2 Nisan 2008 Çarşamba

| ‘Sanat’ değilse de, ‘sanatçı’ bir kişilik ve ‘sanatkârâne’ bir ‘iş’...

İlhan Bilge’nin, Grafik Tasarım dergisinin Ocak 2008sayısında yer alan “Sanatçı mısınız, tasarımcı mısınız?” başlıklı incelemesi, bu ezeli, hatta belki de ebedi soruyu yeniden gündemimize düşürmüş oldu. [FOTOĞRAFLAR: KARRR]


Ancak bu yazı, bilinenleri tekrar etmek yerine, yeni ve özgün bir bakış açısı sergilediği, farklı bir projeksiyona sahip olduğu için pek okunup geçilecek cinsten değildi. Tabii ki ben de okuyup geçmedim. Üzerinde düşündüm, düşündüklerimi ve konuyla ilgili eski yazdıklarımı masanın üstüne yaydım, sonra derleyip toparladım ve sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Ben, daha önce bu konuyu reklam ve sanat bağlamında irdelemiştim. İlhan Bilge “grafik” özelinde ele almış olsa da, bu, tartışmanın ana mecrasını değiştirmiyor.

İlhan Hoca, inceleme yazısının daha ilk paragraflarında kararını veriyor ve noktayı koyuyor: “Sonunda karar verdik ki biz tasarımcıyız. Bizim dışımızda grafik sanatçıları da vardı. Onlar, kendilerine sipariş edilmemiş çalışmalar da yapıyorlardı. Örneğin Mengü Ertel, tasarımcı şapkasını taktığında broşürler, amblemler, ambalajlar tasarlıyor; sanatçı şapkasını takınca da resim sergisi açıyordu.” Bilge, sanatçı ile tasarımcı arasındaki farkı ise şu sözüyle ortaya koyuyor: “Sanatçı kendi sözünü söyler, tasarımcı başkaları adına konuşur.” Ve birkaç aforizma daha... Bir: “Sanatçının kimliği, yaptığı işe yansır; yansımalıdır. Tasarımcı ise yaptığı işin kimliğine bürünmelidir.” İki: “Sanatçı kendi kendine iş verir. Tasarımcıya ise iş, başkaları tarafından verilir.” Üç: “Sanatçı tümüyle özgür değilse, sanatçı değildir. Tasarımcı tümüyle özgürse, tasarımcı değildir.”

İlhan Bilge’nin konuyla ilgili dans metaforu ise oldukça açıklayıcı:

“Tasarımcının yaptığı, mayın tarlasında yürümek gibidir. Bu tarladan mayına basmadan -verili sınırları çiğnemeden- geçmek kolay değildir, ama ondan beklenen biraz daha fazlasıdır. Yürümesi değil, dans etmesi ve dansıyla izleyicileri etkilemesi istenmektedir. Ve elbette izleyici, sahnenin altında mayın olduğunu hiçbir şekilde hissetmemelidir. (Bu, dansı çok sıkıcı bir gösteriye dönüştürür.)

Tasarımcı çalışmaya başlarken, tüm mayınların yerini bilmelidir. Önce gereksiz mayınları kaldırmak için işverenle tartışacak, sonra, kalan mayınlara basmayacağı bir koreografi tasarlayacaktır. Ve öyle dans edecektir ki, mayınları oraya koyanlar bile onların varlığını unutacak, sahnedekinin bir sanatçı olduğunu, o mayınlar orada omasaydı da zaten öyle dans edeceğini düşüneceklerdir.”


Dediğim gibi, konuya daha önce reklam ve sanat bağlamında bir nebze eğilmiş ve kendimce bazı sonuçlara varmıştım. Aşağıdaki paragraflardaki ‘reklam’ sözcüklerini ‘grafik’ olarak okumanız da mümkündür.

