar güzel olursa olsun, bir süre sonra sıkıcı gelmeye başlarlar. Bu nedenle Godin, bu çayırlarda otlayan bir “mor inek” olsaydı, kendisine ne kadar ilgi çekici ve farklı geleceğini düşünür. Ve kitap devam eder.
Prof. Dr. Arman Kırım, buradan yola çıkarak 'Mor İneğin Akıllısı' adlı kitabını yazar. Türkiye’de "mor inek"li kitap ve konferanslar dizisi gerçekten çok ilgi görür. Yıllardır KOBİ seminerlerinde bile ezberletilen pazarlama stratejileri arasındaki farklılaşma stratejisi (differentiation) birden “mor inek”e dönüşüverir.
Bu zamana kadar kimsenin umursamadığı ‘farklılaşma’ birden ilgi odağı oluverir. Prof. Kırım, kendisiyle yapılan bir söyleşide zaten bunun yeni bir şey olmadığını söylüyor: “Aşağı yukarı 30-40 yıldır bu konu vardır. Business hayatı devam ettikçe de olacaktır. Çünkü başarılı olmak, insanların dikkatini çekmek ve hakkında konuşulmasını istiyorsan sürüden ayrılacaksın, farklı olacaksın. Farklı olma konusu yıllardan beri konuşulur.”
Peki farklılaşma “mor inek”e dönüşünce eskiden göremediği bu “itibar” patlamasına nasıl kavuştu? Seth Godin ve Prof. Arman Kırım neyi başardılar? Prof. Kırım’a da söyledim: “Hocam, siz farklılaşmayı farklılaştırdınız.”
Daha önce “Ya farklılaş ya da öl!” diyen Jack Trout bile bu ölçüde başarılı olamamıştı.
Evet, yılların “farklılaşma”sı “mor inek” olarak farklılaştırılınca gerçekten hak ettiği ilgiyi de çekmiş oldu. “Fark yaratma”nın başarısı…
Bu arada ben; fark, farklılık (difference), farklı (different), farklılaşma (differentiation) ve farklılaştırma (discrimination) gibi kavramlara göre Türkçemizin yaratıcılığını da gösteren “fark yaratma” deyimini çok daha uygun buluyorum. Godin de “Ben farklılaşmaya değil, 'yeniden düzenleme'ye (Türkçe bir kaynaktan aldığım için İngilizce olarak hangi kavramı kullanıyor, bilmiyorum. AST) inanıyorum.” diyor.
Niye “mor inek"? Ben bilmiyorum. Godin’in Milka’yla bir ilişkisi mi var, onu da bilmiyorum. Belki de Fransa otlaklarında koyun göremediği için “pembe koyun” dememiştir!
OKUMA PARÇASI:
Mor İnek, Elbette Farklılaşma | Arda Öztaşkın
Jack Trouth: Ya farklılaş ya da öl!
Godin, Fransa’da bir otoyolda otomobiliyle giderken yeşil çayırlarda otlayan güzel inekleri görünce kendinden geçer. Ama 15-20 km. ilerleyince bu güzel ineklerin hepsi birbirine benzemeye başlar. İnekler ne kadar güzel olursa olsun, bir süre sonra sıkıcı gelmeye başlarlar. Bu nedenle Godin, bu çayırlarda otlayan bir “mor inek” olsaydı, kendisine ne kadar ilgi çekici ve farklı geleceğini düşünür. Ve kitap devam eder.
Prof. Dr. Arman Kırım, buradan yola çıkarak 'Mor İneğin Akıllısı' adlı kitabını yazar. Türkiye’de "mor inek"li kitap ve konferanslar dizisi gerçekten çok ilgi görür. Yıllardır KOBİ seminerlerinde bile ezberletilen pazarlama stratejileri arasındaki farklılaşma stratejisi (differentiation) birden “mor inek”e dönüşüverir.
Bu zamana kadar kimsenin umursamadığı ‘farklılaşma’ birden ilgi odağı oluverir. Prof. Kırım, kendisiyle yapılan bir söyleşide zaten bunun yeni bir şey olmadığını söylüyor: “Aşağı yukarı 30-40 yıldır bu konu vardır. Business hayatı devam ettikçe de olacaktır. Çünkü başarılı olmak, insanların dikkatini çekmek ve hakkında konuşulmasını istiyorsan sürüden ayrılacaksın, farklı olacaksın. Farklı olma konusu yıllardan beri konuşulur.”
Peki farklılaşma “mor inek”e dönüşünce eskiden göremediği bu “itibar” patlamasına nasıl kavuştu? Seth Godin ve Prof. Arman Kırım neyi başardılar? Prof. Kırım’a da söyledim: “Hocam, siz farklılaşmayı farklılaştırdınız.”
Daha önce “Ya farklılaş ya da öl!” diyen Jack Trout bile bu ölçüde başarılı olamamıştı.
Evet, yılların “farklılaşma”sı “mor inek” olarak farklılaştırılınca gerçekten hak ettiği ilgiyi de çekmiş oldu. “Fark yaratma”nın başarısı…
Bu arada ben; fark, farklılık (difference), farklı (different), farklılaşma (differentiation) ve farklılaştırma (discrimination) gibi kavramlara göre Türkçemizin yaratıcılığını da gösteren “fark yaratma” deyimini çok daha uygun buluyorum. Godin de “Ben farklılaşmaya değil, 'yeniden düzenleme'ye (Türkçe bir kaynaktan aldığım için İngilizce olarak hangi kavramı kullanıyor, bilmiyorum. AST) inanıyorum.” diyor.
Niye “mor inek"? Ben bilmiyorum. Godin’in Milka’yla bir ilişkisi mi var, onu da bilmiyorum. Belki de Fransa otlaklarında koyun göremediği için “pembe koyun” dememiştir!
OKUMA PARÇASI:
Mor İnek, Elbette Farklılaşma | Arda Öztaşkın
Jack Trouth: Ya farklılaş ya da öl!
18 Kasım 2005 Cuma
| Dijital ekonomi, iletişim endüstrileri ve bir mecra olarak televizyonun geleceği
Yrd. Doç. Dr. Serhat Baştan’ın ifadesiyle “Aralarındaki teknolojik sınırların netliğini kaybetmesiyle, elektronik kitle iletişim, telekomünikasyon ve bilişim endüstrileri birleşmektedir. Bu iletişim endüstrilerinin tümleşik içerikleri ile etkileşimli hizmetlerine karşı kitlelerin ilgileri giderek artmakta, izleme biçimleri değişmekte ve etkileşime önem veren yeni bir izleyici kültürü ortaya çıkmaktadır.” Bir kitlesel iletişim enstrümanı olarak reklam sektörünün en önemli mecralarından biri olan televizyon, bu gelişmeler karşısında tahtından inecek mi?
Yerini alma (ikâme) hikayesi ne kadar doğru? Geçen yüzyılın sonlarına yaklaşırken, yanlış güven ve rasyonel dayanaktan yoksun ümitlerle beslenen “teknoloji” (internet, ağ, yazılım) yönelimi yaratılan beklentileri açklamaya yeterli görülüyordu. Nadir de olsa bazen teknoloji pazardaki iş başarısının nedeni de olbiliyordu. Halbuki, teknolojiye gereksinim onun bir “kolaylaştırıcı’’dan başka bir şey olmadığını göstermeliydi. Ancak, ‘kısa dönemde’ teknolojiyi gereğinden fazla önemseme ne kadar yanlış ise, ‘uzun dönemde’ onu gözardı etmek de o kadar büyük hatadır. İnternet şirketleri, medyanında yardımıyla, bu hatalardan birincisine, telekom şirketleri de, teknolojinin ağlar üzerindeki etkisini gözardı ederek ikincisine düştüler. Birinci hatada, yeni bir teknolojinin başarısı için gereken sürenin yanlış öngörülmesi ile tüm pazarların internet üzerine kısa sürede yayılacağı inancı bulunuyordu. Bunun en güzel göstergesi “e-herşey” hayalinde görülebilir. Biz buna yerini alma (ikâme) sanısı diyoruz. Benzer gelişim geçmişte de yaşanmıştı. Televizyon radyonun sonunu, kişisel bilgisayar (PC) televizyonun sonunu, internet basılı gazetelerin sonunu getirecekti. Uzun dönemde belki böyle bir dönüşüm söz konusu, ancak kısa dönem veya geçişte eski ve yeni teknolojilerin yanyana yaşayacaklarını düşünmek daha gerçekçi oluyor. (Refik ve İbrahim Cahit Arkut)
Televizyon karşısında sinemanın da bir dönem bocaladığını, ama kendini zekice toparlayarak hayatını sürdürdüğünü unutmayalım.
Son yüz yıldır gördüğümüz, eski teknolojilerin de kendilerini yenileyerek yeni teknolojilerle bir arada yaşamalarının mümkün olduğudur. Gerçi özellikle son on beş yıldır bu alanda yaşadığımız başdöndürücü gelişmeler, artık her şeyin tepetaklak olabileceği ihtimalini düşündürtmüyor değil. Ama ben, teknolojik gelişmeler ne olursa olsun, TV’ye muhatap olan (ya da maruz kalan) insanlar tarafından konuya baktığımda, TV ya da ona benzer, çok da etkileşimli olmayan, “ortak” olarak muhatap olunan bir şeyin kısa sürede ortadan kalkmayacağına inanıyorum.
Yine Baştan’ın ifadesiyle iletişim kanallarının kişiselleşmesi kavramıyla izleyicisi “hedef kitle” olarak belirlenmiş geleneksel yayıncılık anlayışı yerine; izleyicisi “hedef bireyler” haline gelmiş ve kendileriyle sözleşme yapılabilen ya da kendilerine etkileşimli hizmetler sunulabilen bir tarzın gelişimi anlatılmak istenmektedir. İletişim kanallarının kişiselleşmesine, enformasyon ve iletişim enstrümanlarının çeşitlenmesi ve etkileşimli hizmetlere uygun hale gelmesi yol açmıştır.
Evet, bunlar gerçekten önemli gelişmeler ve hayatımızda çok önemli yerleri olacağı, hatta hayat tarzımızı dönüştüreceği kesin. Fakat geniş kitlelerin “etkileşimli” mecra talepleriyle ilgili zihniyet devrimi gerçekleşmedikçe “ortak ayin” duygusuyla muhatap olunan “etkileşimsiz” ortak mecra ortadan kaybolmaz. Belki de bunun için sosyopsikolojik ya da genetik devrim gerekeceği düşünülebilir. Bu da mümkün müdür, bilemem.
Hatice Hanım, evinde Sabah Şekerleri’ni izlerken komşunun, Eskişehir’deki Emine Hanım’ın, Samsun’daki Tülay’ın da onu izlediğinden emindir. Ahmet Bey de yarın işyerine gittiğinde Kerim Bey’le Kurtlar Vadisi’ni konuşacak, biraz sonra da açık oturumdaki tartışmayı kendi aralarında sürdüreceklerdir. Tuncay’ın golünü akşam TV’de görmediyseniz ertesi gün berbere gitmemenizi tavsiye ederim.
Bu bir ortak eylemdir. Bu nedenle mecra sayısı gereğinden fazla artmamalıdır, öyle fazlaca “kişiselleşme”sine falan da çok gerek yoktur.
"Home cinema" teknolojilerindeki alternatiflerin çoğalması ve ucuzlamasının, yeni TV teknolojisinin daha büyük ekranlar sunmasının yine bir "ortak eylem" olan sinema salonlarında film izleme oranlarını ciddi anlamda düşüreceğini de sanmıyorum.
Burada, Esra Ercan'ın McLuhan'la ilgili küçük bir parağrafına göz atmakta yarar var: “Mc Luhan'a göre Gutenberg'le başlayan matbaa devrimi, sanayi devriminin öncülüdür. Matbaanın öngörülmemiş bir sonucu, toplumun parçalanmasıdır. McLuhan'ın iddiasına göre okurlar artık okuma işini bireysel olarak gerçekleştirecekleri için diğerlerinden ayrılacaklar ve birbirlerine yabancılaşmaya başlayacaklardı. Mc Luhan bunu şu cümleyle açıklıyordu: “Matbaa denilen aygıt taşınabilir kitabı yarattı, böylece insanlar kendi özel alanlarında diğerlerinden yalıtılmış olarak okuyabilir hale geldiler.” Bununla birlikte McLuhan, eletronik medyayı dünyayı algılamanın kolektif yollarına bir tür geri dönüş olarak değerlendirmektedir. McLuhan “küresel köy” kuramını elektronik medyanın insanlığı yeniden birleştirdiği saptaması üzerine oturtmaktadır. Ne yazık ki McLuhan'ın ömrü, yazılı metni ve elektronik kitle iletişim araçlarını bünyesinde eritip birleştiren Interneti görmeye yetmemiştir, yine de o bunu bir ölçüde öngörebilmiştir.”
İzlenme payı yüksek televizyonların daha çok izlenmesinin bir sebebi de izlenme paylarının gerçekten yüksek olduğunun herkes tarafından biliniyor olmasıdır. Doğru olan, o geniş cemaate katılmaktır çünkü… İzlenme payı düşük televizyonlardan birinde çok çok iyi bir programa rastlasanız bile, azınlığın içinde kalmak yanlıştır. (Bu arada bu televizyonlara önemli bir tüyo vermiş olalım: Ne yapın yapın, izlenme payınız yüksekmiş gibi davranın, bu kanaati yaygınlaştırın. Herkesin ertesi gün diline dolanacak numaralar bulun. İzlemeyenler kahrından ölsün, tesadüfen izleyenlerse kasım kasım kasılsın. Eşiği aştığınızda artık siz de mutlu çoğunluğun arasına girebilir, kendi cemaatinizi yaratabilirsiniz.)
Biliyor musunuz, bu durum markalar için de geçerlidir. Markanın gerçekten marka olabilmesi için önemli koşullardan biri, sadece Ali Bey’in o markayı biliyor ve beğeniyor olması değil, aynı zamanda Kerim Bey tarafından da biliniyor ve beğeniliyor olduğundan emin olmasıdır. Yoksa o saate o kadar para verilir mi, kardeşim?
Bir marka hakkındaki en ölümcül durum, bir yerde adı geçtiğinde, birinin o marka için “O da nedir?” diye sormasıdır.
İletişim teknolojileri, TV’nin geleceği, TV cemaatleri falan derken, belki markaların da ne kadar “kişiselleştirilebileceğini” tartışabiliriz. Bir gün...
OKUMA PARÇASI:
Dijital Ekonominin İletişim Endüstrileri Üzerine Etkileri,
Değişen Tüketici Tercihleri ve Yeni Bir İzleyici Kültürünün Doğuşu |
Yrd. Doç. Dr. Serhat Baştan
Yerini alma (ikâme) hikayesi ne kadar doğru? Geçen yüzyılın sonlarına yaklaşırken, yanlış güven ve rasyonel dayanaktan yoksun ümitlerle beslenen “teknoloji” (internet, ağ, yazılım) yönelimi yaratılan beklentileri açklamaya yeterli görülüyordu. Nadir de olsa bazen teknoloji pazardaki iş başarısının nedeni de olbiliyordu. Halbuki, teknolojiye gereksinim onun bir “kolaylaştırıcı’’dan başka bir şey olmadığını göstermeliydi. Ancak, ‘kısa dönemde’ teknolojiyi gereğinden fazla önemseme ne kadar yanlış ise, ‘uzun dönemde’ onu gözardı etmek de o kadar büyük hatadır. İnternet şirketleri, medyanında yardımıyla, bu hatalardan birincisine, telekom şirketleri de, teknolojinin ağlar üzerindeki etkisini gözardı ederek ikincisine düştüler. Birinci hatada, yeni bir teknolojinin başarısı için gereken sürenin yanlış öngörülmesi ile tüm pazarların internet üzerine kısa sürede yayılacağı inancı bulunuyordu. Bunun en güzel göstergesi “e-herşey” hayalinde görülebilir. Biz buna yerini alma (ikâme) sanısı diyoruz. Benzer gelişim geçmişte de yaşanmıştı. Televizyon radyonun sonunu, kişisel bilgisayar (PC) televizyonun sonunu, internet basılı gazetelerin sonunu getirecekti. Uzun dönemde belki böyle bir dönüşüm söz konusu, ancak kısa dönem veya geçişte eski ve yeni teknolojilerin yanyana yaşayacaklarını düşünmek daha gerçekçi oluyor. (Refik ve İbrahim Cahit Arkut)
Televizyon karşısında sinemanın da bir dönem bocaladığını, ama kendini zekice toparlayarak hayatını sürdürdüğünü unutmayalım.
Son yüz yıldır gördüğümüz, eski teknolojilerin de kendilerini yenileyerek yeni teknolojilerle bir arada yaşamalarının mümkün olduğudur. Gerçi özellikle son on beş yıldır bu alanda yaşadığımız başdöndürücü gelişmeler, artık her şeyin tepetaklak olabileceği ihtimalini düşündürtmüyor değil. Ama ben, teknolojik gelişmeler ne olursa olsun, TV’ye muhatap olan (ya da maruz kalan) insanlar tarafından konuya baktığımda, TV ya da ona benzer, çok da etkileşimli olmayan, “ortak” olarak muhatap olunan bir şeyin kısa sürede ortadan kalkmayacağına inanıyorum.
Yine Baştan’ın ifadesiyle iletişim kanallarının kişiselleşmesi kavramıyla izleyicisi “hedef kitle” olarak belirlenmiş geleneksel yayıncılık anlayışı yerine; izleyicisi “hedef bireyler” haline gelmiş ve kendileriyle sözleşme yapılabilen ya da kendilerine etkileşimli hizmetler sunulabilen bir tarzın gelişimi anlatılmak istenmektedir. İletişim kanallarının kişiselleşmesine, enformasyon ve iletişim enstrümanlarının çeşitlenmesi ve etkileşimli hizmetlere uygun hale gelmesi yol açmıştır.
Evet, bunlar gerçekten önemli gelişmeler ve hayatımızda çok önemli yerleri olacağı, hatta hayat tarzımızı dönüştüreceği kesin. Fakat geniş kitlelerin “etkileşimli” mecra talepleriyle ilgili zihniyet devrimi gerçekleşmedikçe “ortak ayin” duygusuyla muhatap olunan “etkileşimsiz” ortak mecra ortadan kaybolmaz. Belki de bunun için sosyopsikolojik ya da genetik devrim gerekeceği düşünülebilir. Bu da mümkün müdür, bilemem.
Hatice Hanım, evinde Sabah Şekerleri’ni izlerken komşunun, Eskişehir’deki Emine Hanım’ın, Samsun’daki Tülay’ın da onu izlediğinden emindir. Ahmet Bey de yarın işyerine gittiğinde Kerim Bey’le Kurtlar Vadisi’ni konuşacak, biraz sonra da açık oturumdaki tartışmayı kendi aralarında sürdüreceklerdir. Tuncay’ın golünü akşam TV’de görmediyseniz ertesi gün berbere gitmemenizi tavsiye ederim.
Bu bir ortak eylemdir. Bu nedenle mecra sayısı gereğinden fazla artmamalıdır, öyle fazlaca “kişiselleşme”sine falan da çok gerek yoktur.
"Home cinema" teknolojilerindeki alternatiflerin çoğalması ve ucuzlamasının, yeni TV teknolojisinin daha büyük ekranlar sunmasının yine bir "ortak eylem" olan sinema salonlarında film izleme oranlarını ciddi anlamda düşüreceğini de sanmıyorum.