“Sanat nedir?” sorusuna Batı’da verilen ilk somut yanıt; sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit (mimesis) olarak görme eğilimiydi. Mimesis, nesne ile sanat arasında varlığın kopyasının yansıması demektir. Bu bağlamda Platon’a göre, nesneler dünyası idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır.

Reklamın, yaratılırken böyle bir teknik kullanıldığını ya da böyle bir yapısal özellik taşıdığını söyleyemeyiz. Bu noktada reklam için kopyanın kopyasının kopyası, yani ‘sanatın kopyası’ diyebilir miyiz acaba?

Çağdaş sanat kuramcılarından Arthur Danto, bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için gözle görünen, kendi içindeki özellikler dışında sanat teorisi, sanat tarihi bilinci gibi bağlamların da gerekli olduğunu öne sürmüştür. Danto’ya göre sanat eseri, sanat dünyası ahalisine sunulmak üzere yaratılmış özgün bir yapay nesnedir. Sanatçı ise, sanat eseri yaratımına bilinçli olarak katkıda bulunan bir kişidir. Ahali, kendilerine sunulan sanat nesnesini anlamak için belli bir birikime sahip kişilerdir.

Bu kurama göre ‘sanat dünyası ahalisi’, yani sanatın ‘hedef kitle’sinden beklenen, ‘sanat nesnesi’ni anlamak için sanat teorisi, sanat tarihi bağlamlarında belli bir birikime sahip olmalarıdır. Reklamın hedef kitle segmentlerinden böyle bir birikim sanırım bekleyemeyiz.

Genel kabul görmüş görüşlere göre sanat; hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirir. İçerdiği fikirler akla kolay gelir türden olmamalı, bir beceri izlenimi vermelidir. Sanatın, kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun olarak göstermesi ve içinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması gerekir. Ayrıca sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması önemlidir.

Reklamın sanat(mış) gibi durduğu yerler olabiliyor. Ancak çıkış ve varış noktaları itibariyle ve sanatın sanat olarak tecrübe edilmesi gerekliliği bakımlarından sanatla ilintisi keskin bir biçiminde ayrışmaktadır.

Birbirine yaklaştığı yerleri ise daha çok sanat teknikleri (zanaat) açısından ele alabiliriz. Mesela, fotoğraf bir sanat dalı olarak kabul edilir ve bir fotoğraf sanatçısı bir reklam fotoğrafı çekebilir. Burada sanatçı, zanaatkarlığını kullanır, ancak ortaya çıkan fotoğraf bir sanat eseri olarak değerlendirilemez. Aynı durum, diğer sanat dalları için de geçerlidir. Burada şöyle bir yargıya varabiliriz: Reklam yaratıcısıyla sanatçı aynı teknikleri kullanırlar, ancak biri sanat eseri vücuda getirirken diğeri reklam eseri yaratır.

Sanatın, ekonomik sistemle entegrasyona girerek ticari bir bağlam içinde yer alması ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, edebi eserlerin kitabevlerinde, resimlerin galerilerde, filmlerin sinema salonlarında satılıyor olmaları, onların, sanat eseri olma özelliklerini tek başına ortadan kaldıramaz. Ressam, bir sanat eseri vücuda getirmek amacıyla resmine başlıyor ve tamamlıyorsa, daha sonra onu satması, eserinin sanat hüviyetini yitirmesine neden olmaz, fakat aynı işi tamamen satış hedefiyle yapıyorsa durum tartışılabilir. Danto’nun ‘sanat dünyası ahalisi’ tanımına katılıyorum; sanatın bu hedef kitleye yönelik olarak üretilmesi, onun, bu ahali dışında alıcı bulmasını engellemez. Bu durum, sanat eserine de bir halel getirmez. Reklam eserinin ise hedef kitle nedeniyle çıkış noktası tamamen farklıdır, buna rağmen onun da sanat dünyası ahalisi arasında muhatapları olabilir. O kadar...

Reklamcı ne kadar sanatçıdır? Reklamcıdan sanatçı olması beklenmez, sanat tekniklerini bilmesi beklenir. Fakat reklam sektöründeki yaratıcıların önemli bir bölümünün ‘sanatçı kişilik’ taşıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, zaman zaman yarattığı esere, kendini geniş kitlelere ifade imkanı sağlayan bir sanat eseri muamelesi yapan reklam yaratıcısı ile müşteri ilişkileri veya müşteri arasında ‘kutsala dokundurmama’ gerilimleri yaşanması bundandır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, reklam yaratımı tabii ki ‘sanatkârâne’ bir ‘iş’ olmalıdır.

Sanat; insanın insanla, insanın evrenle ve insanın aşkın olanla ilişkisini sorgulama ve eşyanın (obje) ardındaki gerçeği (truth, hakikat) ve anlamı arama eylemidir aynı zamanda… Reklam ise eşya için yapay bir ‘hakikat’ ve ‘anlam’ yaratma işidir. Böyle baktığımızda da ona, belki ‘tersinden sanat’ diyebiliriz.


Şimdi gelelim yine İlhan Bilge’nin incelemesine... İlhan Hoca, sanatla tasarımı birbirinden kesin çizgilerle ayırmasının ardından, farklı bir analizin sonucu olarak farklı bir projeksiyonla bağlıyor yazısını... Diyor ki: “Sanat-tasarım ayrımının yeniden bulanıklaşmaya başladığı bir döneme giriyoruz. Bu, içindeki sanatçıyı zaptetmekte zorlanan tasarımcılar için iyi bir haber sayılabilir.”

Bilge’ye göre, ‘hitabet’ yeteneği olmayan üretici, bu yeteneğe sahip olan sanatçılardan kendi yerlerine konuşmasını, ressamlardan afişçi, şairlerden metin yazarı olmasını istediler. Onlar da bunu yaptılar. Yani bir çeşit ‘sanat’ yaptılar. Bu durum, tasarım ve iletişim okulları kurulana kadar sürdüyse de, bugün, “rekabetin şiddetli, ürünler arasındaki farkın az olduğu bazı üretim alanlarında” sanatçılar yeniden icra-yı faaliyete başladılar. Yani yeniden ‘sanat’ yapmaya başladılar. Bu nedenle, “önümüzdeki günlerde eskisinden daha hoş, daha etkileyici ve heyecan verici tasarımlar göreceğiz.”

İlhan Bilge’nin resmettiği fotoğrafa ve vardığı sonuçlara olduğu olduğu gibi katılmakla birlikte, bu gelişmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan ürünlerin ‘sanat’ olarak adlandırılmasına yine ihtiyatlı yaklaşmayı doğru buluyor ve bu yaratımları yukarıda ifade etmeye çalıştığım ‘tersinden sanat’ kapsamı içinde görüyorum. Yani, nesneler için yapay bir ‘hakikat’ ve ‘anlam’ yaratma ‘iş’i... İş.

Aslında üreticinin bu ‘iş’e, az ya da çok, her zaman ihtiyacı söz konusuydu. Ancak, belki bir dönem, ‘sanatçı’ kişiliğe sahip ve ‘sanatkârâne’ işler yaratabilecek insanların sadece ‘zanaat’ ve ‘teknik’ öğretilerek yetiştirilebileceği öngörüldü. Oysa, ürünün ‘işlevsel değer’i üzerine inşa edilecek ‘simgesel değer’ler, ‘sanatçı’ bir kişiliğe ve ‘sanatkârâne’ işlere ihtiyaç gösteriyordu ve bunu gerçekleştirmek için ‘zanaat’ yeterli değildi. Yalnızca gerekliydi.

İlhan Bilge’nin söz konusu yazısını arayıp bulup mutlaka okumanızı öneririm. Benim gibi, sizin de ufkunuz açılacak.

GRAFİK TASARIM’IN ŞUBAT 2008 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.