Burada, Esra Ercan'ın McLuhan'la ilgili küçük bir parağrafına göz atmakta yarar var: “Mc Luhan'a göre Gutenberg'le başlayan matbaa devrimi, sanayi devriminin öncülüdür. Matbaanın öngörülmemiş bir sonucu, toplumun parçalanmasıdır. McLuhan'ın iddiasına göre okurlar artık okuma işini bireysel olarak gerçekleştirecekleri için diğerlerinden ayrılacaklar ve birbirlerine yabancılaşmaya başlayacaklardı. Mc Luhan bunu şu cümleyle açıklıyordu: “Matbaa denilen aygıt taşınabilir kitabı yarattı, böylece insanlar kendi özel alanlarında diğerlerinden yalıtılmış olarak okuyabilir hale geldiler.” Bununla birlikte McLuhan, eletronik medyayı dünyayı algılamanın kolektif yollarına bir tür geri dönüş olarak değerlendirmektedir. McLuhan “küresel köy” kuramını elektronik medyanın insanlığı yeniden birleştirdiği saptaması üzerine oturtmaktadır. Ne yazık ki McLuhan'ın ömrü, yazılı metni ve elektronik kitle iletişim araçlarını bünyesinde eritip birleştiren Interneti görmeye yetmemiştir, yine de o bunu bir ölçüde öngörebilmiştir.”
İzlenme payı yüksek televizyonların daha çok izlenmesinin bir sebebi de izlenme paylarının gerçekten yüksek olduğunun herkes tarafından biliniyor olmasıdır. Doğru olan, o geniş cemaate katılmaktır çünkü… İzlenme payı düşük televizyonlardan birinde çok çok iyi bir programa rastlasanız bile, azınlığın içinde kalmak yanlıştır. (Bu arada bu televizyonlara önemli bir tüyo vermiş olalım: Ne yapın yapın, izlenme payınız yüksekmiş gibi davranın, bu kanaati yaygınlaştırın. Herkesin ertesi gün diline dolanacak numaralar bulun. İzlemeyenler kahrından ölsün, tesadüfen izleyenlerse kasım kasım kasılsın. Eşiği aştığınızda artık siz de mutlu çoğunluğun arasına girebilir, kendi cemaatinizi yaratabilirsiniz.)
Biliyor musunuz, bu durum markalar için de geçerlidir. Markanın gerçekten marka olabilmesi için önemli koşullardan biri, sadece Ali Bey’in o markayı biliyor ve beğeniyor olması değil, aynı zamanda Kerim Bey tarafından da biliniyor ve beğeniliyor olduğundan emin olmasıdır. Yoksa o saate o kadar para verilir mi, kardeşim?
Bir marka hakkındaki en ölümcül durum, bir yerde adı geçtiğinde, birinin o marka için “O da nedir?” diye sormasıdır.
İletişim teknolojileri, TV’nin geleceği, TV cemaatleri falan derken, belki markaların da ne kadar “kişiselleştirilebileceğini” tartışabiliriz. Bir gün...
OKUMA PARÇASI:
Dijital Ekonominin İletişim Endüstrileri Üzerine Etkileri,
Değişen Tüketici Tercihleri ve Yeni Bir İzleyici Kültürünün Doğuşu |
Yrd. Doç. Dr. Serhat Baştan
16 Kasım 2005 Çarşamba
| Reklam, galiba sanat değildir.
Sanat, en geniş anlamıyla, yaratıcılığın ve/veya hayalgücünün ifadesi olarak anlaşılır.
Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Bugün sanat terimi birçok kişi tarafından çok basit ve net gözüken bir kavram gibi kullanılabildiği gibi akademik çevrelerde sanatın ne şekilde tanımlanabileceği, hatta tanımlanabilir olup olmadığı bile hararetli bir tartışma konusudur. Açık olan nokta ise sanatın insanlığın evrensel bir değeri olduğu, kısıtlı veya değişik şekillerde bile olsa her kültürde görüldüğüdür. (Wikipedia)
Tanımı en geniş anlamıyla kabul ettiğimizde, "yaratıcılık ve/veya hayalgücü” reklamın da beslendiği önemli kaynaklardır. O halde reklama “sanat” diyebilir miyiz?
“Reklam sanat mıdır?” sorusu zaman zaman reklam sektöründe gündeme gelir, konuyla ilgili kişiler, biraz ter dökerek de olsa bu soruyu cevaplandırmaya çalışır, ama ortaya bir türlü tatmin edici mutabakat çıkmaz. Peki, sorunun kuramsal anlamda cevaplandırılmış olması neyi değiştirecektir? Kendisiyle yapılmış bir söyleşide Ali Taran’ın “Reklam sanat mıdır, değil midir, bilmem ben. Bunun hakkında hiç düşünmedim. Bilmem ben bu konuları. Bilmediğimi de çok rahat söylüyorum. Ben bilmem! Reklamın işlevleri, reklamın görevi nedir? Niye reklam yaptırılır? Nasıl reklam olmalıdır? Bunları biliyoruz.” dediği gibi niye bu konuya kafayı takalım ki? Doğrusu bana göre, bulanıklığın bir nebze olsun netleşmesinin bile “reklam eserlerine” katkısı yadsınmaz. Maden ocağında “kafa lambası” olmadan çalışmak verimi önemli oranda düşürür çünkü…
Bir hüküm verebilmemiz için elbette “reklam” tanımına da göz atmak gerekir. TDK Güncel Türkçe Sözlük’ten okuyalım: reklam: isim, Fr. réclame 1. Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol: “Şehirde canlı reklam dolaştırmak hiçbirimizin aklına gelmemişti.”- R. N. Güntekin 2. Bu amaç için kullanılan yazı, resim, film vb.
Bu tanımın reklamcıları kesmeyeceğini biliyorum, ama yukarıdaki “sanat” tanımını da, çoğu sanatçının, kendisine yapılmış bir saygısızlık olarak değerlendireceğine emin olabilirsiniz. Öyleyse sorunun cevabını çok daha derinlerde aramanın gerekliliği ortaya çıkmış oluyor. Ancak; sanat tarihi, sanat felsefesi ve sanat kuramları gibi derinliklere inmek de bu yazının boyutlarını aşar. Sonuca daha kısa yoldan varmaya çalışacağım.
En azından şunu söyleyebiliriz: Yukarıdaki genel tanım yanında, sanatı, “yaşama sanatı”, “yeme içme sanatı”, “aşk sanatı”, “siyaset sanatı” gibi tamlamalarda kullanıldığı bağlamda ele almadığımız gibi, konunun, “Seda Sayan’ın sanat performansı” ya da “Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu”yla da ilgisi olmadığı kesin… Böyle olsaydı işimiz kolaylaşır, “Bunlar sanat oluyor da reklam neden olmasın?” yargısına çabucak ulaşırdık.
“Sanat nedir?” sorusuna Batı’da verilen ilk somut yanıt; sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit (mimesis) olarak görme eğilimiydi. Mimesis, nesne ile sanat arasında varlığın kopyasının yansıması demektir. Bu bağlamda Platon’a göre, nesneler dünyası idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır.
Reklamın, yaratılırken böyle bir teknik kullanıldığını ya da böyle bir yapısal özellik taşıdığını söyleyemeyiz. Bu noktada reklam için kopyanın kopyasının kopyası, yani "sanatın kopyası" diyebilir miyiz acaba?
Antik dönemlerde şiir ile din, bilim ile büyü, şarkı ile dans aynı şeylerdi. Sanatların ayrışması, kümelerin oluşması, tarım toplumlarının kentleri oluşturmalarıyla birlikte başladı. Sanatla dinin ve büyünün giderek birbirinden ayrışması, sanatın “aşkın” olanla ilgisini kestiği şeklinde yorumlamak bence doğru olmaz.
Bu yoruma katılmamız halinde de reklamın “aşkın” olanla varsa ilişkisini irdelemek gerekir!
Çağdaş sanat kuramcılarından Arthur Danto, bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için gözle görünen, kendi içindeki özellikler dışında sanat teorisi, sanat tarihi bilinci gibi bağlamların da gerekli olduğunu öne sürmüştür. Danto’ya göre sanat eseri, sanat dünyası ahalisine sunulmak üzere yaratılmış özgün bir yapay nesnedir. Sanatçı ise, sanat eseri yaratımına bilinçli olarak katkıda bulunan bir kişidir. Ahali, kendilerine sunulan sanat nesnesini anlamak için belli bir birikime sahip kişilerdir.
Bu kurama göre “sanat dünyası ahalisi”, yani sanatın “hedef kitle”sinden beklenen “sanat nesnesi”ni anlamak için sanat teorisi, sanat tarihi bağlamlarında belli bir birikime sahip olmalarıdır. Reklamın hedef kitle segmentlerinden böyle bir birikim sanırım bekleyemeyiz.
Genel kabul görmüş görüşlere göre sanat; hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirir. İçerdiği fikirler akla kolay gelir türden olmamalı, bir beceri izlenimi vermelidir. Sanatın, kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun olarak göstermesi ve içinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması gerekir. Ayrıca sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması önemlidir.
Reklamın sanat(mış) gibi durduğu yerler olabiliyor. Ancak çıkış ve varış noktaları itibariyle ve sanatın sanat olarak tecrübe edilmesi gerekliliği bakımlarından sanatla ilintisi keskin bir biçiminde ayrışmaktadır.
Birbirine yaklaştığı yerleri ise daha çok sanat teknikleri (zanaat) açısından ele alabiliriz. Mesela, fotoğraf bir sanat dalı olarak kabul edilir ve bir fotoğraf sanatçısı bir reklam fotoğrafı çekebilir. Burada sanatçı, zanaatkarlığını kullanır, ancak ortaya çıkan fotoğraf bir sanat eseri olarak değerlendirilemez. Aynı durum, diğer sanat dalları için de geçerlidir. Burada şöyle bir yargıya varabiliriz: Reklam yaratıcısıyla sanatçı aynı teknikleri kullanırlar, ancak biri sanat eseri vücuda getirirken diğeri reklam eseri…
Sanatın, ekonomik sistemle entegrasyona girerek ticari bir bağlam içinde yer alması ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, edebi eserlerin kitabevlerinde, resimlerin galerilerde, filmlerin sinema salonlarında satılıyor olmaları, onların, sanat eseri olma özelliklerini tek başına ortadan kaldıramaz. Ressam, bir sanat eseri vücuda getirmek amacıyla resmine başlıyor ve tamamlıyorsa, daha sonra onu satması, eserinin sanat hüviyetini yitirmesine neden olmaz, fakat aynı işi tamamen satış hedefiyle yapıyorsa durum tartışılabilir. Danto'nun "sanat dünyası ahalisi" tanımına katılıyorum; sanatın bu hedef kitleye yönelik olarak üretilmesi, onun, bu ahali dışında alıcı bulmasını engellemez. Bu durum, sanat eserine de bir halel getirmez. Reklam eserinin ise hedef kitle nedeniyle çıkış noktası tamamen farklıdır, buna rağmen onun da sanat dünyası ahalisi arasında muhatapları olabilir. O kadar...
Reklamcı ne kadar sanatçıdır? Reklamcıdan sanatçı olması beklenmez, sanat tekniklerini bilmesi beklenir. Fakat reklam sektöründeki yaratıcıların önemli bir bölümünün “sanatçı kişilik” taşıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, zaman zaman yarattığı esere, kendini geniş kitlelere ifade imkanı sağlayan bir sanat eseri muamelesi yapan reklam yaratıcısı ile müşteri ilişkileri veya müşteri arasında “kutsala dokundurmama” gerilimleri yaşanması bundandır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, reklam yaratımı tabii ki "sanatkârâne" bir "iş" olmalıdır. Bunda şüphe yok. Ancak reklam, galiba "sanat" değildir.
Sanat; insanın insanla, insanın evrenle ve insanın aşkın olanla ilişkisini sorgulama ve eşyanın (obje) ardındaki gerçeği (truth, hakikat) ve anlamı arama eylemidir aynı zamanda… Reklam ise eşya için yapay bir “hakikat” ve “anlam” yaratma işidir. Böyle baktığımızda da ona, belki “tersinden sanat” diyebiliriz.
OKUMA PARÇALARI:
Sanat | Ekşi Sözlük'ten Bir Kayıt
A. Selim Tuncer'le Söyleşi
Kimse Mutluyum Demesin | Alper Kırklar
Önce Şiir Vardı | Musa Akar
Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Bugün sanat terimi birçok kişi tarafından çok basit ve net gözüken bir kavram gibi kullanılabildiği gibi akademik çevrelerde sanatın ne şekilde tanımlanabileceği, hatta tanımlanabilir olup olmadığı bile hararetli bir tartışma konusudur. Açık olan nokta ise sanatın insanlığın evrensel bir değeri olduğu, kısıtlı veya değişik şekillerde bile olsa her kültürde görüldüğüdür. (Wikipedia)
Tanımı en geniş anlamıyla kabul ettiğimizde, "yaratıcılık ve/veya hayalgücü” reklamın da beslendiği önemli kaynaklardır. O halde reklama “sanat” diyebilir miyiz?
“Reklam sanat mıdır?” sorusu zaman zaman reklam sektöründe gündeme gelir, konuyla ilgili kişiler, biraz ter dökerek de olsa bu soruyu cevaplandırmaya çalışır, ama ortaya bir türlü tatmin edici mutabakat çıkmaz. Peki, sorunun kuramsal anlamda cevaplandırılmış olması neyi değiştirecektir? Kendisiyle yapılmış bir söyleşide Ali Taran’ın “Reklam sanat mıdır, değil midir, bilmem ben. Bunun hakkında hiç düşünmedim. Bilmem ben bu konuları. Bilmediğimi de çok rahat söylüyorum. Ben bilmem! Reklamın işlevleri, reklamın görevi nedir? Niye reklam yaptırılır? Nasıl reklam olmalıdır? Bunları biliyoruz.” dediği gibi niye bu konuya kafayı takalım ki? Doğrusu bana göre, bulanıklığın bir nebze olsun netleşmesinin bile “reklam eserlerine” katkısı yadsınmaz. Maden ocağında “kafa lambası” olmadan çalışmak verimi önemli oranda düşürür çünkü…
Bir hüküm verebilmemiz için elbette “reklam” tanımına da göz atmak gerekir. TDK Güncel Türkçe Sözlük’ten okuyalım: reklam: isim, Fr. réclame 1. Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol: “Şehirde canlı reklam dolaştırmak hiçbirimizin aklına gelmemişti.”- R. N. Güntekin 2. Bu amaç için kullanılan yazı, resim, film vb.
Bu tanımın reklamcıları kesmeyeceğini biliyorum, ama yukarıdaki “sanat” tanımını da, çoğu sanatçının, kendisine yapılmış bir saygısızlık olarak değerlendireceğine emin olabilirsiniz. Öyleyse sorunun cevabını çok daha derinlerde aramanın gerekliliği ortaya çıkmış oluyor. Ancak; sanat tarihi, sanat felsefesi ve sanat kuramları gibi derinliklere inmek de bu yazının boyutlarını aşar. Sonuca daha kısa yoldan varmaya çalışacağım.
En azından şunu söyleyebiliriz: Yukarıdaki genel tanım yanında, sanatı, “yaşama sanatı”, “yeme içme sanatı”, “aşk sanatı”, “siyaset sanatı” gibi tamlamalarda kullanıldığı bağlamda ele almadığımız gibi, konunun, “Seda Sayan’ın sanat performansı” ya da “Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu”yla da ilgisi olmadığı kesin… Böyle olsaydı işimiz kolaylaşır, “Bunlar sanat oluyor da reklam neden olmasın?” yargısına çabucak ulaşırdık.
“Sanat nedir?” sorusuna Batı’da verilen ilk somut yanıt; sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit (mimesis) olarak görme eğilimiydi. Mimesis, nesne ile sanat arasında varlığın kopyasının yansıması demektir. Bu bağlamda Platon’a göre, nesneler dünyası idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır.
Reklamın, yaratılırken böyle bir teknik kullanıldığını ya da böyle bir yapısal özellik taşıdığını söyleyemeyiz. Bu noktada reklam için kopyanın kopyasının kopyası, yani "sanatın kopyası" diyebilir miyiz acaba?
Antik dönemlerde şiir ile din, bilim ile büyü, şarkı ile dans aynı şeylerdi. Sanatların ayrışması, kümelerin oluşması, tarım toplumlarının kentleri oluşturmalarıyla birlikte başladı. Sanatla dinin ve büyünün giderek birbirinden ayrışması, sanatın “aşkın” olanla ilgisini kestiği şeklinde yorumlamak bence doğru olmaz.
Bu yoruma katılmamız halinde de reklamın “aşkın” olanla varsa ilişkisini irdelemek gerekir!
Çağdaş sanat kuramcılarından Arthur Danto, bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için gözle görünen, kendi içindeki özellikler dışında sanat teorisi, sanat tarihi bilinci gibi bağlamların da gerekli olduğunu öne sürmüştür. Danto’ya göre sanat eseri, sanat dünyası ahalisine sunulmak üzere yaratılmış özgün bir yapay nesnedir. Sanatçı ise, sanat eseri yaratımına bilinçli olarak katkıda bulunan bir kişidir. Ahali, kendilerine sunulan sanat nesnesini anlamak için belli bir birikime sahip kişilerdir.
Bu kurama göre “sanat dünyası ahalisi”, yani sanatın “hedef kitle”sinden beklenen “sanat nesnesi”ni anlamak için sanat teorisi, sanat tarihi bağlamlarında belli bir birikime sahip olmalarıdır. Reklamın hedef kitle segmentlerinden böyle bir birikim sanırım bekleyemeyiz.
Genel kabul görmüş görüşlere göre sanat; hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirir. İçerdiği fikirler akla kolay gelir türden olmamalı, bir beceri izlenimi vermelidir. Sanatın, kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun olarak göstermesi ve içinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması gerekir. Ayrıca sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması önemlidir.
Reklamın sanat(mış) gibi durduğu yerler olabiliyor. Ancak çıkış ve varış noktaları itibariyle ve sanatın sanat olarak tecrübe edilmesi gerekliliği bakımlarından sanatla ilintisi keskin bir biçiminde ayrışmaktadır.
Birbirine yaklaştığı yerleri ise daha çok sanat teknikleri (zanaat) açısından ele alabiliriz. Mesela, fotoğraf bir sanat dalı olarak kabul edilir ve bir fotoğraf sanatçısı bir reklam fotoğrafı çekebilir. Burada sanatçı, zanaatkarlığını kullanır, ancak ortaya çıkan fotoğraf bir sanat eseri olarak değerlendirilemez. Aynı durum, diğer sanat dalları için de geçerlidir. Burada şöyle bir yargıya varabiliriz: Reklam yaratıcısıyla sanatçı aynı teknikleri kullanırlar, ancak biri sanat eseri vücuda getirirken diğeri reklam eseri…
Sanatın, ekonomik sistemle entegrasyona girerek ticari bir bağlam içinde yer alması ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, edebi eserlerin kitabevlerinde, resimlerin galerilerde, filmlerin sinema salonlarında satılıyor olmaları, onların, sanat eseri olma özelliklerini tek başına ortadan kaldıramaz. Ressam, bir sanat eseri vücuda getirmek amacıyla resmine başlıyor ve tamamlıyorsa, daha sonra onu satması, eserinin sanat hüviyetini yitirmesine neden olmaz, fakat aynı işi tamamen satış hedefiyle yapıyorsa durum tartışılabilir. Danto'nun "sanat dünyası ahalisi" tanımına katılıyorum; sanatın bu hedef kitleye yönelik olarak üretilmesi, onun, bu ahali dışında alıcı bulmasını engellemez. Bu durum, sanat eserine de bir halel getirmez. Reklam eserinin ise hedef kitle nedeniyle çıkış noktası tamamen farklıdır, buna rağmen onun da sanat dünyası ahalisi arasında muhatapları olabilir. O kadar...
Reklamcı ne kadar sanatçıdır? Reklamcıdan sanatçı olması beklenmez, sanat tekniklerini bilmesi beklenir. Fakat reklam sektöründeki yaratıcıların önemli bir bölümünün “sanatçı kişilik” taşıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, zaman zaman yarattığı esere, kendini geniş kitlelere ifade imkanı sağlayan bir sanat eseri muamelesi yapan reklam yaratıcısı ile müşteri ilişkileri veya müşteri arasında “kutsala dokundurmama” gerilimleri yaşanması bundandır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, reklam yaratımı tabii ki "sanatkârâne" bir "iş" olmalıdır. Bunda şüphe yok. Ancak reklam, galiba "sanat" değildir.
Sanat; insanın insanla, insanın evrenle ve insanın aşkın olanla ilişkisini sorgulama ve eşyanın (obje) ardındaki gerçeği (truth, hakikat) ve anlamı arama eylemidir aynı zamanda… Reklam ise eşya için yapay bir “hakikat” ve “anlam” yaratma işidir. Böyle baktığımızda da ona, belki “tersinden sanat” diyebiliriz.
OKUMA PARÇALARI:
Sanat | Ekşi Sözlük'ten Bir Kayıt
A. Selim Tuncer'le Söyleşi
Kimse Mutluyum Demesin | Alper Kırklar
Önce Şiir Vardı | Musa Akar
15 Kasım 2005 Salı
| Serbest piyasa ekonomisi, herkes için aynı ölçüde serbest mi?
Güven Borça geçtiğimiz yaz aylarında Marketing Türkiye’de “Markaların Geleceği” başlıklı bir üçleme yayınladı. Bu yazılardan ilki “Küçük Balık, Büyük Balık”, ikincisi “Dünyanın Yol Ayrımı”, sonuncusu ise “Segmentation Forever” alt başlıklarını taşıyordu. Yazılar, markaların geleceğiyle küreselleşme arasındaki ilişkiyi irdeliyor ve ciddi siyasal açılımlar içeriyordu. Her ne kadar Güven Borça meseleleri “aslında konum değil” tavrında ele alıyor olsa da çok ciddi ve berrak bir analiz ortaya koyuyordu.
Bu yazılar, içerik olarak kiminin umurunda olmadığı, kiminin de işine gelmediği için çok yankı bulmadı. Oysa buradaki analizlerde, bırakın pazarlama sektörünü, genel olarak iş ve siyaset dünyasının bile önünü aydınlatacak uyarı ve hatırlatmalarda bulunuyordu, Güven Borça…
Okumanızı hararetle tavsiye ettiğim için yazılara ulaşabileceğiniz linkleri burada veriyorum:
Küçük Balık, Büyük Balık
Dünyanın Yol Ayrımı
Segmentation Forever
Serbest pazar ekonomisinin herkes için aynı ölçüde serbest olup olmadığı kapitalizmin ilk dönemlerinden beri tartışılan bir konudur. Sonuçta kapitalizmin bugünkü geldiği nokta itibariyle, özellikle son birkaç yıldaki dramatik evrilişini de göz önünde bulunduracak olursak, bundan, tüm dünyanın etkilenmemesini düşünmek mümkün olmaz. Peki, ait olduğumuz sektör ya da sektörler açısından bunun analizini yapmadan doğru bir hedefe yol almak söz konusu olabilir mi? Güven Borça yolumuzu aydınlatıyor.
O günlerde ilk iki yazıyı nedense kaçırmış olduğum için önce son yazıyı okudum. Hemen ilk iki yazıya ulaştım ve o heyecanla Borça’ya duygularımı aktaran bir posta gönderdim:
"Üç sayıdır Marketing Türkiye’de, bizim sektörün kafa konforuna pek de uygun olmayan yazılar kaleme alıyorsun. İlgiyle okuyorum.
Bu diziyi sürderecek misin bilmiyorum, ama 'kapitalizm ve tekelleşme' ve 'küresel tekelleşme' konularına bir miktar ilgi duyduğum için arşivimde bulunan iki dokümanı tartışmaya küçük bir katkı olması adına sana gönderiyorum. Biri Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Meryem Koray’ın 'Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları' başlıklı bildirisi, diğeri de Immanuel Wallerstein ile 1997 yılında yapılmış bir söyleşi...
Tabii kapitalizm, piyasa, hegemonik güçler ve tekelleşme konularına girince Immanuel Wallerstein, Jürgen Habermas ve Fernand Braudel gibi düşünür bilimadamlarını saygıyla anmak gerekir.
Biraz uzun olacak, ama bak Braudel sana nasıl destek veriyor:
'Dün olduğu gibi bugün de, Sanayi Devrimi’nden önce olduğu gibi sonra da, kapitalizmin gerçek yurdu anti-piyasadır; büyük yağmacıların homurdandığı ve orman kanununun geçerli olduğu karşı-piyasa (counter-market)... Sözümona 'hür' dünya müstesna bir dönüşüm yaşıyor; artan üretim potansiyeli, dev ve çoğunlukla çok uluslu şirketlerin mantar gibi büyümesi, her şeye gücü yeten piyasanın, piyasa ekonomisinin eski düzenini tersine çevirdi. Piyasa yasaları artık dev şirketler için geçerli değildir. Galbraith bu yeni olguya ‘sanayi sistemi’ diyor, Perroux ise ‘organizasyon’. Her ikisi de haklıdırlar. Piyasa ekonomisinin bel kemiği rekabettir; kapitalizm ise varlığını rekabeti mümkün olduğu kadar ortadan kaldırmaya borçlu. Bu hususta en büyük yardımcıları ise devlet ve toplum. Kapitalizm ancak devlet ile özdeş hale geldiği zaman, kendisi devlet olduğu zaman muzaffer olur. Diğer yandan, küçük azınlığın koruluğu diyebileceğimiz kapitalizm, toplumun aktif suç ortaklığı olmadan varlığını sürdüremez.'
Bir de Wallerstein’tan azıcık yürek ferahlatan bir analiz: 'Bana sorarsanız bu (Batı'nın izafi yükselişi. AST) irrasyonel bir serüvendi. Polanyi’nin ifadesiyle 'Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması gerekirken, toplumsal ilişkilerin ekonomik sisteme gömülü olduğu' bu acayip sistemi Batı icat etti. Bütün diğer uygarlıklar gayet akılcı bir biçimde bu terslikten kaçınmışlardı. Maddesi itibariyle akıldışı olan bu sistem sürdürülebilir değildir. Ancak, insanlığın şimdi daha akıllıca bir sistem geliştirip geliştiremeyeceği de belli değildir.'
Daha iyi bir gelecek adına ümitlenmek için bir ‘marketing’ dergisinde yayınlanan bu yazılar(ın) bile bize ışık olabilir. Aklına sağlık.”
Sözünü ettiğim dokümanları sizlerle de paylaşmayı arzu ederim. Ama öncelikle Güven Borça’nın yazılarını okumalısınız.
Çoğu meslek için pratik bilgi ve teknik donanım dışında aynı zamanda bir entelektüel birikime ihtiyaç vardır. Ama bizim meslekte daha da fazlası gerekir. Teşekkürler Güven Borça.
OKUMA PARÇALARI:
Immanuel Wallerstein'la Söyleşi
Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları | Meryem Koray
Alınacak Dersler: Balta Limanından Tanzimata... | Tansel Güçlü
Bu yazılar, içerik olarak kiminin umurunda olmadığı, kiminin de işine gelmediği için çok yankı bulmadı. Oysa buradaki analizlerde, bırakın pazarlama sektörünü, genel olarak iş ve siyaset dünyasının bile önünü aydınlatacak uyarı ve hatırlatmalarda bulunuyordu, Güven Borça…
Okumanızı hararetle tavsiye ettiğim için yazılara ulaşabileceğiniz linkleri burada veriyorum:
Küçük Balık, Büyük Balık
Dünyanın Yol Ayrımı
Segmentation Forever
Serbest pazar ekonomisinin herkes için aynı ölçüde serbest olup olmadığı kapitalizmin ilk dönemlerinden beri tartışılan bir konudur. Sonuçta kapitalizmin bugünkü geldiği nokta itibariyle, özellikle son birkaç yıldaki dramatik evrilişini de göz önünde bulunduracak olursak, bundan, tüm dünyanın etkilenmemesini düşünmek mümkün olmaz. Peki, ait olduğumuz sektör ya da sektörler açısından bunun analizini yapmadan doğru bir hedefe yol almak söz konusu olabilir mi? Güven Borça yolumuzu aydınlatıyor.
O günlerde ilk iki yazıyı nedense kaçırmış olduğum için önce son yazıyı okudum. Hemen ilk iki yazıya ulaştım ve o heyecanla Borça’ya duygularımı aktaran bir posta gönderdim:
"Üç sayıdır Marketing Türkiye’de, bizim sektörün kafa konforuna pek de uygun olmayan yazılar kaleme alıyorsun. İlgiyle okuyorum.
Bu diziyi sürderecek misin bilmiyorum, ama 'kapitalizm ve tekelleşme' ve 'küresel tekelleşme' konularına bir miktar ilgi duyduğum için arşivimde bulunan iki dokümanı tartışmaya küçük bir katkı olması adına sana gönderiyorum. Biri Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Meryem Koray’ın 'Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları' başlıklı bildirisi, diğeri de Immanuel Wallerstein ile 1997 yılında yapılmış bir söyleşi...
Tabii kapitalizm, piyasa, hegemonik güçler ve tekelleşme konularına girince Immanuel Wallerstein, Jürgen Habermas ve Fernand Braudel gibi düşünür bilimadamlarını saygıyla anmak gerekir.
Biraz uzun olacak, ama bak Braudel sana nasıl destek veriyor:
'Dün olduğu gibi bugün de, Sanayi Devrimi’nden önce olduğu gibi sonra da, kapitalizmin gerçek yurdu anti-piyasadır; büyük yağmacıların homurdandığı ve orman kanununun geçerli olduğu karşı-piyasa (counter-market)... Sözümona 'hür' dünya müstesna bir dönüşüm yaşıyor; artan üretim potansiyeli, dev ve çoğunlukla çok uluslu şirketlerin mantar gibi büyümesi, her şeye gücü yeten piyasanın, piyasa ekonomisinin eski düzenini tersine çevirdi. Piyasa yasaları artık dev şirketler için geçerli değildir. Galbraith bu yeni olguya ‘sanayi sistemi’ diyor, Perroux ise ‘organizasyon’. Her ikisi de haklıdırlar. Piyasa ekonomisinin bel kemiği rekabettir; kapitalizm ise varlığını rekabeti mümkün olduğu kadar ortadan kaldırmaya borçlu. Bu hususta en büyük yardımcıları ise devlet ve toplum. Kapitalizm ancak devlet ile özdeş hale geldiği zaman, kendisi devlet olduğu zaman muzaffer olur. Diğer yandan, küçük azınlığın koruluğu diyebileceğimiz kapitalizm, toplumun aktif suç ortaklığı olmadan varlığını sürdüremez.'
Bir de Wallerstein’tan azıcık yürek ferahlatan bir analiz: 'Bana sorarsanız bu (Batı'nın izafi yükselişi. AST) irrasyonel bir serüvendi. Polanyi’nin ifadesiyle 'Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması gerekirken, toplumsal ilişkilerin ekonomik sisteme gömülü olduğu' bu acayip sistemi Batı icat etti. Bütün diğer uygarlıklar gayet akılcı bir biçimde bu terslikten kaçınmışlardı. Maddesi itibariyle akıldışı olan bu sistem sürdürülebilir değildir. Ancak, insanlığın şimdi daha akıllıca bir sistem geliştirip geliştiremeyeceği de belli değildir.'
Daha iyi bir gelecek adına ümitlenmek için bir ‘marketing’ dergisinde yayınlanan bu yazılar(ın) bile bize ışık olabilir. Aklına sağlık.”
Sözünü ettiğim dokümanları sizlerle de paylaşmayı arzu ederim. Ama öncelikle Güven Borça’nın yazılarını okumalısınız.
Çoğu meslek için pratik bilgi ve teknik donanım dışında aynı zamanda bir entelektüel birikime ihtiyaç vardır. Ama bizim meslekte daha da fazlası gerekir. Teşekkürler Güven Borça.
OKUMA PARÇALARI:
Immanuel Wallerstein'la Söyleşi
Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları | Meryem Koray
Alınacak Dersler: Balta Limanından Tanzimata... | Tansel Güçlü
13 Kasım 2005 Pazar
| Pazarlama ve markalaşma stratejisi olmayan ülkenin “pazarlamacısı” olmak mümkün mü?
Ali Atıf Hoca, 23 Ekim 2005 tarihli “Başbakan, Türkiye’yi pazarlamıyor, satıyor” başlıklı yazısında Sayın Başbakan’ın muhalefeti ayağa kaldıran sözlerini yorumladı ve bazı haklı eleştirilerde bulundu. Hemen ertesi gün de Turizm Bakanlığı’nın Türkiye tanıtım ihalesini değerlendirdi. Hoca pek ilgi kurmamıştı, ama bu iki değerlendirme yazısının birbiriyle yakın ilişkisi vardı.
Ben de bunun üzerine kendisine bir mail geçtim:
“Başbakan ‘Ben bu ülkenin adeta pazarlamacısıyım.’ dediğini duyduğumda ‘Tamam,’ dedim, ‘acayip dile dolanır şimdi!’ Kim pazarlamanın satışla aynı şey olmadığını bilecek de Başbakan’ın sözlerini doğal karşılayacaktı? Nitekim, beklediğim kadar olmasa bile ‘Memleketi sattığını itiraf etti.’ türünden yorumlar oldu.
Pazar günkü yazınızda konuya getirdiğiniz doğru bakış açısı aynı zamanda Pazartesi günkü yazınızda değindiğiniz Turizm Bakanlığı ihalesiyle de yakından ilgili...
İhaleyi yapan Turizm Bakanlığı, ihalenin adı sizin ifadenizle ‘Türkiye’nin Tanıtım İhalesi...’ Yapılan iş, ürün (turizm) satışına destek... Gördüğünüz gibi ‘pazarlama’ değil, satış etkinliği... Arkasında ciddi bir pazarlama stratejisi olmadığı için ürünü de fiyat rekabetiyle yok pahasına satıyoruz zaten. Ayrıca bu satışı da standart bir yaklaşımla yapıyoruz. Geçen yıl Japonya’da Türk Haftası esnasında Tokyo Büyükelçiliğimizin bir görevlisine ‘Türkiye’nin tanıtım işleri burada nasıl gidiyor?’ diye sorduğumda şu yanıtı almıştım: ‘Bir deniz filmi yapıp bize gönderiyorlar. Biz de buradaki TV’lerde yayınlatıyoruz. Ama Japonlar’ı buradan Türkiye’ye deniz için öldürsen gönderemezsin. Onların deniz tatili için çok daha yakın ve çok daha cazip o kadar seçeneği var ki!’
Tabii sorun tek başına bu hükümetle ilgili değil... Yıllarca böyle yapılıyor, şimdi de böyle gidiyor.
Marketing Türkiye’nin geçen sayısında Simon Anholt’la bir söyleşi yapılmıştı. Bu söyleşinin bir bölümü ülkelerin markalaşma stratejileriyle ilgili...
‘Devletler, ülkelerinin imajının ve itibarının en önemli sorumlulukları olduğunu fark etmeli ve bu konuyu çok dikkate almalılar. Eğer buna önem vermezlerse, o zaman, daha güçlü bir devlet, onlar için ülkelerinin ‘marka yapısı’nı oluşturur; Başkan Bush’un diğer ülkeler için agresif markalaştırma süreci buna güzel bir örnektir. Devletler bu sürece tüm kaynaklarını, daha da önemlisi devletin, özel sektörün, kültür, eğitim, din gibi alanların en değerli ve etkili kişilerini ve temsilcilerini bu iş için seferber etmelidir. Bir strateji yapılmalı ve bunun en az on yıl sürdürülmesi sağlanmalıdır. İlk önce ülkenin mevcut imajı araştırılmalı. Burada objektif olmak ve süreç boyunca ölçümleri sürdürmek çok önemli. Diğer ülkelerin en iyi ve en kötü deneyimleri dikkatle incelenmeli. Başkan ve/veya Cumhurbaşkanı bu proje ile kişisel olarak ilgilenmeli. Strateji; inanılır, basit, derin, uzun vadeli ve kendine özgü olmalıdır. Ülkenin markalaşma stratejisiyle turizm tanıtımı ya da yatırım tanıtımını birbirine karıştırmamak gerekir. Bunlar (Yani turizm ve yatırım tanıtımları... AST) sadece bütünün parçalarıdır. (Bence küçük parçalarıdır. Türkiye’nin tanıtım etkinliklerini hatırlayalım. Aslında turizm satışı, sadece satıştır ve farklılık yaratamayacağı için markalaşmaya katkısı çok küçüktür. Bu durumda Türkiye’nin bir markalaşma stratejisi yoktur. AST)’
İki yazınızı arka arkaya okuyunca bunları sizinle paylaşmak istedim."
Sayın Başbakan’ın ülkesi için, belki de Türkiye’de ilk kez “pazarlama” kavramını cesaretle kullanması elbette çok önemli bir gelişmedir. Ancak, 'pazarlamacı' olmak için ülkenin bir “pazarlama ve markalaşma stratejisi”ne ihtiyacı olduğu unutulmamalı ve bu konuda gerçekten ciddi adımlar atılmalıdır.
Bir marka değeri yaratamazsak, turizm satışlarında olduğu gibi yatırımlarda, yabancı sermaye girişinde, hatta siyasi alışverişlerde de her şeyimiz “ucuz”a gider.
| Amblem, soyutlamadır.
Bana “Amblem nedir?” diye sorulduğunda öncelikle tek bir kelimeyle cevaplıyorum: “Soyutlamadır.”
Bir domates satıcısını temsil edecek en doğru amblem domates olabilir mi? Böyle bir durum, bütün domatesçilerin ambleminin domates olması sonucunu doğururur ki, bu, amblemden beklenen temsil yeteneğini ortadan kaldırır. Domates, belki yalnızca bir çıkış noktası olarak kullanılabilir.
Bugünlerde Türk Kara Kuvvetleri’nin brövesinde yapılan değişiklik tartışılıyor. Tabii tartışmanın grafik tasarım kriterleri bakımından yapılmasını beklemek gereksiz, ancak rasyonel bir temele oturmasında da yarar var. Olay şu: Kara Kuvvetleri Komutanlığı, brövesini yenilerken eski brövede yer alan Atatürk’ün Kocatepe’deki ünlü görüntüsünü kaldırıyor. Ve kıyamet kopuyor.
Atatürk bir simgedir. Ve bu simge iki önemli değer barındıryor bünyesinde: Ulusal bağımsızlık ve çağdaş uygarlık düzeyi... “Çağdaş” kavramıyla içinde yaşanan “çağ” arasında zorunlu bir ilişki bulunmasına karşın kimilerinin bunu “belli bir çağ” olarak algılaması, ister istemez konservatif bir yaklaşım çıkarıyor ortaya. Bu nedenle, kullanılması gereken kriterler anakronik bir düzlemde kalarak tartışmalar herkesin boşluğa konuşması biçimine dönüşüyor.
Kutsal olanla dünyevi olan tartışmasına girmeye gerek yok. Ama gözlemlediğim bir şey var ki, “kutsal”laştırmalar yeni değerlerin oluşmasını engellemesinin yanında, çağdaş kriterlerin dikkate alınmaması gibi irrasyonel bir “inanç” zemini oluşturuyor. Bu da rasyonel ve yararlı bir tartışma imkanını ortadan kaldırıyor. Bu tartışmanın tarafları arasında herhangi bir grafik tasarımcı ya da bilim adamının yer almaması bunu kanıtlamıyor mu?
Kutsallaştırmaların formlara bile yansıması ilginçtir. Bir devlet kurumuna amblem tasarlandığında kullanılacak formlar bellidir. Yeni bröve bu teamüllerin dışına çıkmış değildir. Ancak söylemek gerekir ki, en azından grafik tekniği açısından doğru bir yenilik yapılmıştır. Genelkurmay da konuyla ilgili olarak elinden geldiğince bir savunma yaptı, eski brövenin teferruatının çok olduğu ve bu nedenle küçük boyutlarda ayrıntıların kaybolduğunu belirterek yeni brövenin bu sorunları giderdiğini açıkladı. Amblemin soyutlama ve temsil yeteneği konularına burada hiç girmeyelim.
Bu tartışma bana, bundan beş altı yıl kadar önce yaşanan bir başka olayı hatırlattı. Bildiğiniz gibi Ankara Büyükşehir Belediyesi de Ankara’nın kent amblemini değiştirme çabasına girişti. Birçok hukuki engelleme çabası sonunda, sanıyorum bu amblem, sonuçta Büyükşehir Belediyes'nin simgesi olarak kullanılmaya devam ediyor.
Ankara’nın eski amblemi bir Hitit güneşi stilizasyonuydu. (Sıhhiye meydanındaki heykeli hatırlayın.) Hitit güneşinin Ankara’yı temsil edip edememe, kentin yeni ve temsil yeteneği yüksek bir ambleme ihtiyaç duyup duymadığı tamamen ayrı bir tartışmanın konusudur. Ortaya gerçekten temsil edici ve yetkin bir çalışma çıkmış olsaydı, belki buna gerçekten ihtiyacımız olduğu kanaatine de ulaşabilirdik. Ancak bu amblemi, öncelikle grafik tasarım açısından değerlendirirsek, ne soyutlama becerisi ne denge ve oran ne de temsil yeteneği bakımından bu kriterlere uygunluğunu iddia edebiliriz. Estetik değerler açısından üç bin yıllık Hitit uygarlığı mirasının yanına bile yaklaşamayan bir simge form yaratamadıktan sonra, doğrusu, bunun hukuki tartışmaları benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Sonuçta ortaya bir çalışma çıkmıştır, bunun kritiğini uzmanlık düzeyinde yapmak, eleştirileri öncelikle o kapsamda oluşturmak gerekmez miydi? İçinde cami var diye amblem eleştirisi yapmak, ilgisi olmayan insanların Hitit uygarlığının sanki mirasçılarıymış gibi davranmaları ister istemez tartışmayı gereksiz düzlemlere çekmiş oldu. İddia ve suçlamalar bu düzlemden yapılırsa elbette savunma da o düzlemden yapılıyor. Oysa bir amblemde cami stilizasyonu da olabilir, pekala Hitit uygarlığı motiflerinden de vazgeçilebilir. Belki de tartışma doğru alanda yapılmış olsaydı, yeni amblemin savunucuları da daha çağdaş ve temsil edici bir simge geliştirilmesi konusunda ikna olurlardı.
Mimari ile kent arasındaki ilişki organiktir. Bazı kentler, o kenti gerçekten temsil edebilecek, kentin tüm değerlerini bünyesinde barındıran mimari eserlere sahiptirler. Ve bunları amblem olarak kullanırlar. Temsil yeteneği açısından büyük imkanlar sağlayan bu eserlerin simge olarak kullanılması da yanlış bir yaklaşım değildir. Ankara’nın önerilen ambleminde kenti temsil ettiğine inanılan iki mimari eser yer almaktadır: Adı “ata” ile başlıyor diye sembol değer izafe edilen Atakule, cami olduğu için bütün kusurlarının görmezden gelineceği düşünülen, betonarme teknolojisiyle üretilmiş kötü bir taklit olan Kocatepe Camii… Oysa bana göre, sembolleştirilsin diye söylemiyorum, ama Ankara’da temsil yeteneği olan tek mimari eser Anıtkabir’dir.
Amblemde ayyıldızın yengeç gibi tepetaklak olması ayrı bir sorun...
Bu arada, Ankara amblemi tartışmasında da herhangi bir bilim adamının görüş serdettiğine tanık olmadık. Olduysa da mecralarda değer bulmadığı muhakkak. Çünkü bu gibi durumlarda, yukarıda da söylediğim gibi olgu yerine inançlar tartışılıyor.
Formların bile kutsallaştırıldığından söz etmiştim. Türk Kara Kuvvetleri ile Ankara amblemi arasındaki dış form benzerliği dikkatiniz çekiyor mu? Gerçi bu form çıkış noktası itibariyle gerçekten “kutsal”dır, ancak bizim kutsalımız değildir.
Bu form, haçın sadeleştirilmiş halinden başka bir şey değildir.
Tamamen iyi niyetlerle yola çıkılmış olduğunu düşünebiliriz, ama işin içine uzmanlığı sokmadığınızda gördüğünüz gibi iyi niyet yetmiyor. Sonuç: “Haç”ın içinde bir “cami”.
Bir domates satıcısını temsil edecek en doğru amblem domates olabilir mi? Böyle bir durum, bütün domatesçilerin ambleminin domates olması sonucunu doğururur ki, bu, amblemden beklenen temsil yeteneğini ortadan kaldırır. Domates, belki yalnızca bir çıkış noktası olarak kullanılabilir.
Bugünlerde Türk Kara Kuvvetleri’nin brövesinde yapılan değişiklik tartışılıyor. Tabii tartışmanın grafik tasarım kriterleri bakımından yapılmasını beklemek gereksiz, ancak rasyonel bir temele oturmasında da yarar var. Olay şu: Kara Kuvvetleri Komutanlığı, brövesini yenilerken eski brövede yer alan Atatürk’ün Kocatepe’deki ünlü görüntüsünü kaldırıyor. Ve kıyamet kopuyor.
Atatürk bir simgedir. Ve bu simge iki önemli değer barındıryor bünyesinde: Ulusal bağımsızlık ve çağdaş uygarlık düzeyi... “Çağdaş” kavramıyla içinde yaşanan “çağ” arasında zorunlu bir ilişki bulunmasına karşın kimilerinin bunu “belli bir çağ” olarak algılaması, ister istemez konservatif bir yaklaşım çıkarıyor ortaya. Bu nedenle, kullanılması gereken kriterler anakronik bir düzlemde kalarak tartışmalar herkesin boşluğa konuşması biçimine dönüşüyor.
Kutsal olanla dünyevi olan tartışmasına girmeye gerek yok. Ama gözlemlediğim bir şey var ki, “kutsal”laştırmalar yeni değerlerin oluşmasını engellemesinin yanında, çağdaş kriterlerin dikkate alınmaması gibi irrasyonel bir “inanç” zemini oluşturuyor. Bu da rasyonel ve yararlı bir tartışma imkanını ortadan kaldırıyor. Bu tartışmanın tarafları arasında herhangi bir grafik tasarımcı ya da bilim adamının yer almaması bunu kanıtlamıyor mu?
Kutsallaştırmaların formlara bile yansıması ilginçtir. Bir devlet kurumuna amblem tasarlandığında kullanılacak formlar bellidir. Yeni bröve bu teamüllerin dışına çıkmış değildir. Ancak söylemek gerekir ki, en azından grafik tekniği açısından doğru bir yenilik yapılmıştır. Genelkurmay da konuyla ilgili olarak elinden geldiğince bir savunma yaptı, eski brövenin teferruatının çok olduğu ve bu nedenle küçük boyutlarda ayrıntıların kaybolduğunu belirterek yeni brövenin bu sorunları giderdiğini açıkladı. Amblemin soyutlama ve temsil yeteneği konularına burada hiç girmeyelim.
Bu tartışma bana, bundan beş altı yıl kadar önce yaşanan bir başka olayı hatırlattı. Bildiğiniz gibi Ankara Büyükşehir Belediyesi de Ankara’nın kent amblemini değiştirme çabasına girişti. Birçok hukuki engelleme çabası sonunda, sanıyorum bu amblem, sonuçta Büyükşehir Belediyes'nin simgesi olarak kullanılmaya devam ediyor.
Ankara’nın eski amblemi bir Hitit güneşi stilizasyonuydu. (Sıhhiye meydanındaki heykeli hatırlayın.) Hitit güneşinin Ankara’yı temsil edip edememe, kentin yeni ve temsil yeteneği yüksek bir ambleme ihtiyaç duyup duymadığı tamamen ayrı bir tartışmanın konusudur. Ortaya gerçekten temsil edici ve yetkin bir çalışma çıkmış olsaydı, belki buna gerçekten ihtiyacımız olduğu kanaatine de ulaşabilirdik. Ancak bu amblemi, öncelikle grafik tasarım açısından değerlendirirsek, ne soyutlama becerisi ne denge ve oran ne de temsil yeteneği bakımından bu kriterlere uygunluğunu iddia edebiliriz. Estetik değerler açısından üç bin yıllık Hitit uygarlığı mirasının yanına bile yaklaşamayan bir simge form yaratamadıktan sonra, doğrusu, bunun hukuki tartışmaları benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Sonuçta ortaya bir çalışma çıkmıştır, bunun kritiğini uzmanlık düzeyinde yapmak, eleştirileri öncelikle o kapsamda oluşturmak gerekmez miydi? İçinde cami var diye amblem eleştirisi yapmak, ilgisi olmayan insanların Hitit uygarlığının sanki mirasçılarıymış gibi davranmaları ister istemez tartışmayı gereksiz düzlemlere çekmiş oldu. İddia ve suçlamalar bu düzlemden yapılırsa elbette savunma da o düzlemden yapılıyor. Oysa bir amblemde cami stilizasyonu da olabilir, pekala Hitit uygarlığı motiflerinden de vazgeçilebilir. Belki de tartışma doğru alanda yapılmış olsaydı, yeni amblemin savunucuları da daha çağdaş ve temsil edici bir simge geliştirilmesi konusunda ikna olurlardı.
Mimari ile kent arasındaki ilişki organiktir. Bazı kentler, o kenti gerçekten temsil edebilecek, kentin tüm değerlerini bünyesinde barındıran mimari eserlere sahiptirler. Ve bunları amblem olarak kullanırlar. Temsil yeteneği açısından büyük imkanlar sağlayan bu eserlerin simge olarak kullanılması da yanlış bir yaklaşım değildir. Ankara’nın önerilen ambleminde kenti temsil ettiğine inanılan iki mimari eser yer almaktadır: Adı “ata” ile başlıyor diye sembol değer izafe edilen Atakule, cami olduğu için bütün kusurlarının görmezden gelineceği düşünülen, betonarme teknolojisiyle üretilmiş kötü bir taklit olan Kocatepe Camii… Oysa bana göre, sembolleştirilsin diye söylemiyorum, ama Ankara’da temsil yeteneği olan tek mimari eser Anıtkabir’dir.
Amblemde ayyıldızın yengeç gibi tepetaklak olması ayrı bir sorun...
Bu arada, Ankara amblemi tartışmasında da herhangi bir bilim adamının görüş serdettiğine tanık olmadık. Olduysa da mecralarda değer bulmadığı muhakkak. Çünkü bu gibi durumlarda, yukarıda da söylediğim gibi olgu yerine inançlar tartışılıyor.
Formların bile kutsallaştırıldığından söz etmiştim. Türk Kara Kuvvetleri ile Ankara amblemi arasındaki dış form benzerliği dikkatiniz çekiyor mu? Gerçi bu form çıkış noktası itibariyle gerçekten “kutsal”dır, ancak bizim kutsalımız değildir.
Bu form, haçın sadeleştirilmiş halinden başka bir şey değildir.
Tamamen iyi niyetlerle yola çıkılmış olduğunu düşünebiliriz, ama işin içine uzmanlığı sokmadığınızda gördüğünüz gibi iyi niyet yetmiyor. Sonuç: “Haç”ın içinde bir “cami”.
| Diyalog bir tür varolma biçimidir
Bu sitenin adına “diyalog” dedim. İşlevini daha iyi anlatacak başka bir kavram bulabilir miydim, doğrusu bilmiyorum. Diyalog nedir? TDK Güncel Türkçe Sözlük’te böyle diyor:
diyalog: isim, Fr. dialogue 1. Karşılıklı konuşma, 2. Oyun, roman, hikâye vb. eserlerde iki veya daha çok kimsenin konuşması, 3. Konuşmaya dayanılarak yazılmış eser, 4. mecaz Anlaşma, uyum sağlama veya bu yolda çalışma.
Ama asıl Ekşi Sözlük’ten öğrenelim. Resmi kasıntıdan uzak, son derece içten, kravatını gevşetmiş, ayakkabılarının bağını çözmüş muhteşem bir sözlüktür, Ekşi Sözlük… Bir isim, bir kavram ya da bir terimle ilgili başım derde girdiğinde mutlaka, ama mutlaka başvurduğum değerli bir kaynaktır. Bazan öylesine dolaştığım bile olur sayfalarında… Hem öğretici hem de keyiflidir. Ama aynı zamanda tehlikeli… İlköğretim çağındaki öğrencilere pek tavsiye edilmez. Ekşi Sözlük’te dolaşanın mutlaka âkil ve bâliğ olması gerekir. Kusurlarından biri imla konusunda fazlaca pejmürde oluşudur. -Ki, buradaki alıntıları düzelterek yapmak zorunda kaldım.- Bu arada site başlığının altındaki “discription” da Ekşi Sözlük’ten.
Neyse… Biz Ekşi Sözlük’ün “diyalog”una bakalım:
İletişim için gerekli hadiselerden biri. (yoko)
Aristotle’a göre, katılanların, iyi olanın ve dostluğun sevgisini süreç içerisinde edinebilecekleri, bizi Phronesis’e ulaştıracak iletişim biçimi. Aristotle bunu “çekişme, zıtlaşma sanatı” dediği ve pek hoşlanmadığı sofistlere atfettigi retorik biçiminden ayırır. Gadamer ustamız, diyaloğun anlama (verstehen) olduğunu, lakin “farklı olarak anlama” (andersverstehen) olduğunu hatırlatır; diyalog ile kendimizi ve karşımızdakini beraberce sorgular, farklılıklarımızın ayırdına varır, önyargılarımızı dönüştürür ve müzakere ederiz. Diyalog “bir münakaşayı kazanmak” da değildir, en azından “hermeneutik” anlamıyla. (babaerenler)
Geyikle karıştırılmaması gereken eylem. Diyalog bir tür varolma biçimidir. Öğreten ve ögrenen olmaktır. Varolma kaygısı içinde ötekiler ile iletişime geçme çabasıdır. Geyikse varlık kaygısını örtmeye, ondan kaçmaya yönelik bir eylem türüdür. Karşınızdaki insan(lar)la ilişkinin yolunu açar, ama bu ilişkinin nasıl bir yol izleyeceği bu geyiğin diyaloğa dönüşüp dönüşmemesi ile ilgilidir. Hayat geyik olarak da yaşanabilir, diyalog olarak da. Size kalmış. (kor)
Başındaki ekin, iki anlamını veren “di” değil, karşılıklı anlamını veren “dia” olması nedeni ile, diyaloğun, yalnızca iki kişi arasında gerçekleşen bir şey olması, en azından kelimenin oluşumu itibarı ile şart değildir. (cedilla)
Herkese merhaba!
diyalog: isim, Fr. dialogue 1. Karşılıklı konuşma, 2. Oyun, roman, hikâye vb. eserlerde iki veya daha çok kimsenin konuşması, 3. Konuşmaya dayanılarak yazılmış eser, 4. mecaz Anlaşma, uyum sağlama veya bu yolda çalışma.
Ama asıl Ekşi Sözlük’ten öğrenelim. Resmi kasıntıdan uzak, son derece içten, kravatını gevşetmiş, ayakkabılarının bağını çözmüş muhteşem bir sözlüktür, Ekşi Sözlük… Bir isim, bir kavram ya da bir terimle ilgili başım derde girdiğinde mutlaka, ama mutlaka başvurduğum değerli bir kaynaktır. Bazan öylesine dolaştığım bile olur sayfalarında… Hem öğretici hem de keyiflidir. Ama aynı zamanda tehlikeli… İlköğretim çağındaki öğrencilere pek tavsiye edilmez. Ekşi Sözlük’te dolaşanın mutlaka âkil ve bâliğ olması gerekir. Kusurlarından biri imla konusunda fazlaca pejmürde oluşudur. -Ki, buradaki alıntıları düzelterek yapmak zorunda kaldım.- Bu arada site başlığının altındaki “discription” da Ekşi Sözlük’ten.
Neyse… Biz Ekşi Sözlük’ün “diyalog”una bakalım:
İletişim için gerekli hadiselerden biri. (yoko)
Aristotle’a göre, katılanların, iyi olanın ve dostluğun sevgisini süreç içerisinde edinebilecekleri, bizi Phronesis’e ulaştıracak iletişim biçimi. Aristotle bunu “çekişme, zıtlaşma sanatı” dediği ve pek hoşlanmadığı sofistlere atfettigi retorik biçiminden ayırır. Gadamer ustamız, diyaloğun anlama (verstehen) olduğunu, lakin “farklı olarak anlama” (andersverstehen) olduğunu hatırlatır; diyalog ile kendimizi ve karşımızdakini beraberce sorgular, farklılıklarımızın ayırdına varır, önyargılarımızı dönüştürür ve müzakere ederiz. Diyalog “bir münakaşayı kazanmak” da değildir, en azından “hermeneutik” anlamıyla. (babaerenler)
Geyikle karıştırılmaması gereken eylem. Diyalog bir tür varolma biçimidir. Öğreten ve ögrenen olmaktır. Varolma kaygısı içinde ötekiler ile iletişime geçme çabasıdır. Geyikse varlık kaygısını örtmeye, ondan kaçmaya yönelik bir eylem türüdür. Karşınızdaki insan(lar)la ilişkinin yolunu açar, ama bu ilişkinin nasıl bir yol izleyeceği bu geyiğin diyaloğa dönüşüp dönüşmemesi ile ilgilidir. Hayat geyik olarak da yaşanabilir, diyalog olarak da. Size kalmış. (kor)
Başındaki ekin, iki anlamını veren “di” değil, karşılıklı anlamını veren “dia” olması nedeni ile, diyaloğun, yalnızca iki kişi arasında gerçekleşen bir şey olması, en azından kelimenin oluşumu itibarı ile şart değildir. (cedilla)
Herkese merhaba!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)